19 Temmuz 2003 21:00

Biyoloji ve determinizm

"1870'de Pavia'nın hapishanelerinde ve akıl hastanelerinde, kadavralar ve canlılar üzerinde, delilerle suçlular arasındaki temel farkları belirlemeye yönelik araştırmalar yapıyordum. Aylar geçmişti ama pek başarılı olamamıştım. Kasvetli bir aralık gününün sabahında, birdenbire bir eşkıyanın kafatasında bir dizi atasal anormallik gördüm (...) Suçlunun doğası ve kökeni sorunu çözülmüş gibi geldi; ilkel insanların ve hayvanların özellikleri günümüzde yeniden ortaya çıkıyor olmalıydı." Yukarıdaki paragraf bir bilimkurgu romanından alınmadı. Bu sözler, suçlu olarak nitelendirilen insanların yüzde 40'ının doğuştan suçlular grubuna girdiğini iddia eden ve bu konuda araştırmalar yapan bir "bilim insanı"na ait. Suçun ve suçluların biyolojik kökenleri üzerinde çalışmalar yapan Lombroso, onların anatomik özelliklerini inceleyerek, suçlularda bulunan fiziksel izleri, evrimsel geçmişimizin kalıntıları olarak yorumluyordu. Ona göre, doğuştan suçluların maymunsu özellikleri arasında; görece uzun kollar, kavrama yeteneğine sahip ayaklar, basık ve dar bir alın, büyük kulaklar, kalın bir kafatası, büyük ve çıkık bir çene, erkek göğsünde gür kıllar ve acıya karşı düşük duyarlılık vardı. Ama izler yalnızca fiziksel değildir. Doğuştan suçluların toplumsal davranışları da insansı maymunlara ve bugün yaşayan yabanıl insanlara benzer.

Irkçılığı güçlü destek Doğuştan suçlular gibi yabani insanlar da maymunsu özelliklerini korumuşlarsa, ilkel kabileler de özünde suçlu olarak görülebilirdi. Dolayısıyla suç antropolojisi, Avrupa sömürgeciliğinin doruk noktasında, ırkçılık ve emperyalizm için güçlü bir destek sağlamıştır. Lombroso'nun Suç Antropolojisi ölmüş olsa da, temel önermesi bilinç dışı davranışlar veya suçlu genler ve kromozomlar gibi kavramlarda yaşamaya devam etmektedir. Şubat 1995'te, Londra'da "Suç ve Anti-Sosyal Davranışın Genetiği" adı altında toplanan konferansta Londra Psikiyatri Enstitüsü'nün başkanı Sir Michael Rutter, "suç geni diye bir şey olamaz" derken, Colorado Üniversitesi Davranışsal Genetik Enstitüsü'nden Dr. Gregory Corey, bir bütün olarak genetik faktörlerin şiddete dayalı suçların yüzde 40 ila 50'sinden sorumlu olduğunu savunmuş ve doğum öncesi testlerin bir çocukta onu saldırganlığa ya da antisosyal davranışlara yatkın hale getirecek genlerin bulunduğunu gösterdiğinde kürtajın düşünülmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Maryland'deki NIH Nörogenetik Laboratuvarı'ndan Dr. David Goldman ve Helsinki Üniversitesi'nden Prof. Matti Virkunnen, insanların beyin kimyasallarını işlemelerine benzer şekilde, saldırganlıkla bağlantılı genetik varyasyonları keşfetmek üzere olduklarını söylüyorlar ve The Financial Times'ın 14 Şubat 1995 günkü sayısında Virkunnen, "ilaç şirketleri, buluşlarımızla ilgilenmeye başladılar bile" diyordu. Vernon Mark ve Frank Ervin adlı iki Amerikalı psikocerrah, ABD'deki kent ayaklanmalarının zihinsel sorunlardan (delilik bademcikleri) kaynakladığını ve belli getto önderlerinin beyin ameliyatına tabi tutulmalarıyla bu sorunun ortadan kaldırılabileceğini ileri sürmüşlerdi. Olay on beş bilimci tarafından bir mektupla kınandı. Steven Rose, konferansı "sıkıntı verici, rahatsız edici ve dengesiz" diye tanımlıyordu. Ashley Montague ise, suç işleten şeyin "suç genleri" değil, birçok durumda "toplumsal suç koşulları" olduğunu belirtiyordu.

