06 Haziran 2015 17:43

Sağlıkta ‘çağ’ atladık derken...

Hastalıklarla, özellikle de salgın hastalıklarla mücadele insanlık tarihi kadar eski. Neler görmedi ki bu yaşlı gezegenin insan konukları. Çoğalıp geliştikçe insanlık, dip dibe yaşamaya başladıkça, salgınların kırımına da uğradı; kara humma, veba, kolera, çiçek, kuduz, verem...

Paylaş

Olcay Geridönmez
Hastalıklarla, özellikle de salgın hastalıklarla mücadele insanlık tarihi kadar eski. Neler görmedi ki bu yaşlı gezegenin insan konukları. Çoğalıp geliştikçe insanlık, dip dibe yaşamaya başladıkça, salgınların kırımına da uğradı; kara humma, veba, kolera, çiçek, kuduz, verem...
On binlerce yıl boyunca biriktirdiği bilgilerden damıttıklarıyla doğayı, doğanın mekanizmalarını öğrendikçe, ta hücrelere, moleküllere, atomlara, nöronlara kadar indikçe, madenlerin, elementlerin şifrelerini çözdükçe, ona hakim olmayı öğrendi. Karanlık çağlardan kalma hurafeler, batıl inançlar, bugün bize komik gelen iptidai tedavi yöntemleri bu bilgilerle bir bir alaşağı edildi. Teknoloji ile tıp biliminin ilerleyişi el ele yürürken sağlık hizmetleri de ekonomik politikaların bir parçası haline geldi.

EKONOMİ POLİTİKALARI VE SAĞLIK
Sanayi devrimiyle gelişen emekçi sınıfların, yaşam koşullarının ve sağlığının çok kötü olması, hem işgücü potansiyelini hem de savaş dönemlerinde askeri potansiyeli tehdit etmeye başladı. Yapılan çalışmalar, hastalıkların toplumda tesadüfen yayılmadığını, yoksulluğun yoğunlaştığı emekçi mahallelerinde ve sanayi havzalarında daha fazla görüldüğünü gösterdi. Bu da sağlığının bireylere bırakılmaması gerektiği konusunda görüş birliğine varılmasına yol açtı. ‘Sosyal refah devleti’ anlayışının gelişmesi böyle oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasından 1970’lerin sonuna dek, işçilerin ücretleri de yaşam koşulları da, dolayısıyla sağlıkları da iyileşti.
Ancak, 1970’lerin sonlarından itibaren uygulanmaya başlanan neo-liberal ekonomi politikaları, sağlık alanında elde edilen kazanımların bir bir kaybedilmesine ve toplum sağlığının kötüleşmeye başlamasına yol açtı. Çünkü bu politikalar taşeron ve kuralsız çalışmayı dayatırken işsizliğin artmasına, ücretlerin düşmesine, elektrik, su, ulaşım hizmetlerinin özelleştirilmesine, devletin küçülerek eğitim ve sağlık hizmetlerinden çekilmesine neden oluyor. Ayrıca, kâr amacını sağlığın önüne geçirerek tarım ve hayvancılığın ekolojiyi bozacak şekilde endüstrileşmesine sebep oluyor, gıda güvenliğini azaltıyor.
Oysa toplum sağlığı, eğitim düzeyinin yükselmesine, işsizliğin kontrol altına alınmasına, çalışma koşullarının iyileştirilmesine, toplumsal dışlanmanın ve cinsiyet eşitsizliğinin azaltılmasına, yeterli beslenmeye, yiyecekler üzerinde sıkı denetim uygulanmasına, ulaşılabilir ve yeterli koruyucu sağlık hizmetlerine bağlı. Ne var ki bu etkenlerin tümü neo-liberal politikaların hedef tahtasında. Zira bu politikalar bireyleri yurttaştan önce tüketici olarak, sağlık bakımını da satılıp tüketilecek mallardan biri olarak görür.
Türkiye’de bu politikaların en etkin uygulayıcısı ise AKP iktidarı oldu. 2000’lerde “Sağlıkta Dönüşüm Programı”yla sağlık sistemi her açıdan bu politikalara göre biçimlendirildi. 13 yıllık iktidarında AKP en çok sağlıkta yarattığı dönüşümle övünüp durdu; vaat üstüne vaat sıraladı:
“Sağlık reformu yapıyoruz… Sağlıkta çağ atladık... Herkesin sağlık sigortası olacak… Hastalandığında istediği hastaneye gidecek, istediği hizmeti alacak… Doktorunu seçebilecek.... Üstelik ek hiçbir para ödemesi de gerekmeyecek...”
Peki öyle mi oldu gerçekten?

