19 Kasım 2011 18:40

Herkes mutsuzsa ailesi de batsın, devleti de, bekası da

Polis, yani ilk filmi Onur Ünlü’nün, 60’ına merdiven dayamış Musa Rami’nin, dört çam yarmasını ve bir gangster oğlu şımarığı yere sermesiyle açılıyordu. Musa Rami, onun için sıradan bizim içinse hayli sıkı bu mesai sonrası evinin karanlık salonuna  elde silahı girdiğinde, ışıklar yanacak, masanın arka

Herkes mutsuzsa ailesi de batsın, devleti de, bekası da
Paylaş
Devrim Büyükacaroğlu

Musa Rami’nin doğum günü toplamış geniş aileyi meğer. Çoluk çocuğu, torun tombalağı, eniştesi yengesi, görümcesi kaynı... bilcümle nasıl samimiyetsiz, nasıl riyakar, nasıl dandiktirler... Onur Ünlü’nün Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla kurduğu şiirde “Ah aşk!/Bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra/ Dağıldığı/ An.” dediği gibi... Bu saçma bir aradalık dağıldığında, biz Musa Rami’nin peşine takılırız.

Onur Ünlü, Altın Kozalı yeni filmi Celal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’inde, aile fotoğrafının dağılmasına izin vermiyor bu defa. Dağılmasına izin vermediği gibi Musa Rami’nin ceketinin altına gizlediği kan bu defa aileye sıçrıyor.  Ünlü, kocaman bir soru bırakıyor soruyu sevenlerin kucağına; Neden bir aradayız? Birbirimizi sevmiyorsak neden bunca yalan? Neden “mış” gibi her şey...

25’ine kadar şiirle uğraşan, sinemayı hiç mi hiç dert etmeyen Onur Ünlü, Musa Rami’nin silahından çıkan bir mermi gibi girdi senaryo, dizi ve sinema dünyasına, dünyalarımıza... Polis’i izlediğimiz arkadaşımla filmin ardından birbirimize bakıp “değişikmiş” dediğimizi hatırlıyorum.

Celal Tan’ın ve ailesinin aşırı acıklı hikayesi sadece onun hikayesi olsa, dünya şahane olmasa da mutlaka çok “değişik” bir yer olurdu.


Aşırı acıklı bir filmin mutlu sonla bitmesi çok saçma değil mi?
Mutlu sonla bitmiyor ki film!

Bitmiyor mu? Onlar erdi muradına işte…
Benim açımdan umutsuz bitiyor film.

Zaten umutsuz başlamıştı öyle düşündüğünde…
Doğru… öyle başlamıştı ve umutsuz bir şekilde de bitti. Aşırı acıklı kısmı da işin ironisi. Filmin adı ne olsun diye de düşünmem genelde, lap diye düşer önüme isim, bu da düştü. Umut yok filmin içinde. Lanet olası durum değişmiyor çünkü. ‘Rezil, berbat, dehşet’ insanlar düzenlerini yeniden sağladı.

Kahramanın Celal Tan ‘yırtıyor’ ve sen onun mutluluğuna sevinmiyorsun anlaşılan…
Celal Tan ve ailesi hep yırtar zaten bu dünyada. Filmin içinde anlıyoruz ki daha önce de yırtmış bunlar. Bu badireyi de atlattılar ve yine cezalandırılmadılar. Cezalandırılan biziz? Metin düzeyinde her karakterin sonunu görüyoruz, o belli bir tatmin duygusu veriyor. Bu da aslında benim sevmediğim iş birlikçi bir tavır… Bu filmim nerden diğerlerinden farklı dersen, en iş birlikçi filmim çünkü. Özellikle finali itibariyle… Filmin sonunda bir bitmişlik duygusu var. Seyirciyle iş birliği yapan bir tavır bu. Polis diye bir film yapmıştım, o bitmez, Beş Şehir biter ama bitmez, öyle kalırız… ama bu filmde seyirci olarak doyuyoruz.

