3 Ocak 2000 22:00
Otantizm hayatın neresinde duruyor?
Otantizm hayatın neresinde duruyor?
Sami Güvercin
Ülkemizde son zamanlarda özellikle müzikle ilgili tartışmalarda otantiklik odak noktalardan birine dönüştü. Otantiklik maalesef lastik gibi oraya buraya çekilen, kişiden kişiye daha yerinde bir deyimle kişi veya kurumların keyfiyetine göre, adeta bukalemuna dönüştürüldü. Kimisi otantiklik adına Orta Asya topraklarını kendine kılavuz olarak seçerken, kimisi de bu konuyu tanımlayamamasından ötürü değersiz, üstünde durulmaya değmez bir alan olarak görüp kuşa çevirdi. Bu iki grubun arasında "dinsel ağırlığıyla" kendisini ifade edenler de Alevilik sömürüsünü pişkinleştirdiği dilleriyle "türküler asıllarına uygun olarak okunmuyor"dan yola çıkıp, "verdiğimiz emeğe saygı duyun" laflarına uzanan bir otantiklik savunusuna girdiler.
Tartışmalar uzadıkça her zaman gözümüzün, kulağımızın dibinde biten zatlar bu konuyu öyle bir tartıştılar ki, duyan, dinleyen otantikliğin yalnızca müzikle ilgili olduğunu kanıksar duruma geldi. İnsan ister istemez kendisine soruyor; 'niçin böyleydi ve neden müzik üzerinde yoğunlaşıyordu bu tartışmalar?' Tabii ki, kapitalizmin müzik piyasasını keşfedip bu alandaki kâr isteğinin günden güne katlanarak devamını istemesindendi tüm bu didişmeler ve köşe kapmacalar. Ve daha da önemlisi Pir Sultan geleneğini devraldığını söyleyen ve bu doğrultuda nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan "mehdi"ye methiyeler düzmekten, aşağıyla-yukarıyla ilgilenilmemesini istemekten öteye geçmemiş, "halk sanatçıları"nı sistem içindeki piyasa koşullarına "ben de varım" yakarışlarıydı.
Hiç kimse çıkıp otantikliği müzikle eşgüdümlü olarak giysilerde, yemeklerde, kısaca halkbilimin alanına giren diğer alt kollarda arama, tartışma zahmetine katlanmıyordu. Kısaca, hiç kimse ama hiç kimse suyun başını tutmaktan vazgeçmiyordu. Otantikliğin tartışmalardaki vurucu teması, ürünlerin aslına uyup uymadığı üzerineydi. Ve daha da önemlisi tartışmalarda, söylemlerde bilerek altı çizilen nokta otantikliğin değişmez bir karakterde olduğuydu. Nasıl bir şeydi ki bu, ürünleri değişmez kılıyordu?
Otantiklik tartışmalarında üç görüş öne çıkmaktadır.
1) Folklor ürününün en eski şeklini kabul eden görüş,
2) Günümüzde köylülükte yaşayan şeklini doğru kabul eden görüş,
3) İster köyde, ister şehirde olsun yalnızca yaşayan şeklini doğru kabul eden görüş.
Folklor ürünlerinin geçmişine ilişkin hallerini tespit etmek artık günümüz teknikleri ile daha da mümkün. Ama, önemli altını çizmekte yarar var, teknikten ve çağın getirdikleri yeniliklerden yararlanıp otantiklik adına bu folklorik ürünleri temsil ettikleri çağlardan sıyırıp günümüzde de aynen böyle olacak diye bir ısrarda bulunmak gericiliğin ta kendisidir. Düşününüz, halk müziği sazı olan bağlamanın atası olarak Orta Asya kökenli kopuzu kabul ederiz. Yukarıdaki otantiklik düşüncesiyle, bağırsak ve at kıllarından telleri olan bu çalgıyı hangi müzik normları içine sığdırabiliriz? Nasıl bir armoniyle bu sazdan, günümüz sorunlarını ve taleplerini dile getirmede bir araç olarak yararlanabiliriz?
Halk tanımlaması o denli küçültülmüş, o denli cüceleştirilmiştir ki, okuyan yalnızca halkı köylülerden ibaret sanacaktır. Dolayısıyla halk türküsü de köylü türküsü olarak kabul görecektir. Oysa, ikinci düşüncenin tersine halk ne sadece köylülerden oluşur ne de halk türküsü sadece köylülerin türkülerinden ibarettir. Ve daha da önemlisi halk türküleri bireysel yaratımlı şarkıların tam karşıtı da değildir. Ona tepki olarak halk türküsü oluşmamıştır. Yani, egemenler yine halk türkülerinden yola çıkarak sanatı kendi saraylarında kendi yaşayışlarına özgü hale getirmişlerdir.
