09 Ocak 2011 09:17

Ara Güler: Görüntünün değil yaşamın peşindeyim

Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. 'Efendilik', yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli sayılır.

Paylaş

Devrim Büyükacaroğlu
İSTANBUL

Bizde ünlünün, yeteneklinin, başarılının abartılı bir mütevazılığa sahip olması beklenir. “Efendilik”, yetenek ve çalışkanlıktan daha önemli bir meziyet sayılır nedense. 1961’de dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımlanmış Ara Usta. Efsane Magnum fotoğraf ajansının kıdemli üyesi, fotoğrafladığı pek çok ünlü bir yana, Picasso'’yu fotoğraflayan bir kaç kişiden biri. Eski İstanbul’u onun gözüyle biliyoruz. Ara Güler fotoğrafı diye bildiklerinizin dışında, “Ah ne güzel bir eski İstanbul fotoğrafı” dediğiniz bir şey olursa, o da muhtemelen Ara Güler işidir. Niyetim Ara Güler’i tanıtmak değil, onu bu küçücük alanda beceremem zaten.
Şuraya gelmeye çalışıyorum. Ara Güler büyük bir ustadır, işinin en iyisidir. Ve fakat “mütevazı” falan değildir, gençleri teşvik etmek için beyaz yalanlar söyleyen şefkatli bir ihtiyar da değildir. Dili de fotoğrafları gibi gerçekçidir.
Gerçeği karşısındakinin suratına patlatırken hiçbir çekince duymayan Ara Güler’in temel tezlerini kavratmaya hala muvaffak olamadığını görmek enteresan. “Ben sanatçı değilim” dedi belki bin defa, ama “mütevazı sanatçı” diye sınıflandırıldı. “Ben fotoğrafçı değil foto muhabirim” dedi bir o kadar, “şahane fotoğrafçı” diye anıldı. Demek ki harbi konuşmak yetmiyormuş, bir de harbi dinleyici gerekiyormuş.
Ara Güler'’in, 1952’'de Kumkapı’'da, bugün artık tarih olmuş balıkçı semtinde geçirdiği günler sırasında çektiği fotoğraf ve yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık tarafından Kumkapı Ermeni Balıkçıları adıyla yayımlandı. “Ben görüntünün değil yaşamın peşindeyim” diyen Usta, dile hakimiyetinin de fotoğraflarından geri kalmadığını gösteriyor Kumkapılı Balıkçıları anlatırken. Öyle ki okuduğunuzda fotoğraflara bakmasanız da oluyor pekala…

Nasıl ortaya çıkartıldı Kumkapılı Ermeni Balıkçılar röportajınız?
Bu kitabın adı Kumkapı Balıkçıları’dır. Bu eskiden yaptığım bir röportajdır. Bunlar tutmuş, Ermeni Balıkçıları yazmışlar, değildir. Ben onu yaptığım zaman lisede talebeydim. 52 senesiydi. Onlar bulmuşlar gazetelerden, “Bunu basalım mı” dediler, ben de “Git bas” dedim. Unutmuşum bile röportajı…

Bütün röportaj yaptığınız balıkçılar Ermeni sanki…
Ne münasebet. Patronlar hep Ermeni olur, gerisi Lazdır, Karadenizlidir.

İnsanların pek de bilmediği öykücülüğünüzle tekrar karşılaşıyoruz kitapta. Öylesine güçlü bir anlatım var ki insan fotoğraflara sonra bakıyor, bakmasa da oluyor hatta. Hiç “Öykü mü yazsam, fotoğraf mı çeksem” diye çelişkide kalmadınız mı?
Galiba ben yazı yazarken de fotoğraf çekiyorum. Yazılarımı yazıp fotoğrafı tarif ediyorum. Ben hayatı tarif ediyorum. Bir gazetecinin de vazifesi hayatı tarif etmektir. Gazeteci edebiyatçı değildir, unutma. Gazeteci bir yaşam parçasını getirir sana gösterir. Sanatla da ilgili değildir.

Anlatımın lezzeti neyle ilgilidir?
Lezzeti senin diline bakıyor, artikülâsyonuna, tahsiline bakıyor. Ben bunları yazdığım zaman bütün dünya klasiklerini okumuştum.