Celal Tan neden bu kadar acıklı bir hayata sahip?
Bu adam müthiş dehşet bir adam... İnançsızlığı ihlas düzeyinde… Full inançsız, süper inançsız... Celal Tan’a, saygı duyduğum tek nokta da o. Arkadaşı için inanmadığı halde namaz kitabı alıyor, sonra “Şu an hayatımda en umurumda olmayan şey bu kitabın içindekiler” diyor. Ve zaten değilmiş, hâlâ da değil, sonra da olmayacak. İnançsızlığı müthiş. Dini inanç anlamında söylemiyorum. Ama kendine aşırı inancı, yüksek kibri konusunda taviz vermez hali hikayeyi trajik kılan şey. O sadece kendine inanıyor, temel sorunu da bu.

Allah’a inanmasını beklemiyoruz ama anayasaya da inanmıyor galiba.
Bence inanmıyor.

Neden yaptın bu filmi? Bu inançsızlık mıydı seni heyecanlandıran?
Bu filmi, ölüm karşısında çaresiz duruma düşen insanlarla dalga geçmek için yaptım. Ölüm karşısında çaresizliği, ölüme hazırlıksızlığı küçümsüyorum. Hayata bağlı olmayı, hayatı çok sevmeyi, hayatı dolu dolu yaşama fikrini küçümsüyorum. Bu fikirler beni delirtiyor. Ve bu adamın bu tavırları, sadece kendine olan aşırı inancı Celal Tan’dan etkilenmemi ve ona saygı duymamı sağlıyor. İnanacağı bir şey yok ortada, bunu sağlayamamış. Ne hayatla ilgili ne ölümle ilgili. Zaten hayatla aran nasılsa ölümle de aran öyledir.

Finali diğer filmlerimden farklı dedin. Bence bir diğer önemli fark Celal Tan’a hiç acımamış olman. Biz Beş Şehir’de Allah’ın belası Polis Aydın’a acıdık. Aydın’a acınır mı abi? Öyle adamlara acımamızı sağladın ki bunlar normal hayatta karşımıza çıksa nasıl döveceğimizi şaşırırız. Celal Tan’dan neden esirgedin şefkatini?
Şöyle bir fark var çünkü. Aydın kendi durumunu kendisi de bilmiyor, savruluyor. Bu puşt ise bunu kurmuş… O inançsızlık durumunu geliştirmiş, oradan kendisini bir kendisi yapmış, bunu düşünmüş, kurnaz bu... Onun için sevmiyoruz, onun için buna zalim davrandım. Musa Rami’yi de sevmem tahmin edilenin aksine. O da kibirli, pis herifin tekidir. Ama Aydın’ı seviyoruz, çünkü onu ben de seviyorum.

Kendini Allah yerine koyuyor gibi bir şey mi?
Yapacağı her şeyi meşrulaştırmış kafasında. “Ben bunu ben nasıl istersem öyle yaparım” diyor. Öyle olmaz! Ama sonunda öyle oluyor. Onun için mutlu finalle bitmiyor, o hayvan nasıl tasarladıysa öyle bitiyor. Sallanan sandalyesinde sallanıyor, düzen geri geliyor. Mutluluk bunun neresinde? (Gülüyor) Ama dramaturjik olarak bir katharsis sağlıyor. Başından itibaren biraz öyle kurdum bütün karakterleri. Daha sentetik, daha düzenli, dikkatli, sistemli… Film toplamda bir makineye benzesin istedim. Bu çok kişisel bir tercih. Polis ya da Beş Şehir’in savrukluğu yok bu filmde.
Onur Ünlü oyunları bu sistematiğe rağmen sırıtıyor tabii. Hayaletler çıkıyor, trafik ışıkları konuşuyor…
Neticede ben yaptığım için işin içine ister istemez böyle feyk şeyler giriyor. Bir tane hayalet var, ikinci bir hayalet daha giriyor zannediyoruz, hayalet değilmiş, küçük feykler. (Gülüyor) Seyircinin dikkatini yüksek tutmak, onu eğlendirmek için. Filmle ilgili bir şey düşünsün, yanılsın ya da bulsun, sevinsin, şaşırsın. Sen o filmi iki saat izliyorsun ama ben ona altı ayımı verdim. İki saatte her şeyi çözüp seni buradan gönderemem, kusura bakma! Birazcık oynayacağız.