Müzik, başta bireyin aratımıyken, ona toplumsal içerik kazandıran zamanın düşünce ve duygularına ezilenler yanında tavır koymasıyla mümkün olur. Eğer müzik diğer sanat koylarında olduğu gibi zamanın ezilenlerini işlemiyor, onların düşüncelerini dile getirip sıçramalarında katkıda bulunmuyorsa, o sanat kim tarafından icra edilirse edilsin nihayetinde egemenlerin denetiminde, egemenlerin çıkarlarıyla uyuşan bir sanattır. Oysa toplumsallaşmış sanat ürünü bireysellikten ve bireyin malı olmaktan çıkıp ortak ürüne dönüşmüştür artık. Sanatı sanat yapan en önemli özellik de budur.
Ayrıca, halkın düşüncelerini dile getiren, emek mücadelesine katkıda bulunan ama dönemin siyasal ve ekonomik baskılarından ötürü yaygınlaşamamış ürünler de vardır. Bu yaygın olmama hali, halkın o ürünlere yakınlık duymadığı düşüncesini de doğurmaz. Dediğimiz gibi bu durum halkın siyasal ekonomik ve eğitim süreciyle doğru orantılı ele alınması gereken bir yöndür. Kısaca, çok satışı yapılan türkü kasetleri halkın tercihi olmaktan ziyade bilinçli bir şekilde egemenlerce seçtirilen ürünlerdir. Bu tür ürünlerde bağlama olması veya olmaması türkü formlarına bağımlı kalınıp kalınmaması o ürünlerin otantik yapıdan etkilenip etkilenmediği gibi mantıkları birbirlerinin karşısına getirmez.
Bir başka dikkate değer konu da halk müziği, okuma yazma bilmeyenlerin, halk müziği sazlarından yalnızca bağlama çalanların işiymiş gibi gösterilmektedir. Kuşkusuz herhangi bir sanat dalına gönül vermek için o alanda ısrarlı, emek isteyen çalışmalarda bulunmak gerekir. Ama bu böyle diye gitar çalan, yan flüt çalan birisinin halk müziği yapması yanlış gibi bir düz mantığı da doğurmaz.
Bu tartışmada önce de belirttiğimiz gibi en önemli konu otantik olanın en eski olanda bağdaştırılmasıdır. Oysa, bu yöntem kesinlikle kullanılmamalıdır. Çünkü, otantiklik değişken bir şeydir. Bugün otantik olarak kabul ettiğimiz yerine yarın başka bir şey koyma mecburiyetimiz doğacaktır. Folklorik ürünlerin bir kısmı ihtiyaçlar doğrultusunda birtakım değişikliklerden geçerek yaşarken, bir kısmı da artık gündeme bile görmez. O sebep bu konuda en tutarlı düşünce üçüncü düşüncedir. Örneğin, elli sene öncelerinden söylenen türkü biçimi ayrılıklar içermektedir. Yarının türkü söyleme biçimi de atılacak adımlarla bu yeni biçimlerin içinden filizlenecektir. Kimi biçimler, örneğin teksesli müziğin yapısını oluşturan makamsal yapı derlenip toparlanarak sistemleşme eğilimi gösterebilecektir. Tıpkı âşıklık geleneğinin ozanlıkta yaşaması, ozanlığın da Ruhi Su gibi ustaların sesinde sıçrama yapması gibi. Oradan da çağdaş halk müziğinin temellerine geçilmesi gibi...
Son olarak, bağlarken, otantiklik tartışmalarına girmek önünde durularak yapılmamalıdır. Bilakis, otantik ürünün en canlı hücresinin neden yaşadığı, nasıl yaşadığı ve yeniye katkısının ne olduğu araştırılmalıdır. Hiçbir sanat üretimini otantik yaklaşımları bağrında taşıyor diye dışlayamayız.
Yine hiçbir sanat ürününü otantikliği bağrında taşımıyor diye de dışlayamayız. Ayrıca bunlar ne basit sanat üretimleridir ne de anlaşılmaz yalnızca dar bir çevrenin yararlandığı sanat ürünleridir. Bunlar yaşamın döngüsünde bağlı bulundukları zamanın tercümanlarıdır.