Mesele hayatı anlatmak yani sadece…
Fotoğraf mı çekiyorum, hikaye mi anlatıyorum? Bilmiyorum. Çünkü ikisi benim için aynı. İkisi de fotoğrafta, görselde birleşiyor. Sana bir sahil anlatıyorum. O sahilde Kumkapı balıkçılarını, tekneleri anlatıyorum. Sen okuduktan sonra zihninde canlandırıp, sinema haline sokacaksın, o aktörler içinde oynayacak. O zaman hayat buluyor. Yoksa durgun bir dünya olur.

Eğer fotoğrafı bırakıp, öyküye devam etseydiniz bugün belki Sait Faik gibi Türkiye’nin en büyük öykücülerinden biri olurdunuz gibi düşündüm…
Büyük öykücüydüm zaten de Sait Faik çok büyüktür.

Türkçe öyküler de yazmışsınız ama Ermenice öyküleriniz daha çok. Hangisiyle daha iyi ifade ediyorsunuz kendinizi?
Türkçe tabii ki. Ermenice ben o zaman bilirdim, sonradan unuttum. Bilirim de zor konuşurum.

Piyes yazma hayaliniz neden gerçekleşmedi?
Gerçekleşmedi çünkü gazeteciliğe başladım. Daha cazip geldi gazetecilik. Düşünsene bir yerden bir yere gidiyorsun, farklı farklı adamlarla tanışıyorsun, başka başka dünyalarla… edebiyat dünyası karamsar bir dünyadır. Bir evin içinde imajinasyonunu kullanarak bir şeyler yaparsın. Enternasyonal gazetecilik yaptığım için, büyük gazetelerde çalıştığım için dünyanın bir ucundan öteki ucuna gidiyorum. Başbakan olsan gidemezsin.

Sokakta olmayı daha çok tercih ettiniz yani...
Ben insanları seviyorum. İnsanlar bana bir şeyler anlatıyor, bir şeyler öğretiyor. Benim İstanbul’da öğrenecek bir şeyim yok artık ama şimdi bana desen ki Latin Amerika’ya git, gitmek isterim.

KOCAMAN BİR DÜNYAYI YIKTILAR

Röportaj yaptığınız reislerin, hepsi “Bizden artık gitti balıkçılık, biz son Ermeni reisleriz” diyor. Nasıl biliyorlar son olduklarını?
Bu dünya yok artık (Kitabı gösteriyor, açıp, karıştırmaya başlıyor), onu yıktılar, Adnan Menderes yıktı. Benim vazifem de Adnan Menderes’i takip etmekti. İstanbul’un 1958 yıkımlarının başında Adnan Menderes vardı, sanki mühendistir. Sahil yolu hiç yoktu. Sahil yolu yapıldı, Kumkapı gitti. Orada dört-beş tane salak balıkçı dükkanı koydular. Küçücük bir liman koydular. Şimdi bir tane balık hali var. Yıkılmış kocaman bir dünya var. Böyle gırgır yok, böyle bir yer yok artık. Şimdi bu tekneler, goygoycular da var bunların içinde. Böyle bir yer yapabilir misin? Tiyatro dekoru gibi. Surların önü yok, daha yol yapılmamış. Tiyatro dekoru diye yap bunu bakayım, yapamazsın. Milyarlar ister. Bu elinde hazır varken, turizm yapacağım diyorsun, bunu yıkıyorsun. Nasıl yaparsın abicim? Beş yüz sene sürmüş bunun yapılması. İki tane yer var Türkiye’de öyle. Bir tanesi Kazlıçeşme dericileri, bir tanesi Kumkapı balıkçıları. Fatih Sultan Mehmet’ten beri var olan şeyler bunlar. Camisi var, kilisesi var, sinegogu var. Aslında bir din ayırımı yok ki, hepsi bir. Yetmişli senelerde çıktı bu boktan şeyler.

Sanki eski İstanbul değil de, başka bir ülke gibi…
Bu ağlar rengarenktir, mavidir, üstündekiler sarıdır, kırmızıdır. Naylon ağlar değil, örülmüş ağlar bunlar. Kadınlar bunları hep tamir yapar. Her avdan sonra ağlar yırtılıyor. Yaşlı balıkçılar da örer. Bir ağın kaç para olduğunu biliyor musun? İki-üç milyar liradır. Az para değil. Bütün bunlar için yer lazım, mesafe lazım ağları sermek için. Onun için o evler var. Balıkçı barınakları bunlar. Mesela Karadeniz’den kırk tane herif geliyor, onların yatakhanesi bunlar.

