09 Ocak 2011 00:00
Ekonomik durgunluğun sonu mu? Kim kimi kandırıyor?
Medya bize iktisadi krizin sona erdiğini, ekonominin normal üretim ve kâr standardına geri döndüğünü söylüyor. 30 Aralık günü Le Monde gazetesi bu durumu alışılageldik muazzam manşetlerinden biriyle özetledi:
Medya bize iktisadi krizin sona erdiğini, ekonominin normal üretim ve kâr standardına geri döndüğünü söylüyor. 30 Aralık günü Le Monde gazetesi bu durumu alışılageldik muazzam manşetlerinden biriyle özetledi: Amerika Birleşik Devletleri ekonominin yükselişe geçeceğine inanmak istiyor. Durum aynen budur! Sadece Amerikan halkı değil herkes buna İnanmak istiyor. Peki, gerçekte vaziyet böyle mi?
Öncelikle, defalarca dile getirdiğim üzere bir durgunluk değil buhran dönemindeyiz. Birçok ekonomistin bu tip durumları açıklamak için birincil olarak borsada fiyatların yükselişini baz alan geleneksel tanımları vardır. Bu kriterleri kullanarak büyüme ve kârlılığı ispat etmeye çalışırlar. İktidardaki siyasetçiler de bu saçmalıkları sömürmeye bayılır. Fakat ne büyüme ne de kârlılık durumu açıklamak için uygun ölçütler değildir.
En kötü dönemlerde bile kâr edenler vardır. Önemli olan, kaç kişinin ve kimlerin kâr ettiği. İyi dönemlerde ekonomik merdivenin tepesindeki ve aşağısındakiler arasında büyük farklar olsa da pek çok insan maddi durumlarında bir düzelme hisseder. O eski deyişte olduğu gibi, sular yükseldi mi tüm gemiler yükselir; en azından birçoğu
Fakat dünya ekonomisi durgunlaştığında ki 70lerden beri hep bu vaziyettedir- birkaç şey meydana gelir. Kazançlı bir işte çalışmayan, asgari seviyede gelire sahip olan insanların sayısı dikkat çekici bir artış gösterir ve böyle olduğu için de ülkeler birbirlerine işsizlik ihraç etmeye çalışır. Buna ek olarak, siyasetçiler, emeklilerin ve henüz çalışma yaşına gelmemiş gençlerin gelirlerinde, ayrıcalıklarında kesintiye gider ve buradan elde edilen artıklarla iş gücüne dahil seçmenlerin memnuniyetsizliği azaltılmaya çalışılır.
Bu yüzden her ülkeyi ayrı ayrı değerlendirirken bazılarının durumunun diğerlerinden iyi olduğunu gözlemleriz. Fakat hangi ülkenin iyi gözüktüğü büyük bir hızla değişir, son 40 yılda bu devamlı böyle olmuştur.
Ayrıca durgunluk devam ettikçe olumsuz resim büyür ve medya krizi dillendirdikçe politikacılar da çabuk çözümlere başvurur. Kemer sıkma politikalarından bahsetmeye başlarlar örneğin bu emekli maaşlarının, eğitim ve çocuk bakımı giderlerinin kesilmesi, azaltılması demektir. Ya da istihdam oranlarını anlık da olsa arttırmak için -başka ülkelerin istihdam rakamlarını azaltmak pahasına- para birimlerinde devalüasyona giderler.
Emeklilik problemini ele alalım. 2009da Alabamadaki ufak bir kasaba emeklilik fonunu tüketti. İflasını açıkladı ve eyalet yasalarını ihlal ederek emekli maaşlarını ödemeyeceğini açıkladı. New York Timesın belirttiği gibi Emeklilik fonları tükendiğinde bunun ceremesini sadece emekliler çekmez. Eğer bir şehir hukuka uygun olarak emeklilerin ücretlerini yıllık operasyon bütçesinden ödemeye kalkarsa bunun altından kalkmak için ya vergileri arttırmak zorundadır ya da hizmetlerini yüksek oranda azaltması gerekir. Şehrin o anki çalışanları ise kendilerini gelecekte içinde olmayacakları bir emeklilik planı için ödemeler yaparken bulabilir.