Sami Güvercin
Ülkemizde son zamanlarda özellikle müzikle ilgili tartışmalarda otantiklik odak noktalardan birine dönüştü. Otantiklik maalesef lastik gibi oraya buraya çekilen, kişiden kişiye daha yerinde bir deyimle kişi veya kurumların keyfiyetine göre, adeta bukalemuna dönüştürüldü. Kimisi otantiklik adına Orta Asya topraklarını kendine kılavuz olarak seçerken, kimisi de bu konuyu tanımlayamamasından ötürü değersiz, üstünde durulmaya değmez bir alan olarak görüp kuşa çevirdi. Bu iki grubun arasında "dinsel ağırlığıyla" kendisini ifade edenler de Alevilik sömürüsünü pişkinleştirdiği dilleriyle "türküler asıllarına uygun olarak okunmuyor"dan yola çıkıp, "verdiğimiz emeğe saygı duyun" laflarına uzanan bir otantiklik savunusuna girdiler.
Tartışmalar uzadıkça her zaman gözümüzün, kulağımızın dibinde biten zatlar bu konuyu öyle bir tartıştılar ki, duyan, dinleyen otantikliğin yalnızca müzikle ilgili olduğunu kanıksar duruma geldi. İnsan ister istemez kendisine soruyor; 'niçin böyleydi ve neden müzik üzerinde yoğunlaşıyordu bu tartışmalar?' Tabii ki, kapitalizmin müzik piyasasını keşfedip bu alandaki kâr isteğinin günden güne katlanarak devamını istemesindendi tüm bu didişmeler ve köşe kapmacalar. Ve daha da önemlisi Pir Sultan geleneğini devraldığını söyleyen ve bu doğrultuda nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan "mehdi"ye methiyeler düzmekten, aşağıyla-yukarıyla ilgilenilmemesini istemekten öteye geçmemiş, "halk sanatçıları"nı sistem içindeki piyasa koşullarına "ben de varım" yakarışlarıydı.
Hiç kimse çıkıp otantikliği müzikle eşgüdümlü olarak giysilerde, yemeklerde, kısaca halkbilimin alanına giren diğer alt kollarda arama, tartışma zahmetine katlanmıyordu. Kısaca, hiç kimse ama hiç kimse suyun başını tutmaktan vazgeçmiyordu. Otantikliğin tartışmalardaki vurucu teması, ürünlerin aslına uyup uymadığı üzerineydi. Ve daha da önemlisi tartışmalarda, söylemlerde bilerek altı çizilen nokta otantikliğin değişmez bir karakterde olduğuydu. Nasıl bir şeydi ki bu, ürünleri değişmez kılıyordu?
Otantiklik tartışmalarında üç görüş öne çıkmaktadır.
1) Folklor ürününün en eski şeklini kabul eden görüş,
2) Günümüzde köylülükte yaşayan şeklini doğru kabul eden görüş,
3) İster köyde, ister şehirde olsun yalnızca yaşayan şeklini doğru kabul eden görüş.
Folklor ürünlerinin geçmişine ilişkin hallerini tespit etmek artık günümüz teknikleri ile daha da mümkün. Ama, önemli altını çizmekte yarar var, teknikten ve çağın getirdikleri yeniliklerden yararlanıp otantiklik adına bu folklorik ürünleri temsil ettikleri çağlardan sıyırıp günümüzde de aynen böyle olacak diye bir ısrarda bulunmak gericiliğin ta kendisidir. Düşününüz, halk müziği sazı olan bağlamanın atası olarak Orta Asya kökenli kopuzu kabul ederiz. Yukarıdaki otantiklik düşüncesiyle, bağırsak ve at kıllarından telleri olan bu çalgıyı hangi müzik normları içine sığdırabiliriz? Nasıl bir armoniyle bu sazdan, günümüz sorunlarını ve taleplerini dile getirmede bir araç olarak yararlanabiliriz?
Halk tanımlaması o denli küçültülmüş, o denli cüceleştirilmiştir ki, okuyan yalnızca halkı köylülerden ibaret sanacaktır. Dolayısıyla halk türküsü de köylü türküsü olarak kabul görecektir. Oysa, ikinci düşüncenin tersine halk ne sadece köylülerden oluşur ne de halk türküsü sadece köylülerin türkülerinden ibarettir. Ve daha da önemlisi halk türküleri bireysel yaratımlı şarkıların tam karşıtı da değildir. Ona tepki olarak halk türküsü oluşmamıştır. Yani, egemenler yine halk türkülerinden yola çıkarak sanatı kendi saraylarında kendi yaşayışlarına özgü hale getirmişlerdir.
