22 Ocak 2011 01:00

Üniversite yıllarımın en önemli hatıralarından biri Asia Minör’dür. Ne zaman tekrar dinlesem ders notları gitmiyor gözümün önünden. Ankaralı şahane müzisyenler, bence zamanlarının çok ötesinde işler yapmışlardı ve o yüzden bir türlü becerememiştik müziklerini sindirmeyi. Asia Minör’ün bir Kamil Erdem yaratısı olduğunu öğrenmem uzun zaman alacaktı. Ülkemizin en iyi bas gitarcılarından ve müzik adamlarından biri olan Kamil Erdem, çok renkli bir skalada, sayıca bir hayli fazla üretim yapıyor. Yaptıklarına yetişmek çok güç. Fransız Akordiyoncu Rene Sopa ile birlikte hazırladıkları Quartet isimli albüm ise üstadın en yeni çalışması. Trompette Şenova Ülker ve davulda Erhan Seçkin, Erdem ve Sopa’ya eşlik ederken, usta müzisyenler, dinleyicilere Avrupa ve Anadolu’nun geleneksel müziğini kendi müzik potasında eritmiş samimi bir deneyim yaşatıyor.
Albümün sınırlarından çıkarıp, Kamil Erdem’den; Doğu-Batı sentezi, caz müziğin Türkiye’deki algısı, zamanın müziği konulardaki yaklaşımını dinlemek büyük zevkti. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’ne bağlı Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü’nde öğretim görevlisi de olan Erdem, güncel müzik tartışmalarına usta işi bir derinlik sundu.

Rene Sopa ile nasıl tanıştınız?
Rene, İngilizce bilmiyor ben de Fransızca bilmiyorum. Ortak bir dilimiz yok. 2009 yılında bir teklif geldi İstanbul Kültür Sanat Vakfından, Avrupa Caz Kulübü adı altında, bir Türk grubu oluşacak ve artı bir de yabancı misafir olacaktı. Fazla da zaman kalmamıştı festivale. Ben akordiyonu öteden beri çok dinlerim. Evde CD’leri enstrümana göre dizerim ve gitardan sonra akordiyon gelir sıralamada. Rene ile müzik anlayışlarımız ortak olduğundan onu düşündüm…

Sahnede de iyi anlaştınız anlaşılan…
Bir prova ile festival konserine çıktık, çok da başarılı oldu. O teşvikle bir sonraki yıl için birkaç konser ayarladım, Rene’nin o gelişinde hem o konserleri yaptık hem de akabinde kayıtları yaptık.

Çok organik bir şey ortaya çıktığını düşündüm dinleyince. Hani “Üç ondan beş sizden” gibi değil de, bir hayli iyi pişirilmiş, demlenmiş bir albüm..
Zaten öyle de oldu. Konser repertuvarı çok geniş aslında. Orada caz standartları da çaldık, Astor Piazzolla’dan da, bir takım Güney Amerikalı bestecilerden de. Fakat şimdi tutup da albüme alamazsın, alırsın da bunları yapanlar varken dünyada, ben bile kendimden dinleyeceğime onlardan dinlerim.
Dolayısıyla orijinal olsun diye bir tercih yaptık, hem Rene’nin hem benim bestelerim oldu. İkimizin bestelerinin arasında fark yok mu? Var tabii, aynı elden çıkmadığı belli ama parçalar arasında yumuşak bir geçiş olduğunu düşünüyorum. Zorlama, yapay herhangi bir şey olmayan, samimi bir iş ortaya çıktı. Enstrüman düzeyi yüksek, çalan müzisyenler de işinin ehli…

Albümün giriş parçası İmroz’u çok beğendim, dönüp dönüp dinliyorum. Var mı söyleyebileceğiniz özel bir şey bu parça ile ilgili?
Adıyla ilgili yok. Parçaların hepsinin ismi sonradan kondu. Özellikle bu grup için yaptım bu parçayı. Ekipteki enstrümanları düşünerek yaptım. ‘Çengel’ adlı parça da öyle. Bu iki besteyi, trompet ve akordiyonu kaynaştıracak, çok makamsal olmayan ama biraz da oradan imalar taşıyan, ev ödevi yapar gibi bu kriterlerde yaptım... Zaten beste dediğimiz böyle yapılıyor, oturup çalışarak çıkıyor. Bir anda ilham gelip oluşmaz beste, mutlaka elde kağıt kalem oturup, saz, gitar her neyse çalışmak gerekir.

