Cemal Süreya'nın 101 yüzü
"Hep yoksuldu. Ölümünden bir gün önce onu gören şair bir doktor, hastaneye gitmesini sağlayabilseydi belki yaşayacaktı daha."
Sennur SEZER*
Cemal Süreya, her bakanın kendini gördüğü bir aynaya benzer şiirler mi yazmıştı? Buna evet diyebiliriz. Her soy şair böyle şiirler yazar. Ama o nedense hep aşk şairi olarak tanındı. Hem de bedensel aşkın şairi olarak. Bu konuda tezler de yazıldı. Bense onu konuşurken yüzü kızaran utangaç bir adam olarak hatırlıyorum 1965'lerden. Ve hüznün şairi olarak. Alaycılıkla, iğneli bir dille gizlenen yalnız dizelere yansıyan bir hüznün.
"ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını "
Yalnızlık duygusunu yenemeyen bir insandı. Özel yaşamındaki kargaşa bununla açıklanabilir. Ama onurunu , özellikle resmi görevlilere karşı, korudu hep. Onun Darphane Müdürlüğü'nden istifasını kim unutabilir. Doğan Hızlan'ın saptaması doğrudur: "Başına konan devlet kuşlarını kovmuş, şiirin korunmasız serçesini baş tacı etmişti..."
Bir şairi anlamak için onun yaşam öyküsüne bakmak gereklidir. Özet olarak şunları hatırlamak gerekli belki: 1931 Erzincan doğumludur. 1938'de Dersim İsyanı'ndan sonra ailesi Bilecik'e sürgün edilmiştir. Bu sürgün yüzünden İstanbul'da okuyamayışı, İstanbul'a bir gelişinde polis marifetiyle geri gönderilişi ancak ömrünün son yıllarında dile getirebildiği gerçekler. Anılarının bir yerinde "sürgün" sözcüğünün üstündeki ağırlığını anlatır. O sıra Türkiye'ye göçmenler gelmektedir. Ninesine sürgün olmanın göçmen olmak gibi bir şey olup olmadığını sorar. Ninesi ona evet yanıtı verince de rahatlar. İşte burada onun sürgün sözünü şiirde kullanışı anımsanmalı:
"kasketimi eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
kardeşim olan gözlerini unutmadım"
Lise parasız yatılı okunacaktır. Sonra Siyasal Bilgiler. Cemal Süreya, parasız yatılılıktan gelen bir bakışla yapmıştır işini. Onun bir cümlesini hiç unutamıyorum, "Sezai Karakoç ile ikimiz iki yoksul Mülkiyeliyiz". Türkçenin iki iyi şairi. Bence üçüncü yoksul Mülkiyeli Şair Ece Ayhan'dı. Yoksulluğun onuru kolay korunmaz. Biraz alaycılık gerekebilir:
"Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani, Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;
Varto depremini düşün, yardım olarak Batı'dan Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sütyeni.
Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti, Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sütyeni,
Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın"
Cemal Süreya , buğulu bir şiir yazdı. Şiirin ve sanatın onurunu korumak için dergiler çıkardı. Çeviriler yaptı. Hep yoksuldu. Ölümünden bir gün önce onu gören şair bir doktor, hastaneye gitmesini sağlayabilseydi belki yaşayacaktı daha. Cemal Süreya portreler yazdı. Döneminin şairleri, politikacıları, şarkıcıları, starları onun zekasının merceğinden geçerek yer aldı "99 Yüz"de. Çeviriler yaptı. Sanat dergilerine projeler götürdü. Çocuk kitapları hazırladı. Ansiklopedilerde de çalıştı galiba. Emekliydi. Çok iş yapıp geçinemeyişi onun her akşam ya da sürekli içişine bağlanacak belki. Ben edebiyatla uğraşmanın emeği kadar gelir getirmediğine bağlayabilirim. İçmesini savunacak değilim elbet. Ama Gorki'nin fırıncı kahramanı Konavalov'u kulağıma fısıldıyor durmadan:
"Hayatın bütün acılarını yaşıyor bu insanlar. Gözleri bizimkilerden bambaşka olmalı. Yürekleri de. Hayata bakıyorlar, yürekleri kederle burkuluyor. Kitaplarına döküyorlar bu kederi. Ama yetmiyor içlerindeki acı çok fazla. Onu ateşle de dağlayamazsın. Tek çare içkiyle söndürmektir. Böylece içiyorlar işte..."
Cemal Süreya'yı özlediğimde kitaplarını açıyorum. Sorduğum sorulara şiirlerinin yanıt vermesini istiyorum. Bu alışkanlığım epey eski. Ölümünden epey önce görüşemez olmuştuk Bugün sanal ortamda aradım onu. Bir şiir sitesinde umduğumdan çok şiiri vardı. Anılarından kesitler. Tam sevinecektim sayfanın bir köşesinde bir de yemek tarifleri bölümü. Üstelik yemek sayfasının ziyaretçileri şiir sayfasından yoğun. İşte o zaman onu öyle özledim ki. Bu çelişkiyi onun esprilerinden başka ne çözümleyebilirdi ki...
*Bu yazı 7 Ocak 2005 tarihinde kaleme alınmıştır