Psikolojinin durumu Biyoloji dünyasında bu gelişmeler yaşanırken, psikoloji de bu konuda biyolojinin gerisinde kalmıyordu. Bu konuda on dokuzuncu yüzyılın başlarında Schopenhauer, bireysel özellikler gibi görülen davranışların aslında türün geleceğini garanti altına almayı amaçlayan içgüdüler olduğunu iddia ediyor ve Aşkın Metafiziği adlı eserinde şöyle diyordu: "Her şeyden önce, aşkta, erkeğin yapısı gereği vefasızlığa; kadının ise vefalı bir davranışa eğilimli olduğunu söyleyelim. Erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra gözle görülecek biçimde azalır; önüne çıkan her kadın, elde ettiği her kadından daha çekici gelir ona; çeşitliliği arzulamaya başlar. Kadının aşkı ise, doygunluğa erdiği andan sonra artmaya başlar. Bu, doğanın amacının, türün sürdürülmesi ve elden geldiğince çoğaltılması olmasının bir sonucudur. Erkek, bir yılda yüzden fazla çocuğu kolaylıkla yapabilir; oysa kadın, ne kadar erkekle sevişirse sevişsin, yılda ancak bir kez çocuk yapabilir. İşte bundan ötürü, erkeğin gözü her zaman başka kadınlardadır; oysa kadın, bir tek erkeğe iyice bağlanır. Çünkü doğa onu, kendisi farkına varmaksızın gelecekte doğacak çocuğun besleyicisini ve koruyucusunu elde tutacak biçimde davrandırmaktadır." Lombroso'yla çağdaş olan Schopenhauer da suçun ve toplumsal statülerin kaynağını insan doğasının bir sonucu olarak görüyor ve doğal olan bu süreçlerin, insanlar tarafından değiştirilemeyeceğini iddia ediyordu. Yani, kadınların erkekler tarafından kullanılmaları, ezilmeleri ve sömürülmeleri aslında bir doğa yasasıdır ve buna karşı çıkmak da yerçekimine karşı çıkmak gibi bir şeydir. Schopenhauer'ın izinden giden psikanalizcilere göre, insanlar iki içgüdünün (üreme ve öldürme içgüdüsü) kontrolü altındadır. Bu iki içgüdü, sürekli birbiriyle mücadele eder ve üstün gelen taraf o insanın kişiliğini ortaya çıkarır. Freud, bütün doktrinini, libido diye tanımladığı seksüel enerji çevresinde oluşturmuştur. Bireysel ve toplumsal davranışları cinselliğin baskılanması ve bunun türevi olan Oidipus kompleksiyle açıklamaya çalışan psikanalistler de yukarıda bahsettiğimiz sözde bilim insanlarıyla aynı sonuçlara ulaşıyorlardı: Radikaller, yani ilericiler, nevrozludurlar. Onlar, kurulu düzenin ve otoritenin sembolü olarak gördükleri babalarından nefret ediyorlardı ve rejime karşı talepler, eleştiriler, karşı çıkışlar; gerçekte çözülmemiş bir Oidipus kompleksinin ifadesinden, patolojik saldırgan eğilimlerin ortaya çıkışından başka bir şey değildi. Sosyobiyolojinin kurucularından olan Prof. Wilson'a göre ise, "aynı eğitim ve bütün mesleklere eşit erişim hakkı sağlansa bile, politik yaşamda, iş dünyasında ve bilimde erkekler çok daha etkili olmayı sürdüreceklerdir. Çünkü, avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler avlanır, kadınlar evde kalırdı. Bu güçlü eğilim, tarım ve endüstri toplumlarının çoğunda varlığını sürdürdü ve salt bu temelde bile genetik kökene sahip olduğu izlenimi verir."

