Yeşil sahadaki kadın mücadelesi
Futbol, sanılanın aksine bir “erkek oyunu” olarak doğmadı. 17. yüzyılda İskoçya’da tutulmuş kilise günlükleri, o tarihlerde folklorik bir oyun olan futbolun kadın-erkek karışık gruplar tarafından oynandığının kanıtını oluşturuyor. Futbolun üzerine cinsiyet ayrımcılığı etiketinin yapıştırılması ise futbolun 19. yüzyılda şehirlere gelerek İngiliz özel okullarında kurallara bağlanmasıyla gerçekleşiyor.

Dağhan IRAK
FIFA Kadınlar Dünya Kupası, futbolun yönetici kurumunun içinde kıvrandığı organize yolsuzlukların gölgesinde Kanada’da başladı. Ancak bu kupayı, FIFA’nın düzenlediği sıradan bir turnuva olarak görmemek gerekiyor. Zira, Kadınlar Dünya Kupası futbolda yüz yıldır süren eşitlik mücadelesinin en görünür olduğu organizasyonlardan biri. FIFA çatısında ilk kez 1991’de yapılan kupa, arka planında ise elli yıllık bir yasak, çok daha uzun süren ve bugün hâlâ devam eden kurumsal ayrımcılık ve buna karşı verilen bir mücadeleyi barındırıyor.
Futbol, sanılanın aksine bir “erkek oyunu” olarak doğmadı. 17. yüzyılda İskoçya’da tutulmuş kilise günlükleri, o tarihlerde folklorik bir oyun olan futbolun kadın-erkek karışık gruplar tarafından oynandığının kanıtını oluşturuyor. Futbolun üzerine cinsiyet ayrımcılığı etiketinin yapıştırılması ise futbolun 19. yüzyılda şehirlere gelerek İngiliz özel okullarında kurallara bağlanmasıyla gerçekleşiyor. Aristokrasinin erkeklere tanıdığı ayrıcalık, kendisini bu egemen sınıfın kurduğu İngiltere Futbol Federasyonu’nda (FA) da gösteriyor. Diğer taraftan köylerden şehirlere göçerek işçi sınıfını oluşturan futbolun gerçek sahipleri, o yıllarda zaten oyundan uzaklaştırılıyor. Ağır çalışma koşullarına ve sportif faaliyetlere imkan vermeyen mesai saatlerine rağmen fabrika avlularında yine de futbol kendine yer bulabiliyor. Fabrikalardan çıkarak maharetleriyle ün kazanan futbolcular arasında, 20. yüzyılın ilk yıllarında kadınlar da var. Dick Kerr & Co. lokomotif fabrikasının 1917’de kurulan futbol takımının yıldızı Lily Parr bunlardan biri. Maçlara fabrikadan aldığı 10 şilin ve birkaç paket sigara karşılığı çıkan Parr ve arkadaşları, 1920 yılında Merseyside’da Goodison Park Stadyumu’na 50 bin seyirci çekmeyi de başarıyorlar. Ve bu tarihte İngiltere Futbol Federasyonu, gelişen ilgiden korkarak futbolu kadınlara yasaklıyor. Bu yasağı ilerleyen yıllarda Almanya ve Fransa da takip ediyor. Egemen sınıfın futbol kurumlarının kadınlara karşı olan bu açık tavrında o yılların, özellikle Sufragette hareketiyle beraber kadın mücadelesinin gelişmeye başladığı yıllar olmasının ve erkeklerin savaşta kaybedilmesiyle beraber kadın iş gücünün kapitalizm için değerinin artmasının büyük etkisi var. Bir diğer deyişle; o yılların egemenleri, kadınları sömürebileceği bir ortam yaratmak için futbolu da devreden çıkarma yolunu seçiyor. Kadınlara karşı her alanda olan kurumsal ayrımcılık, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’nın refah yıllarında da devam ediyor ve kadınlar futbolunun üzerindeki yasak ancak 1970’lerin başında kadın hakları hareketinin elde ettiği kazanımlarla tekrar oynanmaya başlanabiliyor. Ancak elli yıllık yasak, futbolda cinsiyet ayrımcılığının kemikleşmesini, kadınların erkeklerin gölgesinde kalmasını beraberinde getirdi. Kadınlar futbolu, bu tarihten itibaren aradaki farkı sürekli kapatırken, hep daha kötü imkanlarla ilerlemek zorunda kaldı. Dahası hem kurumsal, hem de sosyal baskıyla karşılaştı, en basitinden “kadınlara futbol yakışmıyor” cümlesinde kendisini bulan sıradan ayrımcılıkla.
‘KADER’ NASIL DEĞİŞTİ?
Kadınlar futbolunun kaderini değiştiren bir gelişme ise 1972’de Amerika Birleşik Devletleri’nde federal eğitim yasasında yapılan değişikliklerin 9. maddesinin kabulü oldu. Hawaiili politikacı Patsy Mink’in yoğun çabalarıyla geçen maddeyle beraber ABD çapında okullardaki tüm aktivitelerde cinsiyet ayrımcılığı yasaklandı. Bunun sonucu olarak özellikle erkek Amerikan futbolu takımlarına büyük kaynak ayıran liseler ve üniversiteler, aynı miktarda parayı kadın sporlarına yatırmaya mecbur kaldılar. Kadın basketbol, voleybol takımları gelişirken, futbol önemli bir kadın sporu olarak kendine okullarda yer buldu. Bugün Amerika’daki okulların yüzde 90’ının üzerinde kadın futbol takımları var ve pek çok burs programı devrede; kadın futbolcu sayısı ise 7 milyonu bulmuş vaziyette. Amerika’da kadın futbolunun yaptığı patlama, 1991’de Dünya Kupası’nın, 1996’da ise Olimpiyat’ın kadınlara açılmasını sağladı. Kadın futbolunun görünürlüğünün artması, bu sporun hem kadın hakları mücadelesiyle, hem de LGBTİ hakları mücadelesiyle yolunun tekrar kesişmesini beraberinde getirdi. FIFA’nın geçen günlerde istifa eden başkanı Sepp Blatter’in kadın futbolcuların tayt giymesini önerdiği günlerden, kadın futbolunun bu kurumun temiz yüzünü temsil ettiği günlere gelinmesi, ilk defa FIFA yönetim kuruluna kadın üye alınması; hep bu örgütlü mücadelenin kazanımları. Ancak henüz bu mücadele bitmiş değil; FIFA’nın bu kupayı futbolcuların sağlığına son derece zararlı suni çim sahalarda oynatacak olması, ayrımcılığın hâlâ bitmediğinin çok net bir kanıtı.
“Futbol asla sadece futbol değildir” cümlesi belki artık klişeye dönüştü, ancak kadın futbolu için hâlâ geçerli. Kadın futbolunu savunmak, bugün kadın mücadelesinin kitleselleşmesi açısından son derece önemli. Futbol dünyası açısından bakarsak, özellikle FIFA’nın büyük bir reformdan geçeceği şu günlerde, futbolda cinsiyet eşitliği, temiz bir futbolun olmazsa olmazları arasında. Zira, “yanlış hayat doğru yaşanmıyor”, adaletsizlik üzerine bina edilen futbolun da şu anki FIFA’dan iyisini yaratması çok zor.
Evrensel'i Takip Et