SOYULDUKÇA SOYULUYORUZ
Hele bir hastaneye gitmeye görün. Sağlık hizmeti alabilmek için Genel Sağlık Sigortası primini ödemiş olmak yetmiyor. Ödemeniz gereken “katılım payları” bir bir karşınıza çıkıyor.
Telefonla randevu alırken başlıyor her şey. Randevu için bazen günlerce beklemek yetmiyor, alsak da, alamasak da her arama için para kesiliyor.  Muayene ücreti, reçete bedeli, ilave ücret, istisnai sağlık hizmeti... Tam 12 kalem “katılım payı” ödüyoruz.
Başlangıçta “sadece 2 TL olacak” dedikleri muayene ücretlerine Genel Sağlık Sigortası’nın yürürlüğe girdiği daha ilk gün zam yapıldı. Uygulama başlar başlamaz yüzde 1.000 zamlandı.
Yazılan her reçeteden 3 TL daha alınıyor ve eğer doktor üç kalemden fazla ilaç yazdıysa her bir kalem için de ayrıca 1 TL kesiliyor. Üstelik, daha önce muayene ücreti ödemeyen sigortalı aktif çalışanlar, yeşil kartlılar, kamu çalışanları ve emeklileri ile aile bireyleri de artık ücret ödemek zorunda.
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), birçok ilacı ödeme listesinden çıkarttı. Bu ilaçların parasının tamamı vatandaşın cebinden çıkıyor. SGK hesaplama yaparken de benzer, eşdeğer ilaçların en ucuzunu esas alıyor, aradaki fark hastalara yazılıyor. Sonuçta sigortalının aldığı ilaç için ödediği para o ilacın fiyatından bile daha fazla olabiliyor.
Çalışma Bakanı’nın açıklamasına göre, 2014 yılında sadece muayene ücreti, ilaç ve reçete katılım payı olarak cebimizden 3,5 katrilyon lira çıktı.
Ayrıca on gün içinde aynı branşa bir daha muayene olursan 5 TL ceza alıyorlar. Özel hastanelerdeyse sadece muayene değil; röntgen, tahlil, ameliyat... her şey için para alınıyor.
Büyük soygunun bir diğer göstergesi de Türkiye’de 2012 yılında gerçekleşen 72 milyar 820 milyon TL toplam sağlık harcamasının yüzde 79,5’unun kişiler tarafından (prim ödemesi ve cepten ödeme olarak) yapılmış olması. Kişi başına yıllık 1,009 TL olan sağlık harcamasının, 785 TL’si kişiler tarafından yapılırken yalnızca 224 TL’sini devlet yaptı.

İLAVE-EK-İSTİSNAİ
PARA-PARA-PARA

 “Bıçak parası” kalkmadı. Özel hastanelerde “ilave ücret”e dönüştü. Yüzde yirmiyi geçmeyecek dediler, önce yüzde otuz, sonra yüzde yetmiş, daha sonra yüzde yüz, en son yüzde iki yüz oldu. Zaten denetlenmediği için özel hastaneler vatandaşlardan ne tutturabilirse alıyor. SGK’nın verilerine göre 2012 yılında özel hastaneler sigortalı yurttaşlardan 14,5 katrilyon bıçak parası aldılar.
Üstüne “istisnai sağlık hizmeti” diye bir uygulama getirildi. Diyelim ki, doktor robotik ameliyat yapacak; yedi, sekiz milyar para istiyorlar. Paran varsa kansız ameliyat oluyorsun; yoksa kanlı ameliyat.
“Özel hastaneleri sigortalılara açtık” diyorlar; gittiğimizde önümüze milyonlarca, milyarlarca liralık fatura koyuyorlar. İstersen ödeme! Üst sınırı yüzde 30 olacak, dediler, yüzde 200'e çıktı. Zaten hastane patronları sınır mınır tanımıyor, kopartabildiklerini alıyorlar. Hükümet de göz yumuyor.

MİLYONLAR SAĞLIK HİZMETİNDEN MAHRUM
“Genel Sağlık Sigortası”yla herkesin sağlık sigortasına kavuşacağı söylenmişti ama iş öyle değil. İşsizlik sigortasından yararlanamayan işsizler, sigortasız çalışanlar, emeklilik için prim gününü doldurup yaşa takılanlar, kısmi zamanlı çalışıp primleri ayda otuz günden az yatanlar, primini ödeyemeyen esnaf ve sanatkarlar, primini ödeyemeyen çiftçiler, primini kendisi ödemesi gerekip de ödeyemeyenler, yani prim borcu olan milyonlarca yurttaş sağlık hizmeti alamıyor.
Yasaya göre aylık geliri asgari ücretin üçte birinden fazla olan her vatandaş prim ödemek zorunda. Devlet, aylık geliri 400 TL’nin üzerinde olan herkesi zengin kabul ediyor ve 288 TL’ye varan Genel Sağlık Sigortası primi istiyor. Ödemeyenleri hem borçlu kaydediyor hem de sağlık hizmetinden mahrum bırakıyor.