GERÇEK BİR DEVRİME İHTİYAÇ VAR

Celal Tan’ın kendine aşırı acıklı inancının yanı sıra filmin merkezinde bir aile var. Bu ailede hiç kimse birbirini sevmiyor. Birbirlerini sevmeleri için hiçbir neden de yok. Ama aileyi korumak, kollamak açısından çok büyük bir tutkuya sahipler. Neden?
Korkunç hem de. Aslında nedenini hepimiz biliyoruz. Türkiye diye bir devlet var değil mi? Birkaç bin sene geriye gittiğimizde birkaç tane ana damarı var değil mi? Bir Emevi-Selçuklu-Osmanlı damarı var, bir Osmanlı’nın kurucu unsurundan gelen bir Türklük damarı var, bir de son bir iki yüz senelik İttihatçı bir devlet damarı var. Devlet puşt bir şekilde, kendisine ters olan bir şeyi, eğer işine yarayacaksa devletin bekası denen lanet şey yüzünden kullanır. Oradan onu alır, buradan bunu alır, birleştirir ve ortaya bir ahlak çıkartır. Devletin önerdiği bir ahlak. Türk dediğimiz adamlar bunu bir şekilde sağlamışlar değil mi… Bir devlet geleneği var tartışmasız, maalesef ve bu gelenek her şeyden bağımsız; yeni, tuhaf, süregelen, kendi başına bir şey olur. Bunun gebeliği ta o pis, rezil Emevi kafasına kadar gider, Emevi-Sünni kafanın ahlak anlayışı korkunç ve ezici bir şekilde bu devlet içinde, laik devlet denen şeyin içinde de vardır. Sağcı-solcu hükümetlerden bağımsız olarak ortaya çıkan toplam ve aslında kokuşmuş olan ahlak bize bir aileyi ne olursa olsun bir arada tutmayı emrediyor.
Devlet nasıl adam öldürürse, nasıl zulmederse ve bunu devletin bekasını sürdürmek adına kendinde hak görürse ve bizler de buna inanırsak, aynı şekilde onun önerdiği aile ahlakı aynı hakkı kendinde görür. Bir ailenin de ahlak anlayışını 2 bin 500 senelik devlet geleneği belirler yani. Onun için teknik olarak, bir töre cinayeti ile bir adamın kızını pastaneye göndermemesi ya da pastane dönüşünde kafasına vurması aynı şeydir. İkisini de aynı ahlak önerir. Birisi daha şiddetli yaşanır birisi daha az şiddetli. Ama tahribatı ve manası aynıdır. Benim işaret etmek istediğim şey aslında bu.

Ha devletin bekası ha ailenin bekası...
Evet… Oysa bu insan doğasına aykırıdır. Çünkü ne güzel laf değil mi: Zorla güzellik olmaz! Bir şey olmuyorsa olmuyordur. Ve bu farklı devlet anlayışlarından biri Alevileri keser, diğeri beş yüz sene sonra Kürtleri... Biri birini taşlatır, biri birinin kafasına bomba yağdırır. Bu değişmez. Devletin bekası fikri, meşruiyetini sürdürdüğü sürece bu lanet olası ortalama ahlaktan, üzerinde hiç düşünülmeyen, hemencecik inanılan bu ahlaktan kurtulamayacağız. Filmin sonunda da kurtulamamış oluyoruz yine. Bunun çözümü nedir?

Nedir?
Ben zavallı bir senaristim. (Gülüyor) Bir film soru sorar, cevap vermez, veremez, vermemeli de. Çünkü cevap aldığımız filmlere “çok didaktik” falan deriz… Politik olarak aynı görüşte bile olsak hep içimizde bir burukluk olur. Çünkü film her şeyden önce estetik bir meseledir benim açımdan. Komple bir ideoloji taşıyıcısı değildir.
Bunlar neden bir arada duruyorlar. İşte bu çürük ahlak yüzünden… Güldünya Tören’in çocuğunun babasını öldürdüler geçen gün. Kadını vurdun ölmedi, hastaneye gittin öldürdün. Aradan o kadar zaman geçti bu adamı öldürdün. Ya arkadaşım hiç mi düşünmediniz “Ne yapıyoruz?​” diye.

Ne düşünecek abi!
Onu diyorum işte. Çünkü düşünmene gerek yok, çünkü devlet devam etmelidir. Niye etmeli? Herkes mutsuzsa niye devam etmeli?

Devam ettirmediğimiz zaman ne yapacağımızı mı bilmiyoruz?
Bilmiyoruz tabii.  Gerçek bir devrime ihtiyaç var. Ama bu devrimin nasıl olacağı konusunda anlaşamıyoruz.

