17 Mayıs 2005 21:00

Nice yürekler yakardı 40-50 yıl önce...

Geçen gün bir arkadaşım sormuştu, "Gelecek Çarşamba hangi artisti yazacaksın?" diye. "Fikret Hakan'ı" diye yanıtlamıştım, "Evini, hatta yatak odasını bile..." Arkadaşım gülmüştü, "Bülent Ağabey, sen de zamanında az paparazi değilmişsin" derken. Haklıydı belki, ama o zamanlar ben 21-22 yaşındadım, yani kanı delice akan biri, yani şimdiki gibi "İmambayıldı"ya, yani öztürkçesi "İçi geçmiş dinsel kişi" benzeri olmamıştım. Sonra Türkiye'nin yanına bile ulaşılamayacak, haftada 80 bin satan bir dergisinde, hem de milletvekili maaşından fazla bir aylıkla çalışıyordum. Üstüne üstlük, Kemal Bilbaşar'ın yeğeni Semiral Bilbaşar Genel Yayın Yönetmenimizdi ve "Biz ciddi bir dergiyiz, magazine, uyduruk şeylere yer yok," derdi. (O yüzden de Türkan'la yaptığım uyduruk "Türkan Şoray intihara teşebbüs etti," yazısını koymadı bile.) Hem sonra, Türkan'la, sabahleyin, çalışmaya gitmeden önce, yatak odasında röportaj yaptığıma göre, niçin Fikret Hakan'la evinde, hatta yatak odasında konuşmayayım? O günlerde daha sosyalizmi bile öğrenememiştim, tüm arkadaşlarım gibi. Her gün bir kitap okuyorduk, hazmetmeden, bazı şeyleri anlamadan. Ve bu hazmetmeyenlerin çoğu, zamanı geldiğinde sermayeye, emperyalizmin uydularına kapıkulu oldular. Ben, Tanrıya şükür, önce sevdiğim sinemacılığa yöneldim, yazıyla da olsa, sonra edebiyata, arkasından da politikaya. Holdinglere kapılanmadım, Lâz kökenli olduğumdan, yani "Burun" meselesinden ve O'nun dikine gittiğim için. Neyse...

Fikret Hakan Ege'de Şu sırada Ege'de yaşıyormuş, Fikret Hakan. Onu görüp, örneğin 45 yıl öncesini konuşmak isterdim. Ama ben bu "Ziyaret" açısından tembelim. Örneğin sevgili Sinan'ı babasına soracaktım, "Bu oğlanı cami avlusunda mı buldunuz?" diye, gidemedim. Bir başka örnek, her İstanbul'a gidişimde ya İstanbul'u yürüyerek gezerim ya da Güngör Gençay'ın dergâhında yaşarım... İzmir'de Sadi Hoşses'le, benim çocukluk arkadaşım (!) Sadi Hoşses'le bir türlü konuşamadım ya da dönemin havalı-kaliteli sinema oyuncusu Pervin Par arkadaşımla... Hüseyin Baradan'la konuşamadım... Fikret Hakan'ı istesem bulamaz mıydım? Ama söyledim ya, tembelim...

Portakal sandığı Bugün tonton bir yaşlı olduğunu bildiğim Fikret Hakan'ın hoşgörüsüne sığınarak bir anımı anlatmak istiyorum... Ben, Lale Film Şirketi'nin Almanlarla ortaklaşa yaptığı, "Silahlar Konuşuyor" filmde reji asistanıydım. Yıl 1961... Almancam ve İngilizcem çok iyi olduğu için (Tabii o zamanlar... Şimdi 45 yıl geçti ve üzerinde durmayınca... Neyse...) sürekli çalışıyordum... Barbara Valentin adlı, evlere şenlik fıstık mı fıstık bir aktris vardı. Şimdi ah'ı gitmiş, vah'ı kalmış, hatta vah'ı da gitmiş, 60 küsur yaşında bir hanımcıktır. Barbara o zamanlar ünlü değildi. Ama birkaç yıl sonra, Almanya'nın Elke Somer'inden sonra en ünlü oyuncusu oldu. Fikret Hakan bu kızı tavlamaya çalışıyordu, haklı olarak. Çünkü ikisi de filmin başrol oyuncularıydı. Sonrası üzerinde fazla detaya girmeyeyim... Filmin bir sahnesinde, Fikret'in Barbara'yı kollarının arasına alıp, öpmesi gerekiyordu, senaryo gereği. Ama Fikret Hakan, Barbara'dan oldukça kısaydı. Bir portakal sandığı buldum. Yönetmen Helmut Theumer fikrimi beğendi . Ve Fikret, sandığın üzerine çıkıp, kızı öptü. Yakın plan çekim olduğu için seyirci bu üçkağıdı anlamadı. Tam anımsamıyorum ama, galiba F. Hakan biraz bozulmuştu.