Neden popülerler Peki, kesin bir olguya dayanmamasına rağmen, bu düşüncelerin popüler olmalarının nedeni neydi? Bu soruyu yanıtlayabilmek için, bilim insanlarının içinde yaşadıkları toplumsal ve politik duruma bakmak gerekir. Kapitalizmin göstermelik "yardım kuruluşları" ve "gönüllü örgütleri"ne rağmen dünyanın birçok bölgesinde insanlar açlıktan ölmekte ve toplumsal dengesizlik uç noktaya yaklaşmaktadır. Bütün bu göstermelik "çaba"ların başarısız olmasını ise iki şekilde açıklayabiliriz: 1) Bu sistem içinde toplumsal sorunları çözmek mümkün değildir ve bu nedenle de köklü bir toplumsal ve ekonomik değişime gitmek gereklidir. 2) Uygulanan programların başarısız olmasının nedeni, insanların içinde bulundukları durumun kendi doğalarından kaynaklanmasıdır. Yani suçlu, kurbanın kendisidir. Örneğin; savaşın ve şiddetin sorumlusu, kapitalist ülkelerin çıkar çatışmaları değil, etçil olduğu varsayılan atalarımızdır. Bütün bu verileri değerlendirdiğimizde, bilimin "tarafsız" olması gerektiğini söyleyenlerin aslında kimin tarafında olduğunu görebiliriz. Bilim, her tarihsel çağda, toplumun egemen değerlerini ve görüşlerini destekleyen ve yansıtan bir sosyal kurum olmuştur. "Köylüler mi, hepsi de canavar Hiçbir şey çirkin değil onun kadar Boyları sanki bir sırık Üstelik biçimsiz mi biçimsiz Sırtları kambur, kıçları çıkık" Ortaçağın Fransız beylerinin en çok sevdiği şiirlerden birinden alınan bu sözlerle Lombroso ya da diğer biyolojik deterministlerin ve psikanalistlerin öne sürdükleri düşünceler arasındaki yakınlık, bilimin egemen ideolojilerden açık bir şekilde etkilendiğini göstermektedir. Biyoloji ve psikoloji alanında birbirine paralel bir şekilde gelişen bu olaylar, her iki bilimin de bilerek ya da bilmeyerek egemen sınıfın ideolojisine hizmet ettiğini göstermektedir. Biyolojide öjenik, biyolojik determinizm ve son olarak da sosyobiyoloji adı altında, psikolojide ise psikanaliz ve evrimci psikoloji ile ifade edilen görüşler, temel olarak insan davranışlarını, insanların sahip oldukları bireysel özelliklerin bir sonucu ve toplumu da bu özelliklerin basit bir toplamı olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Prof. Dr. R. D. Lewontin'in de belirttiği gibi "sosyobiyoloji, insanları, insan hayatının ne olduğuna ve belki de ne olması gerektiğine ikna etmenin en son ve en akıl almaz çabasıdır." Hem sosyobiyoloji hem de psikanalizin ortaya çıktığı dönem, sanayi kapitalizminin gelişmeye başladığı döneme rastlamaktadır. Bu dönemde ortaya çıkan yeni toplum anlayışına göre, birey, bencil ve bağımsız, otonom bir sosyal birim olarak tarif ediliyordu. Toplum ise, bireysel özelliklerin sebebi değil sonucu olarak düşünülüyordu. Tek tek otonom firmalara benzeyen bireyler, birbirleriyle rekabet ederler. Bu bireylere ayrılmış toplum, indirgemeci düşüncelerle (sosyobiyoloji ve psikoloji gibi) tam bir uyum içindedir. Tek tek kısımların ve parçaların, atomların, moleküllerin, hücrelerin ve genlerin bütün halindeki nesnelerin özelliklerinin sebebi olduğuna ve karmaşık doğayı kavrayabilmek için bunların ayrı ayrı incelenmesi gerektiğine inanılmaktadır. Çekingenlik ve girişkenlik, kişisel tempo, spor faaliyetleri, cinsellik, egemenlik, depresyon ve hatta tutuculuk ve liberalizm gibi özelliklerin