Müzik, başta bireyin aratımıyken, ona toplumsal içerik kazandıran zamanın düşünce ve duygularına ezilenler yanında tavır koymasıyla mümkün olur. Eğer müzik diğer sanat koylarında olduğu gibi zamanın ezilenlerini işlemiyor, onların düşüncelerini dile getirip sıçramalarında katkıda bulunmuyorsa, o sanat kim tarafından icra edilirse edilsin nihayetinde egemenlerin denetiminde, egemenlerin çıkarlarıyla uyuşan bir sanattır. Oysa toplumsallaşmış sanat ürünü bireysellikten ve bireyin malı olmaktan çıkıp ortak ürüne dönüşmüştür artık. Sanatı sanat yapan en önemli özellik de budur.
Ayrıca, halkın düşüncelerini dile getiren, emek mücadelesine katkıda bulunan ama dönemin siyasal ve ekonomik baskılarından ötürü yaygınlaşamamış ürünler de vardır. Bu yaygın olmama hali, halkın o ürünlere yakınlık duymadığı düşüncesini de doğurmaz. Dediğimiz gibi bu durum halkın siyasal ekonomik ve eğitim süreciyle doğru orantılı ele alınması gereken bir yöndür. Kısaca, çok satışı yapılan türkü kasetleri halkın tercihi olmaktan ziyade bilinçli bir şekilde egemenlerce seçtirilen ürünlerdir. Bu tür ürünlerde bağlama olması veya olmaması türkü formlarına bağımlı kalınıp kalınmaması o ürünlerin otantik yapıdan etkilenip etkilenmediği gibi mantıkları birbirlerinin karşısına getirmez.
Bir başka dikkate değer konu da halk müziği, okuma yazma bilmeyenlerin, halk müziği sazlarından yalnızca bağlama çalanların işiymiş gibi gösterilmektedir. Kuşkusuz herhangi bir sanat dalına gönül vermek için o alanda ısrarlı, emek isteyen çalışmalarda bulunmak gerekir. Ama bu böyle diye gitar çalan, yan flüt çalan birisinin halk müziği yapması yanlış gibi bir düz mantığı da doğurmaz.
Bu tartışmada önce de belirttiğimiz gibi en önemli konu otantik olanın en eski olanda bağdaştırılmasıdır. Oysa, bu yöntem kesinlikle kullanılmamalıdır. Çünkü, otantiklik değişken bir şeydir. Bugün otantik olarak kabul ettiğimiz yerine yarın başka bir şey koyma mecburiyetimiz doğacaktır. Folklorik ürünlerin bir kısmı ihtiyaçlar doğrultusunda birtakım değişikliklerden geçerek yaşarken, bir kısmı da artık gündeme bile görmez. O sebep bu konuda en tutarlı düşünce üçüncü düşüncedir. Örneğin, elli sene öncelerinden söylenen türkü biçimi ayrılıklar içermektedir. Yarının türkü söyleme biçimi de atılacak adımlarla bu yeni biçimlerin içinden filizlenecektir. Kimi biçimler, örneğin teksesli müziğin yapısını oluşturan makamsal yapı derlenip toparlanarak sistemleşme eğilimi gösterebilecektir. Tıpkı âşıklık geleneğinin ozanlıkta yaşaması, ozanlığın da Ruhi Su gibi ustaların sesinde sıçrama yapması gibi. Oradan da çağdaş halk müziğinin temellerine geçilmesi gibi...
Son olarak, bağlarken, otantiklik tartışmalarına girmek önünde durularak yapılmamalıdır. Bilakis, otantik ürünün en canlı hücresinin neden yaşadığı, nasıl yaşadığı ve yeniye katkısının ne olduğu araştırılmalıdır. Hiçbir sanat üretimini otantik yaklaşımları bağrında taşıyor diye dışlayamayız.
Yine hiçbir sanat ürününü otantikliği bağrında taşımıyor diye de dışlayamayız. Ayrıca bunlar ne basit sanat üretimleridir ne de anlaşılmaz yalnızca dar bir çevrenin yararlandığı sanat ürünleridir. Bunlar yaşamın döngüsünde bağlı bulundukları zamanın tercümanlarıdır.
Evrensel'i Takip Et