19 Aralık 2010 00:00

‘Cep’lerin aydınlığında...

Beğendiğim bir film ödül alınca çok sevindiğimi, bu işten anladığım düşüncesine kapılıp sinema yazasımın bile geldiğini yazmış olsam bile geçen hafta, bunu; hele de yazdıktan hemen sonra yapacağımı düşünmemiştim doğrusu. Ama… Oldu işte…

Paylaş

Beğendiğim bir film ödül alınca çok sevindiğimi, bu işten anladığım düşüncesine kapılıp sinema yazasımın bile geldiğini yazmış olsam bile geçen hafta, bunu; hele de yazdıktan hemen sonra yapacağımı düşünmemiştim doğrusu. Ama… Oldu işte…
“Av Mevsimi” oynuyordu sinemalarda. Oyuncuları arasında, Devlet Tiyatrosunun Ankara sahnelerinden bildiğim ve beğendiğim Çetin Tekindor da bulunmasına karşın filme gidesim yoktu. Ne zaman televizyon haberlerine Cem Yılmaz’ın türkü söylediği görüntü düştü, o zaman canım çekiverdi işte. Olabildiğince doğal, sıcak ve canlı bir güzellikti gördüğüm. Ve ben sulandırılmış bile olsa içinde rakı da olan bu görüntünün çekiciliğine kapılıp filme gittim. Gitmeseymişim keşke. Çetin Tekindor’un varlığı, Cem Yılmaz’ın oyunu bile kurtarmadı beni.
Oyunculuğunu beğenmediğim; “Eşkıya”da Uğur Yücel’in, “Kabadayı”da Kenan Mirzalıoğlu’nun gölgesinde kalan Şener Şen; “Av Mevsimi”nde de Cem Yılmaz’ın gerisindeydi. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa özellikle mi böyle kurgulanmıştı onu ben bilemiyorum, sinema yazanlar biliyordur umarım. Çağdaş Günerbüyük de bu konuyu askerde düşünür ve beni bilgilendirirse sevinirim; hem de bana kızmadığını düşünürüm, dışarıdan gazel attığım için.
Ha, bir de Çetin Tekindor ile Şener Şen rolleri değiştirselermiş iyi olurmuş gibi geldi bana. Kısaca, izleyeni “Salak” yerine koyan bir Yeşilçam filmi kıvamında kötü, sıkıcı, sinir bozucu bir filmdi. Salak yerine konulmak kimin sinirini bozmaz ki!..
Sinir bozukluğu ışıklar söner sönmez başlamıştı aslında. Salonun kararmasıyla cep telefonlarının ışıkları yandı ve o ışıklar ateş böceği gibi dolaşmaya başladı karanlıkta. Hadi dedim tanıtımlar var, kendimi bozmayayım şimdi. Hem belki önemli bir durum vardır. Kim bilir belki başbakan yumurtanın haşlanarak mı yenmesi, yoksa omlet mi yapılması konusundaki hükümet bunalımını gidermek için bilgi alıyordur sayın izleyiciden. Ya da yumurta atılmasını engellemek(!) için silah taşıma yaşını düşürdüklerini, herkesin, can alıcıların bile silah taşıyabilecekleri muştusunu veriyordur. Belki de, sinemada olmalarına karşın ülkenin herhangi bir yerinde, dünyanın en pahalı benzini için yapılan yürüyüşe ileti göndererek destek veriyorlardır.
Yaralı Aslan’ın takım kurgusu, kanadı kırık kartalın başkan - çalıştırıcı - oyuncu uyumsuzluğu, kanaryanın uçuş sorunu ile ilgili bilgilerine başvuruluyordur belki de. Yoksa, niye sıcak evlerinden çıkıp onca para verip geldikleri sinemada film izlemek yerine ceplerini okuyup dursunlar, diğer izleyicileri de rahatsız etsinlerdi.
İşte bütün bu gerekçelerle ve ülkemin siyasal, toplumsal, parasal düzeninin düzenlenmesine(!) engel olmamak için sustum. Demir olsam erirdim, toprak oldum dayandım. Ama nereye dek…
Salon kalabalıktı(!). Olağan koşullarda üç beş kişi olurken bu kez on beş, bilemedin on altı kişi vardı ve neredeyse yarısı cep telefonuyla ışıl ışıl aydınlatıyordu karanlığı. Bir de gözü alıyor ki meret. Dikkati çekip götürüyordu. Dayanılası değil. Dedim ya, dayansan nereye dek...
Filmin tek güzelliği olan Cem Yılmaz’ın türkü söylediği o an geldiğinde cepler bir kez daha yandı. Kayda mı alıyorlardı ne!.. Türküyü kaçırmamak için bir kez daha dayandım; ama son kez olduğunu çok iyi biliyordum. Türkü biter bitmez, patladım. Ben patlar patlamaz da eşim hopladı. Salonun ortasına, cep telefonlarının bozmaya çalıştığı karanlığın derinliklerine, bir cinayet masası şefi kıvamında haykırdım: “Kapatır mısınız telefonları…” ve arkasından da filmdeki Cinayet Masası Şefi Şener Şen’in Badi Ekrem’i andıran yumuşaklığıyla... “Lütfen”i ekleyiverdim. Sonra da yine Şener Şen’in olamadığı cinayet masası şefi duruşuyla ayıpladım her bir cepçiyi.
Ne etmeli, nasıl yapmalı bilemiyorum cepçilerin bu aymazlıklarını. Sürücü belgesi verir gibi sınavdan geçirip belgelendirmeli diyeceğim; ama belgeli olan sürücülerin durumları ortada. Belgeli ekonomistlerin, siyasetçilerin, dincilerin durumu da ülkenin ortasında. Yeşil alanlardaki gibi kart uygulamasına geçilse… Telefonu ışıldayana tek kartla kapıyı gösterse yer gösteren görevli… Bir süre sinema salonuna girmesi yasaklansa… Cep telefonuna el konulsa… Girişte telefonlar toplansa… Buldum!.. Saha kapatma gibi salon kapatılsın. Her yanan telefona bir gün.
Bir şey yapmalı; ama ne? Yoksa ayaktopunun her tür alanında çıkan çatışmalar gibi salon çatışmaları başlayacak. Silah taşıma da kolaylaştı nasılsa. Yani, bir şey yapmalı. Sinema izleyicisi korunmalı, bir koruyucusu olmalı. Ama Metin Uca’nın dediği gibi “… koruyucu hamisi” türünden bir şey değil. Başka bir şey…
En iyisi sinemaya gitmemek mi ne!..
Üstün Yıldırım
ÖNCEKİ HABER

Demokrasi korkusu…

SONRAKİ HABER

Haydi sporcular sendikaya!..

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa