27 Ocak 2002 22:00

Bir doktorun uzmanlık alanı:
   İşkence kurbanları

Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda çalışan bir doktor olarak Dr. Önder Özkalıpçı, sadistlerin marifetleriyle ilgileniyor. Diğer doktorların kolesterolün zararlarından söz ettiği gibi, işkencecilerin en gözde yöntemlerinden bahsediyor. Ayaktabanlarının dövülmesi "falaka", tutuklunun kafasının suya daldırılması veya kafasına plastik bir torba geçirilmesi ise, "nefesini kesme" olarak adlandırılıyor. Tecavüz, elektrik şoku ve kafasına silah dayama da kullanılan yöntemlerden. En son "tekniklerden" biri ise, tutuklunun buz blokları arasına sıkıştırılması; böylece fiziksel iz kalmıyor ama birkaç gün içinde akciğer enfeksiyonları görülüyor.

İşkence uzmanı doktor Dr. Özkalıpçı'nın işi, vakfın Türkiye genelindeki 5 kliniğinde tam mesai ile çalışan kabaca bir düzine uzmanla birlikte, polislerin veya gardiyanların işkencesine maruz kaldığını söyleyen erkek, kadın ve bazen de çocukların rehabilite edilmesi. Vitaminler öneriyor, psikiyatrik yardım talep ediyor, yaraları olanlara fiziksel terapi programı tavsiye ediyor. Dr. Özkalıpçı, mahmur gözleri ve gür gümüş rengi saçlarıyla, ağırkanlı bir adam. Lafı ağzında geveler gibi, yumuşakça konuşuyor; ve güldüğünde, -bu meslektekiler sık sık yapmıyor bunu- kahkahalar sessizce, kıkırdamalar şeklinde duyuluyor. Hastaları solcular, Kürtler, travestiler, suçlular veya İslamcılar olabiliyor. Elektrik şokları verilen ve dayak atılan sokak çocuklarını (araba teybi çalarken yakalanan velet hırsızlar) tedavi etti. Onu en çok etkileyenler de çocuklar. "En büyük motivasyon kaynağım" dediği, 7 yaşında bir kızı var. "Onların kendi çocuklarınız da olabileceğini düşünüyorsunuz", diyor genç hastaları hakkında, "Büyüdüklerinde ne yapacaklarını hayal etmek bile güç." İzmir'de doğup öğrenim görmüş, orta sınıf bir ailede büyümüş. Bu mesleğe, 1980 askeri darbesinden sonra, arkadaşlarının başlarına gelenlere şahitlik ettikten sonra girmiş. Lisede okurken, kendini sosyalist olarak tanımlayan biriymiş ve emsallerinin hapse atıldıklarını, dövüldüklerini ve küfürlere maruz kaldıklarını görmüş. Ama eğer gençliğindeki sosyalistliği onu buraya getirdiyse, bugüne kadar gördükleri de idealizmini tüketme noktasına yaklaştırdı. İşinin insanları korkularından uzaklaştırmak olmasına rağmen, şimdi kendisini tamamen kötümser biri olarak tanımlıyor. Hastalarının politik inançlarını, tamamen ne onaylıyor ne de onlara karşı çıkıyor. 1991'de vakfa katılmadan önce ufak bir şehirde hekimlik yapan Dr. Özkalıpçı dostça, kendisini ilgilendirenin hastalarının nasıl işkenceye maruz kaldığı olduğunu söylüyor. "Neden?" demiyor. "Bu benim işim değil" diye konuşuyor. Bazen, insanları "sanki onları tekrar dövülmüş olarak görmek için iyileştirdiği" hissine kapılıyor. O ve arkadaşlarının on yılı aşkın süredir edindikleri bunca tecrübeye rağmen, aldıkları karşılık çok zayıf. Cezalandırılan işkenceci sayısı birkaçı geçmedi.

İnsan hakları ayaklar altında "Çok acı ama az sonuç var" diyor Dr. Özkalıpçı, "Bizimki, sistematik işkencenin olduğu ülkelerden biri. Bu bizim, nasıl desem bilmiyorum, ahlaki acımız." Hükümet yetkilileri ise bu iddiaları kabul etmiyor. Geçen ay, İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen gazetecilere yaptığı açıklamada, son 6 yılda polis nezaretinde 67 kişinin öldüğünü söyledi. Ama 112 güvenlik görevlisi hakkında dava açılmasına yol açan bu ölümlerin, "istisnai olaylar" olduğunu belirtti. Yıllardır Türkiye'nin insan hakları karnesi, yerel ve uluslararası insan hakları çevrelerinde 'rezalet' olarak değerlendiriliyor. İşkence olayları, ülkenin Avrupa Birliği'ne üyeliğiyle ilgili tartışmaların başlıca gündemini oluşturuyor. Geçen ay yayınlanan çarpıcı bir raporda, uluslararası İnsan Hakları İzleme kuruluşu işkencenin "dizginsizce" uygulandığını belirtti ve Türkiye'yi suçladı. Tüm politik çizgilerden kişiler, Dr. Özkalıpçı'nın muayene odasına giriyor; tül perdelerle çevrili boş bir bölüm, menekşe rengi bir tartı ve toprak rengi bir kilim... İşin kendisi politik riskler taşıyor. Bütçesi Birleşmiş Milletler ve bazı başka uluslararası gruplar tarafından desteklenen vakıf, çeşitli olaylar sebebiyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından suçlandı. Vakfın, Olağanüstü Hal yasalarının uygulandığı Diyarbakır'daki -Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgenin merkezi- kliniğindeki hasta dosyalarına geçen Eylül başlarında yetkililer tarafından el konuldu. Hastalardan biri, solgun yüzlü, ince bir dal gibi, 23 yaşındaki Yeliz Saygıner'di. Bir sosyalist yayında yazan Saygıner, kendisinin sayabildiği kadarıyla, 17 yaşından beri yazdıkları ve politik çalışmaları sebebiyle 30 kere gözaltına alındı. Bunların içinde en derin iz bırakanlardan biri, şehrin "terörle mücadele" hücrelerinde geçirdiği 11 gündü. İki gün boyunca, gözleri bağlanmış şekilde bir sandalyede oturtuldu ve uyumsuz bir "seranada" maruz kaldı: bir yandan askeri müzik, öbür taraftan pop kanalları. Sonraki 9 günde ise, sorguya çekenlerle işbirliğine yanaşmadığı için, hortumla üzerine soğuk su sıkıldı, yumruklandı, tekmelendi, kafasına plastik bir torba geçirildi ve bileklerinden parmaklıklara asıldı. Buna benzer uygulamalar sırasında, ipler derisini iyice kesti ve sol kolunda hâlâ duran yaralara yol açtı. Başka bir olayda, cezaevi koşullarının protesto edildiği bir gösteride tutuklanmasının ardından, polisler onu bir minibüsün arkasına tıkıp cinsel tacizde bulundular. "Bu yaşadıklarımı sevdiklerim ve beni sevenlere tüm ayrıntılarıyla anlattım" diyor Saygıner, "Kolaylıkla unutulabilecek şeyler değil." Unutmak, Dr. Özkalıpçı'nın hastalarının çoğu ve kendisi için kolay bir şey değil. Bir hastasının, paranoyaya benzer belirtilerden acı çektiğini hatırlıyor. Genç adam, sürekli ölüm korkusundan söz ediyordu. Polis nezaretinde öldü. Doktorların mesleğinde, ödüllendirilme nadir. İşkencenin fiziksel izleri -mesela delinmiş bir kulak zarı- mahkemeye gitmek için dayanak sunuyor. Geç de olsa, işkence şüphesinin olduğu davalarda mahkemeler artık, devlet görevlisi bir doktorun yanında, vakfın raporlarına da başvurmaya başladı.

Bana dokunmayan yılan... Gördüğü acılar karşısında duyarsızlaşmaktan endişe ediyor mu? Cevabı, halkı için duyduğu endişenin, kendisi için duyduğundan daha fazla olduğuna işaret ediyor. "Bu bizim için gerçek bir travma" diyor Dr. Özkalıpçı: "Bu, tüm ulusun ahlaki değerlerini tahrip ediyor. İşkenceyi normal bir şeymiş gibi kabul etmeye başladığınızda, insani duygularınız tahrip olur." Bazı insanların konuşmaktan korktuğunu sanıyor. Ayrıca, pek çoğunun işkencenin kendi başlarına gelmeyeceğini düşündüklerini ve bu yüzden de umursamadıklarını sanıyor. Çoğu insanın duyarsızlığının derecesini özetleyen, bir Türk atasözünü hatırlatıyor: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. (New York Times) src=/resim/b1.gif width=5>
Başa dön