Fakat bu, hukuki olarak dengeli bütçelere sahip olması gereken yani bütçelerini denkleştirmek için borçlanma kozuna sığınamayacak olan tüm ABD eyaletleri için ufukta belirmiş bir örnektir. Aynı zamanda Avro Bölgesine dahil olan, bütçelerini denkleştirmek için para birimlerinde devalüasyona gitme yetkisi bulunmayan ve borçlanması altından kalkması hayli güç maliyetlere sebebiyet veren AB ülkeleri için de paralel bir problem söz konusudur.
Bu noktada aklınıza kimileri tarafından Mutlu Gezegen olarak da anılan ve ekonomilerinin büyük çıkış içerisinde olduğu söylenen Almanya (Özellikle de Bavyera eyaleti) gibi ülkeler gelebilir. Peki madem Bavyeralılar bu kadar mutlu neden kendilerini Huzursuz, Baskı altında ve Ekonomik gelişmenin geleceğinden endişeli hissediyorlar? New York Timesın işaret ettiği gibi : Almanyanın mutluluğunun, özellikle de Bavyerada işverenlerini rekabetçi kılabilmek adına 10 yıl boyunca düşük maaşlara ve ayrıcalıklara razı olan işçilerin mutsuzluğu neticesinde elde edildiğine dair yaygın bir hissiyat var Esasında sağlanan refahın önemli bir kısmı işçilerin sosyal güvenlik haklarından mahrum bırakılmasına dayanıyor.
Bir de önümüzde son yıllarda düzenli bir büyümeyi sürdürebilmiş olan, sözüm ona BRIC ülkeleri olarak da anılan yükselen ekonomiler örneği var. Tekrar bakın. Çin hükümeti, bankalarının enflasyon tehditleri yaratan gevşek kredi uygulamaları sebebiyle hayli endişeli. Bunun bir sonucu işsizler için güvenlik ağının handiyse kaybolduğu ülkelerde gözlenen çarpıcı işsizlik artışıdır. Bu arada Brezilyanın Yeni Devlet Başkanı Dilma Rousseff de fazlasıyla değerli Brezilya parasından rahatsız olduğunu dile getiriyor ve bunun ABD ve Çin para birimlerini değersizleştirmesiyle Brezilya ihracatının olumsuz etkilenebileceği endişesini taşıyor. Rusya, Hindistan ve Güney Afrika hükümetleri ise var olduğu farz edilen ekonomik gelişmeden payını alamayan nüfusun geniş kesimlerinden önemli bir muhalefet görüyor.
Son olarak, özellikle enerji, gıda ve su fiyatlarında çarpıcı artışlara şahit oluyoruz. Bu, dünya nüfusunun artması ve söz konusu kaynaklara erişim talebi oranının yükselmesiyle birebir alakalı bir durum. Bu, aynı zamanda temel kaynaklara erişimde ortaya çıkacak sancılı bir rekabete de alamet ve bu zorlu rekabet, zaman içerisinde ölümcül bir hal alabilir. Bunun iki olası sonucu var. Biri önemli sayıda insanın taleplerini azaltması -ki bu düşük bir ihtimaldir. İkincisi ise bu sancılı dönemin ölümcül niteliğinin dünya nüfusunda zorunlu bir azalmaya sebebiyet vermesi ve dolayısıyla kıtlığı azaltması- ki bu da en nahoş Malthusçu çözüm olur.
Yüzyılın ikinci 10 yılına girerken, 2020den bugüne baktığımızda krizin tarihin derinliklerine gömülmüş olacağı iddiası pek de olası gözükmüyor. Çok uzaklardaki bir hayalin gerçekleşmesine İnanmak istemek kimseye yardımcı olmaz. Ne yapmamız gerektiğine dair de bize bir şey söyleyemez.
Immanuel Wallerstein