REHİN KALMA AYIBINDAN İCRA AYIBINA
AKP “Artık kimse hastanelerde rehin kalmayacak” demişti. Evet, hastaneler faturayı ödeyemeyen hastaları artık rehin almıyor. Hastaya senet imzalatılıyor, sonra icra memurları geliyor. Ödeyemeyenlere de hapishane yolu görünüyor. Bu şekilde hastane borcu olan vatandaş sayısı o kadar arttı ki, hükümet seçim öncesi hastane borçlarına af getirmek zorunda kaldı.
AKP’nin övündüğü gibi sağlık kurumlarına daha fazla müracaat ediliyor olması vatandaşların tedavi olabildiği anlamına da gelmiyor. Zira acil servislerde izdiham var. Tedavi olamayan soluğu acil serviste alıyor. 77 milyon nüfuslu Türkiye’de bir yılda acil servislere başvuran sayısı 100 milyonun üzerinde.

AKP SUÇU DOKTORLARA ATIYOR
“Biz gerekli düzenlemeleri yaptık ama doktorlar hastalara ilgi göstermiyor, yeterli süre ayırmıyor” diyor iktidar. Oysa telefonla randevu sisteminde hastaya ayrılan süre 10 dakikayı bile bulmuyor. Randevusuz hastalar da eklenince hasta başına düşen toplam süre 5 dakikaya kadar iniyor. Performans baskısıyla bir doktor günde 100-150 hastaya bakmak zorunda kalıyor. Hesap ortada, durum böyleyken bir doktor bir hastaya ayırabileceği zaman belli.
Sonuç ne peki? Gazeteler “Sağlık Skandalı” haberleriyle dolu. Bir yandan çalışma koşulları sağlık çalışanlarını hata yapmaya iterken bir yandan intiharın eşiğine sürükleniyor. Sağlık çalışanlarına bir saldırı haberinin çıkmadığı gün yok.

AŞISIZ ÇOCUKLAR ARTIYOR
Türkiye’de 2003-2008 döneminde 100 çocuktan 81’inin bütün aşıları yapılabiliyorken, tam aşılı çocukların oranı, 2008-2013 döneminde yaklaşık yüzde 9 azalarak yüz çocuktan ancak 74’ünün aşıları yapılabilmiştir. Başka bir ifadeyle son 5 yıllık dönemde tam aşılı çocuklarımızın oranı azaldı.
Eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ sık sık “Kızamığın kökünü kazıdık” diye böbürlenirdi. Oysa kızamık, Türkiye’de üç yıldır salgın halinde. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) verilerine göre Türkiye DSÖ’ye üye 194 ülke arasında 2012 yılında kızamığın en sık saptandığı 52. ülke konumundaydı. 2013 yılında yaklaşık 8000 vakayla Türkiye kızamıkta Avrupa şampiyonu, dünyada 3. oldu. Ama Sağlık Bakanlığı bu konuda açıklama yapmıyor.
Sağlık Bakanlığı 2013 yılında bebek ölüm hızını binde 7,8 olarak açıklarken, Türkiye İstatistik Kurumu aynı yıl için binde 10,8 olarak açıkladı. (Aradaki fark yüzde 39). Üstelik Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre 2014 yılında bebek ölüm hızı binde 11,1’e yükseldi. Sağlık Bakanlığı gerçekleri gizlemek için istatistiklerle oynuyor.

KADINLAR SAĞLIĞA DAHA ZOR ULAŞIYOR
• Erkeklerle kadınlar, biyolojik olarak farklı oldukları için, sağlık sistemlerinden beklentileri farklı. Ancak bu farklı talepler, adil bir şekilde karşılanmıyor; sağlık sistemleri büyük ölçüde erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor.
• Kadınlar, dünya genelinde, sağlık sigortasına erişim açısından dezavantajlı. Ücretli bir işte çalışmayan kadınlar, genellikle eşlerinin ya da babalarının sosyal güvencesinden yararlanıyor. Ücretli bir işte çalışan kadınlar ise genellikle kayıtdışı, düşük ücretle, iş güvencesi ve sosyal güvence olmadan çalışıyor. Böylece, kadınların sağlıkları hem çalışma koşullarının kötülüğü nedeniyle, hem de sağlık hizmetlerine maddi nedenlerle erişemedikleri için kötüleşiyor.
• Gelişmekte olan ülkelerde, kadınların sağlıkları erkeklere, oranla daha kötü. Bu eşitsizliğin bir yönünü, kadınların ekonomik ya da kültürel-ataerkil nedenlerle sağlık hizmetlerinden erkekler kadar faydalanamamaları oluşturuyor. Yani, kadınlar tek başlarına sokağa çıkamadığı, toplu taşıma araçlarını kullanamadığı ya da eşlerinin “izin vermediği” durumlarda, sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor.
• Birçok çalışma, sağlık personelinin cinsiyetçi algılara sahip olduklarını, hasta tercihlerinde ve tedavi süreçlerinde bu algının etkisi altında kaldıklarını, kadın hastalara erkekler kadar saygı göstermediklerini, tedavi süreci hakkında erkekleri bilgilendirdikleri kadar kadınları bilgilendirmediklerini ve kadınlara daha az ilgi gösterip daha özensiz tedaviler uyguladıklarını gösteriyor.

ÖNCEKİ HABER

Annelerin strateji savaşları...

SONRAKİ HABER

Mahallede tatlı bir telaş

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa