22 Aralık 2001 22:00

Hozat'ın bitmeyen öyküsü

Ne yaptılarsa yıldıramadılar bizi, dedi. Köyden göçürdüler. On yıl sonra gelip yeniden şenelttik. Yetmedi, terörü bahane edip yeniden boşalttırdılar köyü.

Paylaş
Hozat'ın bitmeyen öyküsüAYAK İZLERİ / Adnan ÖzyalçınerHozat'tan ayrılmadan bir gün önce Kilise (Yenidoğdu) köyünü görmeye gittik. Elazığ yönüne doğru, ana yoldan ayrıldıktan sonra boş tarlaların arasından kıvrım kıvrım uzayıp giden bir yoldan köye ulaştık.Köy iki bölüktü. Taşlı, topraklı bir yoldan Sorpiyan mezrası denilen ilk bölüme çıkılıyordu. Burası, rüzgârın eksik olmadığı bir tepenin üstündeydi. Evlerin çoğu boşaltılmış yıkık bir durumda. Yığma taştan yapılmış evlerden yalnız birinde oturanlar vardı. Çocuklar hemen gelip minibüsün çevresini sardılar. Onların meraklı bakışları beni etkilemişti. Onun için evin az ilerisindeki boş okul binası, neden sonra, gözüme çarptı. Camları, çerçeveleri sökülmüş, içine saman balyaları istif edilmişti. Ahır olarak kullanılıyor olmalıydı. Yanımıza yaklaşan gençlere sordum. Köyün yeni yeni canlanmaya başladığını söylediler. Kendi evlerinin tam karşısındaki yeni yapılmış beton yapıyı gösterdiler. Yapılıp bitmiş ama daha kimse taşınmamıştı. Sorpiyan'ın az aşağısındaki Loti mezrasına da gelen giden vardı. Toprakları işlemeye başlamışlardı.Köyün öteki yakası Kilise olarak bilinen asıl köydü. Düzlükte ağaçlıklı, genişçe bir alana yayılmıştı. Burası gibi ıssız görünmüyordu. Delikanlıya:- Orada okul vardır inşallah, dedim."Ne olacağı bilinmez" dercesine:- Bu yıl bir ana sınıfı açıldı ama... Diyerek dudak büktü. Öteki çocukların Yatılı Bölge Okulu'nda okuduklarını sözlerine ekledi. Bundan da pek umutlu olmadığı sesinin tonundan anlaşılıyordu.Kilise, gerçekten de ağaçlık, yeşillik bir yerdi. Ahmet Amca'nın önü bostan olan ağaçlar arasındaki evine konuk olduk. Mazlum, gençliğinde arkadaşlarıyla bu eve çok gelip gitmiş. Karşılıklı izlendikleri o günleri andılar.Evin önünde hemen bir sofra kuruldu. Bostandan taze salatalıklarla domatesler toplandı. Koca bir tas çökelek kondu ortaya. Ahmet Amca, 1928 doğumlu; 38 kıyımında 10 yaşlarında bir çocukmuş. Hepsini görüp yaşamış, sonra da sürgün edilmişler köylerinden on uzun yıl... Dönünce yeniden yeşertmişler yakılan yıkılan yerleri. Son yıllardaki olaylar dolayısıyla askerlerin baskılarından da etkilenmişler elbet. Yılmamışlar. Kavruk toprağı bir daha, bir daha canlandırmışlar.- Hayat bu, dedi Ahmet Amca, onlar yıkacak biz yapacağız.Sofrada bulunan Ahmet Amca'nın arkadaşı Hasan Yılmaz da başını sallayarak onaylıyor bu sözü. Yılmaz, Ovacık'tan Çemişgezek'e kadar uzanan boşaltılmış onca köyden Boydaş (Samoşi)'ın muhtarıymış. Kilise'ye arkadaşının köyüne göçmek zorunda kalmış. Hasan Yılmaz 1938 olaylarında 15 yaşında genç bir çobanmış. Bütün o kırımı, yıkımı görüp yaşamış o da.Kendi canıyla koyunlarını o hengameden nasıl kurtardığını anlattı.Kilise, eski bir Ermeni köyü. Evlerin arasındaki eğri büğrü taş döşeli sokakları dolaşırken köyün kilisesinin yıkık duvarlarına rastladık. Mihrap yönündeki iki duvar, yarı yıkık olarak hâlâ ayakta duruyor. Çevresindeki evlerin duvarlarına yıkıntıdan alınan kabartmalı taşlar yerleştirilmiş. İşlenmiş olan bu taşlarla sağlam duvarlar örülmüş. Kilise gene de tümüyle yok edilememiş. İki duvarıyla da olsa köyün yamacında bir simge olarak ayakta kalabilmiş. Kilisenin önünden başlayıp köyün içine uzanan yer yer mermer döşeli, merdivenli yol da o günlerin anısını taşıyor.Köyün yaşlılarından Ermeni kökenli olduğunu söyledikleri Sando Ana'yı arıyoruz. Evine gittik. Ana'nın tarlada olduğunu söylediler. Sando adının Ermenice mi, Kürtçe mi olduğunu bilmiyorum. Köyde herkes onu öyle çağırıyor. Öteki adının Fatma olduğundan söz eden yok.Sando Ana'yı, domateslerin, patlıcanların, biberlerin, fasulyelerin boy verdiği yemyeşil bir bahçede bulduk. Yere oturmuş, bir tepsinin içine topladığı yeşil fasulyeleri ayırıyordu. Bize bakmadı bile. Sennur'la ben sırıklara sarılı yaprakların arasına gizlenmiş fasulyelerden birer avuç toplayıp tepsiye bıraktık. O zaman başını kaldırıp baktı. Başındaki örtüyü düzeltip, bizi daha iyi görmek için olacak, gözlerini kısarak:- Hoş gelmişsiniz, dedi. Sonra yeniden fasulye tepsisine eğildi. Celal, kim olduğumuzu, niçin geldiğimizi, 1938 kıyımında neler yaşadığını öğrenmek istediğimizi Zazaca, Türkçe karışımı bir dille anlattı. Bakışlarını tepsiden kaldırmadan başını sallayarak dinledi hepsini. Hiçbir karşılık vermedi. Uzunca süren bu suskunluk anından sonra, bizle değil de, toprakla, bahçeyi saran bitkilerle konuşuyormuşcasına, kimi Zazaca, kimi Türkçe, belki de arada bir Ermenice çocukluğunda yaşadığı kanlı kovalamacayı, annesinin babasının Kürtlere onu emanet edişlerini, geri gelip almaya söz verdikleri halde dönmeyişlerini, dönemeyişlerini, gelin oluşunu, ardından köylerin yakılıp yıkılarak bu kez Kürt olarak yeniden kovalanışlarını, çoluk, çocuk, genç yaşlı askerlerce süngülenişlerini, döndükten sonra köyü yeniden yeşertmelerini, daha sonra eskerlerin bir daha gelişlerini, köylerini bir daha boşaltmak zorunda bırakılışlarını, bitmeyen bir kaçma-kovalamaca yaşadıklarını bir ağıt gibi dillendirdi. Ardından ne sorduksa, başka bir karşılık alamadan oradan ayrıldık.Akşama Karacaköy'e çağrılıydık. Kilise'den erken ayrılınca akşamı beklemeden Karacaköy'e gittik. Karacaköy, Hozat'ın merkezine yakın bir yerdeydi. Köye ikindiüstü vardık. Köy, 1938 kıyımında öldürülen Sarısaltıkların köyüydü. Büyük kıyımın yapıldığı ölüm çukurunun üstünde bulunuyordu.Köy, boşaltılmış köyler gibiydi. Boş duruyordu. Daha doğrusu bırakılmıştı. Yıkık dökük duvarlar arasında birkaç sağlam ev göze çarpıyordu. Köyün yaşarlığını sürdüren de onlardı.Köy alanı tenhaydı. Orta yerindeki yalaklı, büyük, aynalı çeşmenin başında pek kimse görünmüyordu. Yalnız iki yandaki cılız bostanlara açılan arklardan su yürüyordu.Bizi köye çağıran Şara Ana'nın oğlu Gazi evin kapısında karşıladı. Ev, çeşmenin karşısındaydı. Şare Ana (Şehriban Hanım) sabırsızlıkla bekliyormuş bizi. Gelirken gördüğümüz bostandan toplanmış taze domates, salatalık ve çökelekle karşılandık burada da. Ellerimizi yıkayıp yol yorgunu demeden bizi bekleyen sofraya oturduk.Yemek sonrası çaylar içilirken 33 kişinin öldürülüş öyküsünü bir kez de Şare Ana'dan dinledik.- Şunu bilmenizi isterim, dedi. Her şeyi bilerek isteyerek yaptılar. Bizi muhtarın çağrısıyla çeşme başına topladıklarında ne yapacaklarını bilmiyorduk. Aklımızdan kötü bir şey de geçmiyordu. Aramızdan 33 kişiyi ayırdıklarında, ikimizin de taze gelin olduğu eltimi kucağında iki çocuğuyla aldılar. Nedense beni ve daha birkaçımızı orada bırakıp sıraya katmadılar. "Sizi daha sonra alacağız, bekleyin!" deyip onları götürürlerken ben, eltime "Çocukları bana bırak istersen" dedim. Kollarımı uzattım, vermedi. İkisini de iki göğsüne sımsıkı bastırdı. Askerin biri, olacakları biliyormuş, arkadaşlarına duyurmak istemezcesine, eltimin kulağına, "Çocukları bırakabilirsin, birini olsun bırak" diye yavaşça fısıldadı. Eltim, kabul etmeyip çocuklarla birlikte gitti. Onlar götürüldükten sonra askerler bir daha geri gelmedi. Biz de bir süre bekledikten sonra, kimse görünmeyince köyün dışına kaçtık. Bir gün tarlalarda, dağda, bayırda geceledikten sonra döndük. Olan olmuş, yaralı olarak köye ulaşan Kize Hanım'ın anlattığına göre hepsi süngülenerek öldürülmüştü. O zaman eltimden zorla da olsa çocukları almadığıma yandım. Gömme izni çıkınca eltimin kucağındaki iki çocuğun tam 40 yerinden süngülendiğini görünce büsbütün kara yaslara battım.Çare Ana, bunları anlatırken aynı heyecanı yeniden yaşıyor, göğsü inip inip kalkıyor, gözlerinden yaş fışkırıyordu. Bizim de gözlerimiz dolmuş, ağlamaklı olmuştuk. O, kendini bizden önce topladı. Az önce ağlayan, kara yaslara batan kendisi değilmiş gibi dik bir sesle:- Ne yaptılarsa yıldıramadılar bizi, dedi. Köyden göçürdüler. On yıl sonra gelip yeniden şenelttik. Yetmedi, terörü bahane edip yeniden boşalttırdılar köyü. Gene geldik işte. Hem ölülerimize bir dam yaptık, onları rahat ettirdik, hem yanık toprağımızı yeşerterek kendimizin rahatını sağladık. Her yaz, Elazığ'dan kalkıp geliyorum. Bostanı çapalayıp, sulayarak canlandırıyorum. Toprağın canlanışı, benim de, hepimizin de canına can katacak, bu biline!Şare Ana'nın evinden ayrıldığımızda akşam oluyordu. Çeşme başında bir genç kız su dolduruyor, az ötede iki çocuk gülüşerek birbirini kovalıyordu.Gürül gürül akan su, kovayı çabucak doldurup taşırdı. Çeşme başındaki genç kız, gülümseyerek bize bakarken taşan sular yalaktan arklara, arklardan bostanlara yayılıyordu.
Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

'Tasarruf'un bedeli can

SONRAKİ HABER

Bush'un saldırı planları

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa