24 Mart 2003 22:00
Karacadağ'ın söyleyemedikleridir
GÜNÜN YAZILARI
Çîya Qerejdağ ê dibên çîyane*
Çağlar öncesinden püskürmüş volkanik bir dağdır, Karacadağ. Her ne kadar da, Urfa, Mardin ve Diyarbakır illerinin sınırdaşı olsa da; Karacadağ'ın hem dağ, hem de yerleşim yeri olarak muhabbeti ve ilişkisi hemşerisi Diyarbakır'ladır. Karacadağ'ın püskürttüğü lavların koyu gri andezite ya da bazalta dönüştürdüğü taş ve kaya parçaları taa Antep'teki kiliselerin yapılarında dahi kullanılsa da, asıl şekillendirdiği şehr-i kadim Diyarbekir'dir. Urfa'nın ilçesi Siverek'ten çıktıktan sonra, Diyarbakır'a varıncaya kadar sağlı sollu araziyi silme taş ve kayalarla dolu olarak görenler, Karacadağ'ın yalnız taşlık alan olduğunu sanıp yanılabilirler. Ama taşların aralarında ve de altında nelerin gizlendiğini ancak bilenler bilir. Karacadağ işte, uzaktan öyle heybetli gibi durmasa da asırlardır yerinde. Şair boşuna dememiş; "Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan Savrulur Karacadağ, Savrulur Zozan..." ** Tüm Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde, bitki çeşitliliği bakımından zenginlik gösteren ve pek çok bitkinin gen merkezi konumunda Karacadağ. Neredeyse 250'ye yakın endemik bitkinin bulunduğu ve de bioçeşitlilik açısından da epeyce geniş bir alan Karacadağ. Bu bitkilerin 40 ayrı familyayı kapsadığı birçoklarının ifade ettikleri olarak dillendirilirse, zenginliğin boyutu daha da anlaşılır olur. Örnek olsun diye, Terslale'nin anavatanı Karacadağ dersek gerisini siz düşünün. Ve yine bu ülke sınırları içinde yetişen, en az on yabani buğday türünün yarısı Karacadağ kaynaklı. Son 35 yıldır Karacadağ eteklerinde yapılan arkeolojik kazılarda; Karacadağ'da 11 bin yıldan bu yana yabani einkorn buğdayının yerelleştirildiği bilimsel veridir.
Geçim kaynağı hayvancılık Karacadağ'ın çevresinde dengeli bir arazi dağılımı da yok. Zaten mevcut arazilerin büyük kısmı da taşlık. Ekilebilir alanlarsa sınırlı. Tüm bu nedenlerle halkın temel geçim kaynağı hayvancılık. Oldukça sınırlı olan sulanabilir alanlarda da çeltik ekimi egemen. Üretilen Karacadağ pirinci hem bölgede hem de ülke genelinde ünlü ve tercih sebebi. Beyler ve aşiret sofralarının temel girdisi damak tadı açısından da "Qerejdağ pirinci ". Yalnız bu kadarla mı? Değil tabii. Suları, su kaynakları da ünlü Karacadağ'ın. Ve o denli ünlü ki, hikâyesi 500 yıl öncesi Osmanlı'dan bu yana devam ediyor. Kanuni Sultan Süleyman, Bağdat seferine giderken bu sudan içer ve sağlığına kavuşur. "Bayındır ola benim Kara Amidim "der ve ekler: "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi." Suyun adı da var, "Hamravat Suyu". O dönemlerde Karacadağ'ın eteklerinde bu su çıkar ve iki günlük bir yol katettikten sonra "kantara"larla şehre taşınır. Sevda çekenlere... Yetmez, bir de suya kalite kontrolü yapılır. Pamuğu batırırlar bu suya, sonra da pamuğu kurutup yeniden tartarlar, ağırlığında bir değişiklik olmadığını fark ederler. İstanbul'daki Eski Saray Kapısı önündeki Yektâ Çeşmesi suyunda da aynı deneyi yapmışlar. Anlatılır ki, Karacadağ'ın suyu daha hafif gelmiş. Bu duruma tanık olanlar demişler ki; "Safra ve balgamı temizler. Sevdâ çekenleri ise rahatlatır Hamravat". Osman oğullarından Sultan İbrahim Han bu suyun methini duyup "Bana Diyarbekir'den Hamravat suyu gelsin" ferman buyurmuş. Ona Ahmed Paşa Diyarbekir Valisi'yken altı güğüm çinkodan, altı güğüm kurşundan, altı güğüm de senek adı verilen çam ağacından çömleğe Hamravat suyu doldurup mühürletmiş. Suyun İstanbul'a ulaştığı gün İbrahim Han oğlu Sultan Mehmet'in tahta geçme töreni varmış. 