Sizin bas icranız değişik, komalı, makamlı. Bir, doğu kafası var çalışınızda…
Bu albümde yok, bundan öncekinde de yoktu öyle bir icra. Asia Minor’lerde vardı çünkü öyle icra edilen enstrümanlar vardı. Komalı sesleri, kafamda olduğu için, perdesiz basta da mümkün olduğu için hep kullanıyordum. Tabii yine de bir udi gibi taksim yapamam, mümkün değil. Ama Batı ile Doğu arasında gidip gelmeyi çok sevmiyorum aslında. Çünkü o da işin cılkını çıkartmak oluyor.
DOĞU-BATI SENTEZİ MÜMKÜN DEĞİL
Batı ile Doğu sazlarının ve müzisyenlerinin buluşmaları çok revaçta, nasıl bakıyorsunuz bu tip buluşmalara?
Revaçta, ama çok sakil örnekleri var. Doğu-Batı sentezi diye bir şey de olmaması lazım zira tabirin kendisi yanlış. Müzisyenin orijinal kimliğinde bu seslerin ikisi de varsa bunu yansıtır, beğenilir ya da beğenilmez ama samimi olur. Ama bir melodi bul, bunun altına güzelce akorları döşe, Doğu-Batı sentezi olsun. Yok ya! Öyle kolay olmaz o işler. Bir kere her iki müziği hazmetmek zaman alır. Dünyada ulusallığın ortadan kalktığı yerlerden birisi havaalanlarıdır. Çünkü 72 milletten insan orada toplanır. Ben Türk Havayolları’na bindiğim zaman o çıkan müzikten rahatsız oluyorum açıkçası. Kimin olduğunu da bilmiyorum… Neyler üfleniyor, kanunlar çalınıyor, arkadan gümbür gümbür senfoni orkestrası sesleri geliyor. Bu ne o zevke, ne diğerine hitap ediyor. Ne hikmetse yüksek bütçeli gösterilerde, sempozyumlarda falan sunulur bunlar, halbuki dünyada kaç kişi evinde dinler bu müziği?

Şart mı doğuyla batının sentezi?
Yok canım ne şartı, elbette değil. Zaten mümkün de değil. Bir kere zaten melodik yapılar uymuyor, çıkan sound birbirine uyumlu değil. Daha iyi bir örneğe rastlamadım vallahi bu senfonik işlerde, diğerlerinde yine nispeten olabiliyor. Özellikle ut baya kaynaştı. Biraz belki birçok ülkenin müziğinde olduğu için… duduk, balaban da öyle gibi. Hem senfoni olsun hem Türk müziği olsun! Hayır bunlar uymaz birbirine, çok esnafi bir şey bu. Dahası caz ile senfonik müziği bile birleştiremiyorum birbirine. Çünkü müzisyenlerin çalışma şekilleri farklı.

Üsluplar mı farklı?
Tabii, aynen… Notaların birbirine bağlanışı yani artikülasyon dediğimiz şey farklı. Caz başka şey klasik başka, Türk Müziği de başka... Birbirilerine üstünlükleri söz konusu değil, ama bir araya getirmek de şart değil.

Sizin albümde ise bir doğulu bir batılı bir araya geliyor ama sentez samimiyetsizliğine girmiyor… Bu nasıl başarıldı?
Doğuyla batıyı bir araya getirmek diye bir zorlama hakikatten yok. Fransa birçok kuzey Afrika ülkesinin abisi olmuştur ve oradaki sanatçılarla bir alışverişi vardır Rene’nin, etkileniyordur da. Bu şekilde etkilenip kendi müzikal kimliğini yansıtırsa bu sağlıklı bir şey olur.
TÜRKİYE’DE ÖZGÜN ŞEY PEK YAPILMAZ
Sentezler müzikteki tıkanmayı açmak için mi yapılıyor?
Klasik müzik, tamamen eskiyi icra etmek üzerine kurulu. Herhalde en son büyük besteci ‘70’li yıllarda ölmüştür. Şostakoviç’ten sonra o büyüklükte bir isim geldi mi dünyaya bilmiyorum. Tabii bu bittiği anlamına gelmez ama eski hızı da gelmez. Caz da öyle, 1930-60 yılları arasında ne yapıldıysa yapıldı. Şimdi gelenler mevcudu yaşatıyor. Ama cazın şöyle bir şeyi var, bir icranın tekrarı yok, o bir seferlik olduğu için bir şekilde mevcut materyal daha uzun süre götürülebilir. Ama ne olursa olsun yeni bir şeye ihtiyacı var dünyanın. Bu da işte farklı kültürleri bir araya getirerek yapılabilir mi arayışına itti insanları.