DEVLETİN BEKASININ DA ALLAH BELASINI VERSİN MALBORA’NIN DA

Ahlaktan sıyrılmak devletten sıyrılmaktan daha zor olabilir…
Tabii ki. Ondan sıyrılsan öbürü zaten kendi kendine lağvolacak. Devleti o ahlak ayakta tutuyor. Benim ailemin başına çok büyük bir iş geldi, battık. Annem kanserden öldü, bizim filmler battı. Birkaç milyon dolar borç ödemem gerekiyordu. Eşekler gibi çalıştık. Bir gün durdum… “Lan madem devlet var, bana birisinin yardım etmesi lazım” dedim. Çünkü bu parayı ödeyeceğim, kötü bir adam değilim zaten borçları yapan da ben değilim. Hatta o zaman “Delikanlılık Bakanlığı” önerdim ben. Delikanlılık Bakanlığı olsun, git ona derdini anlat… Bu son dört beş seneki olağan dışı gayretimle onları hallettik, hepsi bitti, rahatladık… Adana’ya gittik ödül aldık, üç gün sonra bu kanser patladı. Ne oldu şimdi? 38 yaşındayım ben. Devlete deliler gibi vergi ödüyoruz ya… Madem devletsin bana yardım et, yol göster, bir şey yap. O da yok! Bir bakanlık olsa zaten gitmem o ayrı, ama gidecek olan olur. Devlet olmasının avantajını nerede görüyoruz? Devlet bana 38 yıldır zulümden başka hiçbir şey vermedi ki. Allah için sadece okulumuz iyiydi Anadolu Üniversitesi, onu kim sağlıyorsa onun hakkını yiyemem.
Sonuçta, yılanın başı bu! Bu ahlak anlayışı ile yürüyemeyiz. Kemalist, İslamcı, bilmem ne ahlak anlayışı değil. Bunların hepsinin en zalim bileşenidir bu. Bunlar zulümde birleşirler. Hiç fırsat kaçırmazlar. En son bir şiir yazdım “Devletin bekasının da Allah belasını versin Malbora’nın da”.


Filmlerinde bir taraftan ‘gerçekçilikten’ alabildiğine uzaklaştırıyorsun seyirciyi ama filmin finalinde esaslı bir hakikat ile karşılaşıyoruz. Nasıl oluyor bu?
Bir şey gerçekçi olmayabilir ama inandırıcı olabilir. Bir filmin temel sorunu da bu olmalı zaten… Adam donunu çeker kıçına, pelerinini bağlar boynuna, uçar gider, bakarsın, el sallarsın. Süpermen’e inanırsın… ama gerçek değildir. Bir evren kurarsın, o evreni kurarken başlangıç itibariyle ortalama gerçek denen şeyden hareket edersin. Ama yavaş yavaş o gerçekliği alıp kendi evrenine doğru çekip inandırıcı kılmaya çalışırsın. Benim yapmaya çalıştığım bu. İnandırdığın sürece seyirci o filmi seyreder, filme katılır ve filmdeki o duygu da her neyse o seyirciye geçer.

Beş Şehir’deki konuşan kedi, bu filmdeki konuşan trafik ışığı da inandırdı bizi kendilerine…
Kedinin taşıdığı duygu, söylediği şeyler sana geçiyor mu geçmiyor mu? Seni ikna ediyor mu, mesele bu. Özeleştiri yapayım; ben bunu zaman zaman çok iyi kıvırıyorum zaman zaman o kadar başarılı olmuyor. Lakin bundan vazgeçmiyorum ilk filmimden beri. Bunu kendi açımdan kusursuz bir şekilde sağlamaya doğru gitmeye çalışıyorum. Çünkü bu beni heyecanlandırıyor. Bir tane gerçek var hayatta o da ev kirası! (Gülüyor) Zulümlerin en büyüğü, insan hayatına en aykırı şey bence ev kirası ödemek. Bir yerde oturmak için birine para veriyor olmak… Devlet diye bir şey varsa bunu sağlasın önce. Filmden sana bilgi ya da fikir değil duygu geçiyor mu geçmiyor mu? Film bunu başarıyorsa başarılıdır. Hayatın sırrını sinema ile veremezsin. Zaten bilsem 10 lira ile satmam. Ben sana sadece duygu aktaracağım, en aşağıda da fikirden faydalanacağım. Bilmiyorum ki ben hayatın sırrını.