8 Ağustos 1648 günü ikindiden sonra Sultan Mehmet önce Hamravat suyundan içmiş ertesinde de tahta çıkmış. İşte bu su, Diyarbekir'in ve Karacadağ'ın yüz suyudur. Bu baptan hareketle Sultan Süleyman demiş ki; "Tanrının rahmeti ve selameti (bu şehrin) üzerine olsun." ***
Kayak günleri "Bereketli Hilâl" diye anlamlandırılan Mezopotamya'nın bu kadim dağının bugünlerinde 2000 metreye yakın doruklarında yaşayanlar, şalvarlarıyla, puşileriyle yeni bir sanat edinmişler. Ha babam de babam durmadan kayak yapıyorlar. Şalvarlarının ağını yelken gibi şişirerek kaya duruyorlar. Ama, ne kadar dağlarının ve de hikâyelerinin farkındalar bilinmez. Bilinen bir şey var ki; Karacadağ'ın üfürdüğü taşlardır Diyarbekir'e şair duyarlılığıyla: "Bu dağ, dağ olalı beri, böylesine bir kin kusmadı. Kini ateş olup, kasıp kavurdu silme ovayı. Ateş söndü, taşlaştı. Ova, silme taşa kesti.
Yanı başındaki şehir, şehir olalı beri, Öfke duydu bu dağa. Hükmün kimedir, Ateş olsan püskürdüğün kadar yakarsın, dedi.
Dağın kusmuklarından surlar ördü bu şehir, İçine de evler... Kimliğini, dağın kustuğu taşlara işledi. Dağ haddini bilsin diye."
[email protected] * Karacadağ, derler ki dağdır. ** Ahmed Arif. Hasretinden Prangalar Eskittim.Cem Yay.1977 iSTANBUL *** Evliya Çelebi Diyarbekir'de. Derleyenler: Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten, Sayfa 263 ve devamı. İletişim Yay. 2003.İstanbul.
Çağlar öncesinden püskürmüş volkanik bir dağdır, Karacadağ. Her ne kadar da, Urfa, Mardin ve Diyarbakır illerinin sınırdaşı olsa da; Karacadağ'ın hem dağ, hem de yerleşim yeri olarak muhabbeti ve ilişkisi hemşerisi Diyarbakır'ladır. Karacadağ'ın püskürttüğü lavların koyu gri andezite ya da bazalta dönüştürdüğü taş ve kaya parçaları taa Antep'teki kiliselerin yapılarında dahi kullanılsa da, asıl şekillendirdiği şehr-i kadim Diyarbekir'dir. Urfa'nın ilçesi Siverek'ten çıktıktan sonra, Diyarbakır'a varıncaya kadar sağlı sollu araziyi silme taş ve kayalarla dolu olarak görenler, Karacadağ'ın yalnız taşlık alan olduğunu sanıp yanılabilirler. Ama taşların aralarında ve de altında nelerin gizlendiğini ancak bilenler bilir. Karacadağ işte, uzaktan öyle heybetli gibi durmasa da asırlardır yerinde. Şair boşuna dememiş; "Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan Savrulur Karacadağ, Savrulur Zozan..." ** Tüm Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde, bitki çeşitliliği bakımından zenginlik gösteren ve pek çok bitkinin gen merkezi konumunda Karacadağ. Neredeyse 250'ye yakın endemik bitkinin bulunduğu ve de bioçeşitlilik açısından da epeyce geniş bir alan Karacadağ. Bu bitkilerin 40 ayrı familyayı kapsadığı birçoklarının ifade ettikleri olarak dillendirilirse, zenginliğin boyutu daha da anlaşılır olur. Örnek olsun diye, Terslale'nin anavatanı Karacadağ dersek gerisini siz düşünün. Ve yine bu ülke sınırları içinde yetişen, en az on yabani buğday türünün yarısı Karacadağ kaynaklı. Son 35 yıldır Karacadağ eteklerinde yapılan arkeolojik kazılarda; Karacadağ'da 11 bin yıldan bu yana yabani einkorn buğdayının yerelleştirildiği bilimsel veridir.