Bizim ki gibi bir coğrafyanın etno caz konusunda fakir olması garip değil mi?
Köklü ve gerçek estetik anlamda bir şey çok nadir çıkıyor. Çünkü işin kolayına kaçılıyor. Dünya konjonktüründen etkilenen bir takım işler yapılıyor. Türkiye’de özgün şey pek yapılmaz; genel olarak mevcudu tekrar etmek ve peşine takılmak vardır. İyi işçiler çıkar Türkiye’den, hep çıkmıştır, fakat o işçiliği değerlendirebilecek, işin estetik mimarlığını yapabilecek uygulamalara pek rastlamıyorum. Bu da yine sadece cazla sınırlı bir şey değil, Türk kelimesiyle anılan müzikte dahi bunu görmek mümkün. Mevcudu tekrar ediyoruz ama, yapılan besteler ne kadar o gelenekten gelen zincire halka olabilecek nitelikte, bu dahi sorgulanır.(İstanbul/ EVRENSEL)


AĞIR VE GÖSTERiŞSiZ iŞÇi; BASÇI
Basçılar orkestralardaki en enteresan adamlardır. Böyle herkesin ortak bir tribi vardır da sanki basçı orada değildir, neden?
Belki de tam tersi, herkesle ilgili olduğu için… Trio müziği üzerinde açıklarsam, piyano, bas, davul. Bunların içinde piyano işin beynidir, davul eli kolu, bas da omurgasıdır. Bir bağlantı, bas ikisi arasında. Herkesi kollama görevi basın üzerindedir. Dolayısıyla basçı kendi aleminde görünür ama aslında yaptığı işi iyi bilendir. Bir de çıkardığı ses frekans itibariyle çok önde ve herkesin duyabileceği bir ses değildir. Ağır ve gösterişsiz işçidir basçı.

Başka ne tür projeler var?
Bir albüm yapacağım, ama bu sefer grup müziği olmayacak. Birkaç parçayı arpla birkaç parçayı piyanoyla yapacağım. Yine parçaların birçoğunu ben yapacağım. Repertuvar belli, müzisyenleri de kafamda oluşturdum ve kısmen taslak kayıtlara bile başladım. Bu projeyi de 2012’de çıkarmayı planlıyorum. Bu arada solo bas çalışmalarım devam ediyor. 2010 nisanında Güney Afrika’ya gitmiştim, sırf o konser için solo bas ile bir parça yapmıştım, şimdi o beni bu sene Amerika’ya taşıyacak ve orada solo bas bir konserim olacak.


CAZIN KİTLE MÜZİĞİ OLMASI GEREKMİYOR

Bizim ülkemizde caz neden fazlaca anlaşılmaz algılanır? Caz yapma diye bir laf bile var?
İlla kitle müziği de olması gerekmiyor. Sonuçta bir müzisyen caza tesadüfen girmez, hoşuna gittiği için girer. Cazda para yoktur. Bir de ha deyince çalınabilecek bir müzik değil. Nota okuyan herhangi birisi her türlü müziği bir yere kadar çalabilir; halk müziği, dans müziği, piyasa müziği çalar ama caz çalamaz. Cazı isteyen çalar, isteyen de dinler. Sonuçta Türkiye’de kaç tane caz kulübü var? Nardis Jazz Club dışında ikinci bir klüp var mı? Demek ki burada marjinal bir izleyici var.

Peki bu bir sorun mu?
Değil bence. Caz dinlemeyen toplum, toplum değildir gibi saçmalıklar söylenemez. Zorla insanlara dinletemezsiniz, dinlenip dinlenmemesi benim derdim değil. Benim esas sıkıntı duyduğum gerçek şu: medyanın ve reklam sektörünün insanları yönlendirmesinin bu kadar açık olması. Mesela Tuna Ötenel Türkiye’deki en iyi üç ve beş caz müzisyeninden biridir. Biz yıllarca Tuna abi ile boş tribünlere oynadığımız oldu. Ama bir başka caz piyanisti, Tuna abinin çırağının çırağı olamayacak biri dolu salonlara çalabiliyor. Şimdi ben şunu soruyorum: tamam caz sevmek zorunda değilsiniz de yıllardır Tuna Ötenel’den esirgediğiniz ilgiyi hiçbir yeniliği olmayan birine neden sunuyorsunuz?
DİNLEDİĞİ MÜZiK KİMLİĞİNİN PARÇASI OLAN BAŞKA ÜLKE BİLMİYORUM Caz konserine gitmek bayağı sükseli bir şey de değil mi bizde? Anlasın anlamasın… Bu çarpık batılılaşmanın ilginç tezahürlerinden biri. Benim hayatım Türkiye’de geçti ama sıkça dışarı gider gelirim. Dinlediği müziğin kimliğinin bir parçası olduğu, bir başka ülke ben bilmiyorum. Yani insanlar caz seviyorum diye bundan bir gurur duymaz dünyada. Burada sevmediği halde “Seviyorum” diyen çok insan vardır. Konserlere gidiliyor, bilet için kuyruklar oluşuyor falan ama tabii bu Türkiye’deki caz dinleyicisinin çok olduğunu göstermiyor. Onun olmadığını görüyoruz, zira caz kulüpte yaşar. Bir dönem de klasik müzikte vardı bu “Adam dediğin klasik müzik dinler” falan şimdi o biraz kanıksandığı için caz daha afili geliyor göze.
Devrim Büyükacaroğlu

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et