İSTANBULLU, İNSANLIK MEDENİYETİNİN ÇOCUĞUDUR

Dacal Reis diyor ki, şimdi balıkçılık kalmadı. O da acıyla bakıyor 1950’de ki İstanbul’a. Biz buradan bakınca eski İstanbul sizin çektiğiniz İstanbul’muş gibi geliyor...
Eski İstanbul değil be benim çektiğim, en son İstanbul o.

Fotoğraflarını çektiğiniz İstanbul büyük bir hızla yıkıma uğradı. Siz dünyanın sayılı fotoğrafçılarından birisiniz. Dünyanın her yerinde de yaşardınız. Niye bu kentte kaldınız?
İstanbul’da doğmak bir avantajdır be! Bir Alman olacağıma, bir İstanbullu olmayı tercih ederim. Düşünün Alman olduğunu, intihar edebilirsin. Hollandalı ol mesela, Hollandalı kimdir? Yedi sekiz medeniyetin üstünde kurulmuş bir medeniyetin çocuğuyum ben. Bu ne Ermeni medeniyetidir, ne Türk medeniyetidir. Bir insanlık medeniyetidir. Dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya’dır, Hıristiyanlığın sembolüdür. Dünyanın en büyük camilerinden bir tanesi Süleymaniye’dir. O da Müslümanlarındır. Türkiye’de yaşayanın otomatikman kanında 16 tane medeniyetin tortusu vardır. Bilsen veyahut bilmesen de senin kanında vardır.

HİÇ DEĞİLSE BAKMAYI ÖĞRENİYORLAR

Şimdi herkesin elinde bir kamera var, fotoğraf çekmeyeni dövüyorlar neredeyse. Bu iyi bir şey mi?
İyi iyi. Hiç değilse bakmayı öğreniyor. Başka zaman hiçbir yere bakmayacak. Bir eğlence, şimdi öyle bir hastalık da çıktı.

Peki herkesin elinde makine olduğu bir dönemde iyi bir fotoğrafçı ya da iyi bir foto muhabirinin yetişmesi imkanı daha mı kolay?
Yok, makine değil herifin elindeki, oyuncak o, ondan bir netice çıkmaz. Teknikleri yetersizdir o makinelerin. Böyle yapıp fotoğrafın ağzına sıçıyorlar. Hiç değilse fotoğrafla uğraşmasınlar da fotoğraf kendi yapacağını yapsın. Bunlar fotoğrafçı değil.

TÜRK GAZETECİSİNİ KAPIDAN KOVSAN CAMDAN GİRER

Gazetecilik, Kumkapı Balıkçıları röportajınız gibi bir habercilik tarzını neden terk etti sizce?
Şimdi gazeteci filan değil ki çoğu, oduncu da olabilirler aslında. Eskiden röportaj öyle yapılırdı. Ben hakiki gazetecilik yapılan yerlerde çalıştım. Hürriyetmiş bilmem neymiş bunlar benim için gazete filan değil. Benim çalıştığım gazetelerde bunlar kapıcı odası olur. Ben Time’ın adamıyım. Time-life dünya imparatorluğu. Devletler kurar, devletler yıkar. Der Stern, Paris-match… Ben hakiki gazeteciliği oralardan öğrendim. Bizim Türk gazeteciliğinin de çok önemli bir özelliği vardır ama. Bir Türk foto muhabiri veyahut gazetecisi bir yere gönderildiği zaman yazı işleri müdürü tarafından, muhakkak o işi iyi veya kötü yapar, boş dönmez.

Neden öyle?
Çünkü yaradılışı öyledir. Halbuki bir İngiliz’e polis, “Hayır giremezsiniz” desin, geri gider. Bizimki gitmez, arka taraftan girer içeriye. Esasında iyi gazetecilik benim için odur. Şartlar ne olursa olsun, bütün engelleri yenip haberi yapan adama gazeteci denir. Türkler, yırtıktır, kapıdan kovarsın, camdan girer. Evi yıkar girer.