kalıtsal olduğu ileri sürülmektedir. Fakat bu özelliklerin kalıtsallığı için hiçbir kanıt yoktur. Bazı toplumlarda, güçlü kaslar ya da hızlı koşma yeteneği, insanlara genetik bir üstünlük sağlayabilir. Ama eğer yalan söyleme, hile yapma ve sömürme eğilimine de benzer bir üstünlük atfediliyorsa, bu, böylesi özelliklerin modern toplumda hayatta kalmak için son derece gerekli nitelikler olduğu anlamına gelmelidir ve işin aslında bu durum "piyasa değerleri" savunucularının bakış açısından kusursuz ölçüde doğrudur. Böylesi niteliklerin gerçekte genetik mekanizmayla kuşaktan kuşağa geçip geçemeyeceği son derece tartışılır olsa da, bu niteliklerin burjuva egoizminin en asli özelliklerini oluşturduğu kuşkusuz bir gerçektir. Hobbes'un ifade ettiği gibi, "herkesin herkese karşı savaşı", kapitalist toplumun temel bakış açısıdır. Koşullanma mı? Böylesi bir zihniyetin, "insan doğasının" genetik olarak koşullanmış bir parçası olduğu doğru mudur? Kapitalizm ve onun değerlerinin, yaklaşık 5000 yıllık yazılı tarihin ve 100.000 yıllık insan gelişiminin olsa olsa son 200 yılında var olduğunu hatırlayalım. İnsan toplumu, var oluşunun ezici bir çoğunluğu boyunca "işbirliği" ilkesine dayanmıştır. Aslında insan, işbirliği olmaksızın kendisini hiçbir zaman hayvanların düzeyinin üstüne çıkaramazdı. Rekabet ise insan ruhunun asli bir bileşeni olmak şöyle dursun, yepyeni bir olgu, meta üretimine dayanan bir toplumun yansıması olan, insan doğasını çarpıtan ve onu geçmişte tiksindirici ve doğal olmayan davranışlar olarak görülen davranış kalıplarına saptıran bir olgudur. Piyasanın bencil ahlakını kavramak için sorunu "genlerimiz" gibi bazı gizemli olguların üstüne yıkmak çok kolaydır. Oysa mesele bir zooloji meselesi değil, toplumsal sınıflar meselesidir. Tek tek kapitalistler birbirleriyle rekabet ederler ve kendi rakiplerini mahvetmek için her türlü yöntemi kullanmaktan çekinmezler; yalan söylemek, dolandırmak, sınai casusluk, içeriye adam sokmak, yağmalamak, tüm bunlar normal ticari uygulamalar sayılırlar. Avrupa ve Amerika'da 19. yy'lın başlarından itibaren gündemde olan bu tartışmalara Türkiye'den de Kaan Arslanoğlu'nun Politik Psikiyatri kitabıyla bir halka eklendi. Aslında Evrensel Kültür'ün temmuz sayısında Kenan Ateş'in de belirttiği gibi, Arslanoğlu'nun yazdıkları arasında yeni bir iddia olmamasına rağmen kitap medya tarafından yoğun bir ilgiyle karşılandı. Bunun sebebi ise kitabın içinde yazanların ne kadar yeni ya da bilimsel olduğu değil, yıllardır yabancı "bilim insanları"nın sosyobiyoloji ve psikanalizle ilgili kitaplarının çevirileriyle gündeme getirmek istedikleri bir konunun bu kez yurtiçinden birisi tarafından ele alınmış olması idi. Özellikle bu kitabın da piyasaya sunulması ile birlikte tekrar gündeme gelen psikanaliz konusu ise, Evrensel Bilim'in son iki sayısının (6. ve 7. sayılarının) içeriğini oluşturmakta ve bu konu, psikoloji ve psikanalizin ortaya çıkışından itibaren yürütülen tartışmaların aktarılmasıyla irdelenmektedir. Evrensel Bilim, önümüzdeki sayısında da biyoloji ve genetik konularını işliyor ve güncel olarak "ilişkilendirilmiş" bu alanları ardı ardına gündemine almış oluyor.
Yüksek lisans öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü

Evrensel'i Takip Et