F. Hakan'ın muhteşem evi Maymun iştahlılığım sonucu, reji asistanlığını bırakıp, gazeteciliğe soyundum. Ve bir gün, herkesin dilinde olan, F. Hakan'ın muhteşem evine gittim, foto muhabiri Erol Dernek'le... Türkan'ın, Fatma'nın, Hülya'nın yatak odasını bir kenara bırakın, ama Fikret Hakan'ınki, eminim çok ilgiyi çekerdi. Ve Erol'la ben F. Hakan'ın evinin her tarafını hallaç pamuğu gibi attık. Açık söyleyeyim böylesine düzenli, böylesine titiz biriyle karşılaşmamıştım. Her şeyini kendisi yapıyordu. Ayhan Işık, Zeki Müren ya da başkalarının yanında bir harikaydı, onun evi ve evdeki düzeni. Bunu ben, sanaçı kişiliğine bağlıyorum, onun. Sanatçılar biraz derbeder olur, ama bence sanatçı titiz olmalı, düzenli olmalı ve sevenlerine karşı saygılı olmalı. İşte Fikret Hakan'da bu vardı. Fikret Hakan, sanat yaşamına 1950'de, dönemin Ses Tiyatrosu'nda başlamıştı. Sonra arkası geldi. 1953'te "Köprüaltı Çocukları"yla sinemaya geçti. "Sürgünden geliyorum", "Sürgün", "En büyük patron" filmlerinde yönetmenlik yaptı. Yabancılarla ortaklaşa çevrilen filmlerde de rol aldı. 50 yıl içinde 300'e yakın filmde oynadı. Neler yoktu ki, oynadığı filmler arasında, 1954'te "Cingöz Recai", l955'te "Beyaz Mendil", 1957'de de "Gelinin Muradı", 1958'de "Üç Arkadaş", yine aynı yıl "Dokuz Dağın Efesi", 1962'de "Yılanların Öcü", 1962'de "Ölüme Yalnız Gidilir" (Hayranı olduğum Semra Sar'la birlikte) 1964'te "Keşanlı Ali Destanı" (Bu filmle İzmir Film Festivali Ödül'nü aldı), aynı yıl "Atçalı Kel Mehmet", 1965'te "Bitmeyen Yol" yine aynı yıl "Buzlar Çözülmeden", 1966'da "Toprağın Kanı" , 1972'de "Cemo" 1973'te "Pir Sultan Abdal" ... Ve toplam 300'e yakın film... Sevgili Fiko'nun bir de şiir kitabı var. Ve hemen hiçi kimsenin anımsayamayacağı bir de plağı. Nefis bir türkü söylüyordu. Fikret Hakan. Ve ben bir zamanlar İzmir'de radyo programı yaparken Fikret Hakan'ın bu türkü/şarkı karışımı plağını İzmir'lilere dinletmiştim. Nice filmleri, tv dizileri var, Bumin Gaffar Çıtarak'ın, Yani Fikret Hakan'ın "Pembe İncili Kaftan", "Küçük Ağa", "Duvardaki Kan", "Hanımın Çiftliği" ve diğerleri gibi... Ahhh, bir tembel olmasam, Fikret Hakan'la, Semra Sar'la, Türkan Şoray'la 40-50 yıl öncesine gitmek isterdim.

Evrensel'i Takip Et