Halk arasında Onur Ünlü kafası denen şey bu anlattıklarının toplamı mı oluyor o zaman?
Çok iddialı bir laf, ben üzerime alamam onu. Bir tek planı bu da acayip olsun diye çekmedim. Nasıl olması gerektiğini düşünüyorsam, benim için normal olan neyse onu yaptım. İlginçlik olsun diye tek bir satır yazmadım. Yapacağım şeyin toplamda şaşırtıcı olacağını varsayarım o başka bir şey ama bunun üzerine gitmedim. Seyirciyle iş birliğine girmem. İşte bu filmin finalinden o yüzden biraz rahatsızım.

CİNAYETİN ADI ÇIKMIŞ

Filmlerinde şiddet var. Yadırgadığımdan değil ama her film kanlı olunca şiddete yüklediğin anlamı konuşmak isterim…
Doğal bir parça gibi algılıyorum ben onu. Biraz küfür gibi. Hayatın doğal bir parçası, herkesin günlük hayatında maruz kaldığı durumlardan birisi. Doğal olarak filmlerimin içine de giriyor. Ama ben özellikle şiddeti estetize etmeye çalışmam. Daha çok şiddetten ortaya çıkan duygu ile ilgilenirim. Öncesi ve sonrası…

Şiddet enteresan bir şey zaten... Kızın öldüğü sahne mi şiddet içeriyor yoksa Kamuran’la sistemli dalga geçilmesi mi mesela?
Kamuran’la dalga geçmek gibi bir şeyi o kadar içselleştirmişler ki günlük hayatta onu şiddet gibi algılamıyorlar. Yabancılaşmış durumdayız. Lakin ölme, öldürmeyle günlük hayatta, yanı başımızda çok fazla karşılaşmadığımız için, adam öldürmenin adı çıkmış şiddet konusunda. Cinayete fazla yükleniyorlar. Sanki tek şiddet cinayet! Baktığın zaman Celal Tan’ın uyguladığı bütün durum şiddet zaten. Zulüm. O bir zalim.

FİLM SEYREDEREK DEĞİL KİTAP OKUYARAK FİLM YAPARSINIZ

Eskiden kitap okuyorduk şimdi sinema izliyoruz. Önceden kitap rafları vardı şimdi DVD rafları. Sinemanın iktidarından bahsedeceğimiz zamanlara mı geldik?
Gücü değil de bir iktidarı olduğu kesin sinemanın. İktidar sahibi her zaman güçlü olmayabilir. Ben sinemanın henüz dünkü çocuk olduğunu düşünüyorum. Daha yüz senelik bir mevzu. Sadece iki tane kıytırık dünya savaşı gördü, başka da bir şey görmedi. Sinema modern paradigmanın evladıdır ve modern paradigma sonrası yeni geçeceğimiz paradigmal duruma sinemanın ne cevap vereceğini bilmiyoruz. Şiir on bin senedir var. Sınandı, sınandı, sınandı… sınanarak geldi. Müzik de öyle… Elektrikler kesildiği zaman temasımızın kesildiği bir şeyin ontolojik olarak insana ne kadar yakın olduğuyla ilgili çok ciddi şüphelerim var. Diyelim ki İstanbul bombalandı, deprem oldu, yıkıldı. Ertesi sabah uyandığımızda şiir yazabilir ama film yapamayız. Sinema dediğimiz şey bizden bu kadar uzak. Temelinde bu kadar yoğun paranın gerektiği bir şeyin insan duygusuna yakınlığıyla ilgili ciddi şüphelerim var. Sinemanın kendisiyle ilgili çok büyük şüphelerim var. İnsanlara hep aynı şeyi söylüyorum bugünlerde; film seyrederek film yapamazsınız, kitap okuyarak yaparsınız. Şiddetli bir şekilde kitaba dönmemiz lazım. İnsanın kitap okurkenki formuyla film seyrederkenki formu bile farklı. Kitabı dimdik okurum, film seyrederken yayıla yayıla. Kitap insanı toparlar. Kitap okumak için “edepli” bir form alırsın. Film seyretmek kolaydır, kitap okumak zordur. Demek ki kitap okumak önemli. Hatta sinemaseverlere şunu demek istiyorum; sıkıyorsa kitap okuyun!