Geçim kaynağı hayvancılık Karacadağ'ın çevresinde dengeli bir arazi dağılımı da yok. Zaten mevcut arazilerin büyük kısmı da taşlık. Ekilebilir alanlarsa sınırlı. Tüm bu nedenlerle halkın temel geçim kaynağı hayvancılık. Oldukça sınırlı olan sulanabilir alanlarda da çeltik ekimi egemen. Üretilen Karacadağ pirinci hem bölgede hem de ülke genelinde ünlü ve tercih sebebi. Beyler ve aşiret sofralarının temel girdisi damak tadı açısından da "Qerejdağ pirinci ". Yalnız bu kadarla mı? Değil tabii. Suları, su kaynakları da ünlü Karacadağ'ın. Ve o denli ünlü ki, hikâyesi 500 yıl öncesi Osmanlı'dan bu yana devam ediyor. Kanuni Sultan Süleyman, Bağdat seferine giderken bu sudan içer ve sağlığına kavuşur. "Bayındır ola benim Kara Amidim "der ve ekler: "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi." Suyun adı da var, "Hamravat Suyu". O dönemlerde Karacadağ'ın eteklerinde bu su çıkar ve iki günlük bir yol katettikten sonra "kantara"larla şehre taşınır. Sevda çekenlere... Yetmez, bir de suya kalite kontrolü yapılır. Pamuğu batırırlar bu suya, sonra da pamuğu kurutup yeniden tartarlar, ağırlığında bir değişiklik olmadığını fark ederler. İstanbul'daki Eski Saray Kapısı önündeki Yektâ Çeşmesi suyunda da aynı deneyi yapmışlar. Anlatılır ki, Karacadağ'ın suyu daha hafif gelmiş. Bu duruma tanık olanlar demişler ki; "Safra ve balgamı temizler. Sevdâ çekenleri ise rahatlatır Hamravat". Osman oğullarından Sultan İbrahim Han bu suyun methini duyup "Bana Diyarbekir'den Hamravat suyu gelsin" ferman buyurmuş. Ona Ahmed Paşa Diyarbekir Valisi'yken altı güğüm çinkodan, altı güğüm kurşundan, altı güğüm de senek adı verilen çam ağacından çömleğe Hamravat suyu doldurup mühürletmiş. Suyun İstanbul'a ulaştığı gün İbrahim Han oğlu Sultan Mehmet'in tahta geçme töreni varmış. 8 Ağustos 1648 günü ikindiden sonra Sultan Mehmet önce Hamravat suyundan içmiş ertesinde de tahta çıkmış. İşte bu su, Diyarbekir'in ve Karacadağ'ın yüz suyudur. Bu baptan hareketle Sultan Süleyman demiş ki; "Tanrının rahmeti ve selameti (bu şehrin) üzerine olsun." ***
Kayak günleri "Bereketli Hilâl" diye anlamlandırılan Mezopotamya'nın bu kadim dağının bugünlerinde 2000 metreye yakın doruklarında yaşayanlar, şalvarlarıyla, puşileriyle yeni bir sanat edinmişler. Ha babam de babam durmadan kayak yapıyorlar. Şalvarlarının ağını yelken gibi şişirerek kaya duruyorlar. Ama, ne kadar dağlarının ve de hikâyelerinin farkındalar bilinmez. Bilinen bir şey var ki; Karacadağ'ın üfürdüğü taşlardır Diyarbekir'e şair duyarlılığıyla: "Bu dağ, dağ olalı beri, böylesine bir kin kusmadı. Kini ateş olup, kasıp kavurdu silme ovayı. Ateş söndü, taşlaştı. Ova, silme taşa kesti.
Yanı başındaki şehir, şehir olalı beri, Öfke duydu bu dağa. Hükmün kimedir, Ateş olsan püskürdüğün kadar yakarsın, dedi.
Dağın kusmuklarından surlar ördü bu şehir, İçine de evler... Kimliğini, dağın kustuğu taşlara işledi. Dağ haddini bilsin diye."
[email protected] * Karacadağ, derler ki dağdır. ** Ahmed Arif. Hasretinden Prangalar Eskittim.Cem Yay.1977 iSTANBUL *** Evliya Çelebi Diyarbekir'de. Derleyenler: Martin van Bruinessen, Hendrik Boeschoten, Sayfa 263 ve devamı. İletişim Yay. 2003.İstanbul.
Evrensel'i Takip Et