 

FOTOĞRAF DEĞİL IZDIRAP ÇEKİYORLAR

Eskiden insanlar fotoğraf makinesine daha yabancıydı. Şimdi herkesin elinde var bir tane...
Var ama ne olacak? O zannediyor ki fotoğraf çekiyor. Ama ıstırap çekiyor onlar. Ha kuyudan su çekmiş, ha ıstırap çekmiş, ha dişini çekmiş hepsi aynı. Herif sadece çekiyor.

Sizin fotoğraf çektiğiniz zamanlarda insanlar fotoğraf makinesine bugüne oranla çok yabancı. Ona rağmen fotoğraflarda sanki çeken yok, insanlar varlığınıza kayıtsızlar…
Ben öyle habersiz çekiyorum çünkü. Hayatı çekiyorum ben, insanların kendisini değil. Ben farkında olmadığı zamanı bulurum. Magnum ekolü budur. Hakikate en yakın fotoğraf.

Şimdi biraz fotoğraf avlanıyor gibi.
Ben görüntü peşinde değilim ki, ben yaşamın peşindeyim. Aramızda fark odur. O fotoğrafçı, ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim, hiç de olmam.

Her fotoğrafınızda mutlaka insan var bir de. Neden?
İnsan olmasaydı neyin resmini çekeceksin? Kaplumbağanın mı resmini çekeceksin yoksa denizin mi? Güneş kırmızı batıyor diye gider resmini çeker. Dünyanın her yerinde güneş aynı renk batar be.

Edip Cansever size atfettiği şiirin sonunda “İnsansız anı yoktur, var mıdır?” diye soruyor; bundan mı bahsediyor?
Bilmem ki Edip ne yazmış, farkında değilim. Edip benim çok iyi arkadaşım. Biz aynı kafadaki herifleriz. Kapalıçarşı’da dükkanı vardı, her gün orada oturur, kafayı çekerdik. Çok iyi herifti, beraberce buraları dolaşırdık.

 

BANA ARA GÜLER'’İ TAKDİM EDECEK ADAMI BEKLİYORUM HÂLÂ

Bu size sorulacak soru değil belki ama Ara Güler diye birisi olmasaydı İstanbul'’dan ne eksilirdi?
Ne eksilirse eksilsin. Zaten öyle. Sen zannediyor musun ki Ara Güler’i herkes biliyor. Ara Güler’i biliyor, nasıl biliyor? Ara Güler’i ressam zanneder çoğu. Ressamlar bana resim vermiş. Sergi açtım Yapı Kredi’de. Öğretmen talebeleri toplamış gelmiş. Ara Güler sergisi diye getirmiş. “Evladım” dedim yanlış söylüyorsun, “Benim resimlerim değil, bunlar, bana verilen resimler.” Bu öğretmenin talebesi ne olacak? Hiçbir bok olmayacak. Bütün bu gördüğün, üniversite mezunu dediğin eski orta mektep mezunudur. Gazeteciler “Zafer Bayramı nedir?” diye sokağa çıkıyorlar, elli kişiye soruyorlar, on iki kişi biliyor ne olduğunu…

Çok milliyetçi bir ülkeyiz üstelik, Zafer Bayramı’nı bilmemiz gerekir…
Sorsan Cumhurbaşkanı kimdir desen, cumhurbaşkanı nedir bilmez herif. Türk-İslam eserleri müzesinde halıları çekiyordum. Eski Selçuk halıları filan. Orada turistleri gezdiren bir rehber geldi. “Abi merhaba” dedi. Yanında da bir sürü turist var ama turistler gavur. “Abi Ara Güler’'i tanır mısın?” dedi bana. “Yo dedim tanımıyorum.” “Dün akşam beraberdik abi” dedi. “Çok iyi adamdır, ben tanıştırayım sana bir gün.” Bana Ara Güler'’i takdim edecek. Bugüne kadar bekliyorum, Ara Güler'i takdim edecek.

ÖNCEKİ HABER

Sporda şiddetin sorumluları ve GARABET kanunlar

SONRAKİ HABER

Ekonomik durgunluğun sonu mu? Kim kimi kandırıyor?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa