15 Ocak 2006 22:00

Buğuya yazılan şarkılar

Sanatçı Servet Kocakaya, 'Kekê' ve 'Ki Zava' adlı albümlerinin ardından 'Pencere' adlı albümüyle dinleyicileriyle buluştu. Besteci yönünün yanı sıra yorumculuğuyla da ilgi toplayan Kocakaya, İzmir ve Diyarbakır'ı birlikte gördüğü 'Pencere'den dinleyicilerine sesleniyor. Servet Kocakaya ile yeni albümü, müzik tarzı, toplum ve yaşama bakışına ilişkin söyleşi yaptık.

Albümlerinizin, albümün içinde söylediğiniz şarkıların genelde bir hikayesi oluyor. Kekê ve Ki Zava'da böyleydi. Son albümünüz Pencere'nin bir hikayesi var mı? Pencerenin her şeyi ikiye ayırdığını düşünüyorum. Diyalogun ortasında durduğunu düşünüyorum. Karşılıklı iletişim kuran ya da kurmak isteyen, kurmak üzere olan ya da birbirine ayrık durmaya çalışan kişi ya da kişileri ayırdığını düşünüyorum. Aslında hayatı "Pencere"nin olduğu yere koyabiliriz, oradan bakabiliriz. O yüzden albümün ismi "Pencere" oldu. "Pencere" diye benim şirin bir türküm vardı. Bu şarkının albümün ismi olmasının temelinde de evet ben yine konuşabileceğim bir araç buldum esprisiydi. Sonradan yakalanmış bir kurguydu. Yoksa öyle somut bir dayanağı yok. "Kekê" gibi yere oturan bir durum değil.

Sizin 'Pencere'nizden nasıl bir manzara görünüyor? Diyarbakır ve İzmir var o pencerede. Ben "D" ve "İ"yi çok büyük yazdım Pencere'de. Kendimi tarif ederken albümün kapağında ben mutlaka bir şeyler yazarım. Bazı şeyleri hissettirmek isterim. Benim Pencerem diye altını çizdiğim bir şey vardı. Diyarbakır ve İzmir'i aynı anda görebildiğim bir Pencere. Benim Pencerem şu an bu. Birçoğuna çok politik geliyor bu. Çok politik insanlara da çok hümanist, çok sevgi pıtırcanlığı gibi geliyor. Çok komik durabiliyor. Ama değil. Bu ülkede iki cereyanın baskısını hisseden yoğun bir kitle var. Aslında halk bu yoğun baskıyı hissedebiliyor. O, her anlamda yaşamın rutin hali, insanları kovuğuna çekiyor. Aslında bağırmak istiyorlar. O buğulara büyük karakterlerle çok büyük şeyler yazmak istiyorlar. Daha çok şey görmek istiyorlar. Ben belki Diyarbakır ile İzmir'i yazdım ama aslında hayatın kendisi o, bizim için bu ülkede. Diyarbakır ve İzmir. Tırnak içinde zıtlıklar. Tarif edilmiş zıtlıklar. Benim için zıtlık değil, zaten birlikteler. Benim yaşamımda, nazarımda zaten birlikteler. Bunun altını çizebildikçe herhalde birtakım şeyleri yenebileceğiz bu ülkede.

Hikaye anlatan, imgeler kuran, metaforlar yapan bir tarza sahipsiniz. Bu tarzı ozanlarda da görüyoruz... Tabii tamamen bir ozan yöntemi ve metodu. Çok uzak değil. Kolaylama da olabilir. Bir hikaye bir logaritmadır, bir mantıktır. Bir mantık bütünlüğüdür. Bir hikayeyi kurgulamak zaten işinizi büyük oranda bitirdiğiniz anlamına gelir. Geriye duygularınız ve matematiksel düşünce yeteneğiniz kalıyor. Bunların hepsi birleşince bitmiş oluyor. Aslında topluma uzak şeyleri yaratabilmek, imgelerle insanları bir yerlere sürüklemeye çalışmak, üstü kapalı şeyleri, biraz zorlanacakları birkaç parametreli problemler sunabilmek. Önde gidenlerin, toplumun önünde olması gereken insanların biraz karmaşık olması gerekiyor. Yoksa bu öndeliğin ne anlamı kalıyor, ben de anlamış değilim.

Özgünlüklerini mi kaybediyorlar? Tabii. Özgünlüğünü ve birazcık o büyülü hallerinin hakkını vermeleri gerekiyor. Dikkat ettiğinizde herkes çıktığında mutlaka starmış gibi davranıyor. Öyle tıraş oluyorlar, öyle giyiniyorlar. Parayı edinir edinmez Amerika'ya kaçıyorlar. Uzak duraraktan bir büyü elde edemezsiniz. Bu gerçek bir büyü değil. Sunduğunuz şeyin büyüsü önemli. Sunduğunuz ürünün içindeki karmaşa önemli. Kolay anlaşabilir şeyler sunuyorsanız, hiçbir özelliğiniz yoktur. Siz de onlardan birisiniz. Onlara hiçbir faydanız olmaz, kendinize de hiçbir faydanız olmaz. Şişirme bir durum. Sadece uzaklaşarak bir büyüyü korumaya çalışırsınız. Basın da sürekli sizi "Bak Londra'ya gitti, Amerika'ya gitti geldi", gibi hâlâ o üçüncü dünya ülke psikolojisini yaşayan insanları aldatarak sizi star pozisyonunda tutmaya çalışır. O yüzden bu toplum şu an hata yapıyor. Bu toplumun suyuna gitmek istemiyorum. Biraz kendimi bu anlamda mutlu etmeliyim. En azından benim gibi düşünen insanlara haksızlık etmemeliyim. Benim durumumdaki, benim rahatsızlığımı yaşayan insanlara en azından bir nebze mutluluk verebilmek.

Diğer iki albümünüzde bazı sözler/kavramlarla Kürtçe'ye yer verdiniz. Ancak şimdi iki tane Kürtçe eser seslendiriyorsunuz? Kürtçe'yle olan bağınızı nasıl ifade ediyorsunuz? Kürtçe ile ilk defa bu albümde buluşuyorum. Kürtçe kelimeler oldu. Ama çok anlamlı bir şekilde birer Türkçe şarkının içinde birer kavram, birer öykünün taşıyıcısı olarak. Kekê, Ki Zava, Piro bunlar hepsi birer Kürtçe kelimeydi ama hiç Kürtçe okumadım. Belki itiraflarda bulunacağım. Ben Kürtçe'yi çok iyi bilmiyorum. Daha doğrusu Kürtçe düşünemiyorum. Asimile edilmiş bir Kürdüm. Ben üniversite döneminde Kürtçe öğrendim. Kulaktan dolma bir Kürtçe vardı ve çok kopuk bir durumdu. Ama üniversite döneminde çok merak ettim ve öğrendim. Kekê'nin Kürtçe'sini yazdım. Kendim yazdım. Burada şunu anlatmak istedim: Biliyorum ki benden bunu istiyorsunuz. Kürtçe şarkı söylememi istiyorsunuz. Ama benden bunu isterken benim bu alandaki performansımı bilmenizi isterim. Sizi kandırmak gibi bir niyetim yok. Ben üretmeyi seven bir adamım. Kötü de olsa Kekê'nin sözlerini de ben yazıyorum. Ve bunu bu topluma hediye ediyorum. Türkçesi ile de Kürtçesi ile de. Ama bundan sonra benden bu anlamda bir çalışma beklerken neyle karşılaşacağınızı bilin. Kötü bir Kürtçem var. Hele üretirken çok sıkıntı çekeceğim. O anlamda performansımı ortaya koyup belki de tepkilerin bir yerde durmasını istedim.



Mahsuni Şerif ve Ahmet Kaya'ya atfen iki parça okuyorsunuz… Mahsuni Şerif'e atfen yaptığım beste ile artık bazı isimlerin değer haline gelmesi, gelebileceği, bunların tarihin içinde, edebiyatın içinde birer imge haline gelebileceğini göstermeye çalıştım. Benim nazarımda büyük bir ozandır. Kendisini tanıyordum. Birisiyle konuşup da daha önceki hayranlığınızı ikiye üçe katlamak büyük bir durumdur. Bende öyle bir etkiyi yaratmıştır. Onu tanıdıktan sonra daha çok hayran olmuştum. Onu Hacıbektaş'ta gömdüğümüz gün, benim doğum günümdü. Böyle bir tesadüf vardı. Oradan dönerken yakaladığım bir espriydi. Bir kurgudur. Sadece Ahmet Kaya değil. Gülten Kaya da var. Ben Ahmet Kaya'yı dinleyerek şarkı söyleyen biriyim. Çocuktum onu ilk dinlediğimde. '84-'85 yılları. Benim müziğe başlamama sebep isimdir. Ve bir tarafımda vardı, bir yerime yapışmıştır. Hiç de tarif edemem. Birçok insan beni onun yerine koymaya çalıştı. Onlara yanlış olduğunu her defasında anlatıyorum. Ama benim derdim şuydu. Çok popüler olmuş bir şarkısından ziyade, çok naif, arkada bir yerde duran ama bana gülümseyen bir şarkısı vardı. Bir de anlamlıydı. Gülten Kaya sözlerini yazmıştı, Ahmet Kaya müziğini. Ben Gülten Abla'yı çok seviyorum. Onları bir arada gördüğüm bir aile tablosudur o eser.

İlk klipi "Doğum Günümde" parçasına çektiniz. Sonraki klip hangi esere olacak? Şilele'ye klip çekeceğiz. Şilele'nin ulusal televizyonda çok yer bulamayacağını düşünerek Kürtçe ve Türkçe iki klip çekeceğiz. Şilele yayınlanabileceği bütün televizyonlarda yayınlanacak. Bu büyük ihtimalle enternasyonal yayın yapan kanallarda olacak. O anlamda çok heyecanlıyım. Çok sevildi. Çok beğenildi. Diğeri için daha karar veremedik. Zindan ya da Savaşçı olarak düşünüyoruz. Ben Eşkıyalar'a çekmek isterdim. Ama Zindan anketlerde önde gidiyor. Ama anketlere göre davranmayabiliriz. Bir sürpriz yapabilirim.

Evrensel'i Takip Et