3 Ocak 2005 22:00

Ser sala we piroz be!
   Yeni yılınız kutlu olsun!

Teze civan her gördığan vurılma Kurrelenıp güzellığan kurılma Geçer bi gün bu güzellığ yorulma Bu, dünyadır çarhın bozar tez felek.

Diyarbekirliler tıpkı kendileri gibi eski ve yerleşik şehirlerin sakinlerine benzerlerdi. Bütün bir kış boyunca tüketebilecekleri yiyecek maddelerinin bir çoğunu ve doğal olarak mümkün olanlarının hazırlığını, sonbahar "merhaba" deyip kapıya dayandığında yaparlardı. Zahireden, sebze ve meyve türü kurutmalara, kavurma ve pastırma gibi et ürünleriyle; tatlı türünden cevizli sucuklar, kesme ve pestillere varıncaya kadar bu emeğin ürünüydüler. Sorulması gereken bir sorudur belki, bu denli hazırlık niyeydi? Tabii ki kış boyunca tüketilmek içindi. Televizyon da yoktu. Genellikle kapalı ev ortamında muhabbetler yapılırken, tüketilsin diyeydi bunca hazırlık. Evin yaşlı büyüklerinden hikayeler (çirok), söylenceler dinlenirken tüketilsin, katık olsun diyeydi elbette. İşte yılbaşı geceleri de bu tüketimlere biraz daha fazla gerekçe olurdu. Anneannem bu yılbaşı kutlamaları konusunda çok bağlayıcı yaşlı bir büyüğümüzdü. 31 Aralık ve 1 Ocak'lı yılbaşı kutlamalarına onun ajandasında kesinlikle yer yoktu. Büyük ölçüde kentin ajandasında da yoktu. Daha çok batı dünyasından gelen, onların dini bayramlarını (İsa Mesih'in doğumu), takvimle buluşturma amaçlı uluslararasılaştırılan bir olaydı yılbaşı. Bu nedenle eski Diyarbekirliler bu durumdan ve bu türden kutlamalardan pek haz etmezdiler. Ve bu 31 Aralık tarihli Yılbaşılara rahmetli nenem "Lolık a Fıllan", Hıristiyan eğlentisi derdi. Bir de Türkçe eklerdi nenem: "Oğul bu Gavur Paskalasıdır" derdi. Paskalya demeye bir türlü dili dönmezdi. "Bizim Yılbaşımız 13 Ocak'tır" derdi. Hicri takviminin batı takvimine göre 13 gün geriden izlemesi amaçlı bir kutlama ve gerekçelendirmeydi bizimkisi ve neneminki... Aslında bölgesel anlamda 13 Ocak'a yılbaşı anlamı yüklemlendiren öyle aman aman İslamî bir gerekçe de anımsadığım kadarıyla pek yoktu. Çünkü Diyarbekir'deki ve bölgedeki Hıristiyanlar de "Eski hesap bu gün Ocak ayının 1'i" deyip 13 Ocak'ı yılbaşı olarak işaret ederlerdi. Bu yönüyle de Hıristiyan batı dünyasının yılbaşı takviminden ayrılırlardı. 12 Ocak'ı 13 Ocak'a bağlayan bu "Bizim" diyebileceğimiz yerel yılbaşımız kelimenin tam anlamıyla "Ser ê salê"** idi. Ve tam bir bayram edasında kutlanırdı. Yemekler yapılır, tatlılar hazırlanırdı. Sonbaharda hazırlanan kuru kış yiyecekleri özenle kilerlerdeki sığınaklarından yeşil sırlı küplerinden çıkarılır. Ve o özel yılbaşı gününe hazırlanırdı. Hikayeler anlatılır, tombalalar çekilirdi. 13 Ocak ser salê'sinin bir de sokağa yansıyan yüzü vardı. Şimdilerde dünyanın önemli merkezleri Trafalgar, Kızıl Meydan ve Taksim gibi yerlerinde yılbaşı kutlamaları televizyonlardan izlettiriliyor ya! Bizim Diyarbekir'imizde biraz daha farklıydı. Bir halk kültürü ve yerelin öznelliğiyle kutlanıyordu yılbaşılar. Daha çok çocuklar, yetişkin kadın ve erkeklerin kılığına girerlerdi. Yüzlerini de kömür karası ile boyarlar, sakal bıyık yaparlardı. Eski Diyarbekir evlerinin kapılarına dayanırlardı, ağızlarında tekerlemeleriyle ; "Ser ê Salê / binê salê Pir kurbane / xortê malê." Eski yılın son gününü yeni yılın ilk gününe bağlayan bu gecede evin yaşlısı delikanlıya kurban olsun. Ya da ; "Ser ê salê / bınê salê Xwedê bi hele / Pısinga bınê mankalê." Yılın son gününü yeni yılın ilk günüyle buluşturan bu güzel gecede Tanrı evdeki mangalın dibindeki kediyi bile korusun. Dilekler ne kadar yerellik kokuyor ve ne kadar içten. İşte bu Kürtçe dileklerle çocuklar kapıya dayanırlardı. Ne mi olurdu? Merak ettiniz değil mi? Elbette, "Şakşako"su (kapı tokmağı) çalınan kadim şehrin evlerinin kapıları mutlaka açılırdı. Zaten bir çoğumuz da gecenin o vaktinde "Ser ê Salê " tarafından çalınan kapının heyecanını yaşamak isterdik. İşte bizim Noel babalarımız da o Ser ê Salê'lerdi. Bizlerden birileriydi. Öyle gizli saklı ocak bacasından falan da değil, basbayağı kapıdan giriyorlardı evlere. Hediye getirmeleri falan ne mümkün. Aksine bir şeyler istiyorlardı bizim ser ê salê'lerimiz. Ve vermek gerekiyordu tabii ki. Hele bir de hazırladığımız tatlı ve yiyeceklerden ya da biraz para vermeseydiniz. Cayırtı o zaman kopuyordu işte. Ser ê Salê boylu boyunca uzanıveriyordu yere. "Havar, ez mırım" (İmdat ben öldüm) deyip yerde debelenerek hediyesini almadan gitmezdi. İşte yılbaşılar böyleydi eski Diyarbekir'de. Yerel değerlere sahip çıkmanın bir nedeni de belki de kendini, kimliğini koruma ve sürdürme içgüdüsü müydü, ne? Göz yaşlarımızı da, sevinçlerimizi de doğduğumuz ve yaşadığımız topraklar hak ediyordu. Tabii ki iletişim teknolojisi ve görsel medya bizi esir almadan önce. Zaman çok mu geç eski değerleri yaşatmaya, elbette değil. Belleklerde yaşıyorsa yaşatılabilir kültürler. Ve değil mi ki; Ser sala ve Piroz be. *

* Yeni yılınız kutlu olsun! ** Yeni yıl

Evrensel'i Takip Et