AVRUPA’NIN PARASIYLA FİLM YAPMAM

Film daha çok parayla ilgili bir şey… Böyle bir avantajı var kitap karşısında.
Avrupa film yapmaları için insanlara para dağıtır. Avrupa kimin parasını dağıtıyor? Avrupa’nın nereden parası var? Avrupa’nın doğal gazı mı var, petrolü mü, altın madeni mi var, bu para nereden geliyor? Üç yüz senedir sömürdükleri bizim Afrikalı, Güney Amerikalı, Avusturalyalı zavallı kardeşlerimizin altınlarını emdiler emdiler şimdi millete dağıtıyorlar film yapsınlar diye. Avrupalı’ya film çekmem. O paraya başyapıt çıkaran insanlar var eyvallah. O film yapma yollarından biridir ben o yola girmem. Ben bir kere kazayla, ortaklarımın baskısıyla bakanlıktan para aldım o parayı da pazartesi günü itibariyle faiziyle geri ödedik, bitti, almamış gibiyiz. O parayla film de yapmadık zaten. Ben Avrupa parasını istemiyorum. Tercih olarak istemiyorum çünkü bence onlar kanlı para. Bunu bir durup düşünmek lazım. Düşünen var mı? Yok! Bunu düşünür müsün? Düşünmezsin! Bunu düşünmezsin Avrupa parası alırsın. Ben televizyona iş yaparım, “Televizyona iş yapıyor” derler. Ne lan!.. çalışıyorum, kanser ettim kendimi, deli gibi çalıştım. Bir tane içime sinen, bence çok tatlı olan bir dizi yaptım. İlk parayla film yaptık. Onun da nasıl geri döneceği belli değil. Sen dağıtım işi nasıl yapılıyor, salonlara nasıl giriliyor, çıkılıyor, hangi salon neyi ne kadara alıyor biliyor musun? İki seneye kadar kalmayacak patlayacak bu iş göreceksin!

Patlayacak derken?
Film sokamayacaksın vizyona. Hiç, bir tane bile. Saldır bakanlığa, Avrupa’ya, bilmem neye… Film yapmak için para toplamanın etik açmazları vardır. Sen bu açmazlar içinde bazılarını tercih edersin. Alman’ı sokmanı ister filmine Avrupa… Bir tane mavi gözlü çakır filmin içine girer, efil efil bir şeyler söyler. Lan bu adamın ne işi var burada! Bu ahlaklı; -dizi yapıyorum hasbelkader- ben ahlaksızım. Olmadı ki şimdi, ayıp değil mi bu? (Gülüyor)

Böyle bir şey mi var?
Var tabi, kulağımıza geliyor ve bunlardan rahatsızız. Demem o ki ben ona ahlaksız diyemem o bana ahlaksız diyemez. Çünkü film yapacaksan ar damarını mutlaka bir yerden çatlatmak zorundasın. Hiç kimse kimseye “film yap” diye getirip para vermez.

Damarı nereden çatlatacağın mı önemli?
Aynen. O parayı bulmanın üç yolu var: Fondan para alırsın, çalışırsın televizyondan para kazanırsın ya da bir ortak bulursun. İlk filmler hariç tabii! İlk filmlerin hikayesi dünyanın her yerinde aynıdır; rezillik. (Gülüyor) Kim bu üç yoldan hangisinden para bulmuş olursa olsun ortaya koyduğu şey üç yolda da aynı; hayatları. Bunu “Türk Sineması’na destek olun”a da bağlamayacağım. Olmayın destek falan, ne münasebet! Hoşuna giderse seyredersin, gitmezse seyretmezsin. Çünkü sen gelirsen ben eşek gibi para kazanacağım, o zaman gelip sana destek mi vereceğim! İsmin yanında yönetmen yazan insanların televizyona çıkıp da “Türk Sinemasına destek olun” dediklerini gördükçe içim parçalanıyor. Neden arkadaşım, dilenci miyim ben? Beş yüz bin dolar harcadığım Beş Şehir’i beş bin kişi seyretmedi, ne yapayım şimdi? Bana destek olmadılar diye ağlayayım mı?


Cumhuriyetçi ya da İslami devletin aynı ahlak anlayışını sorguladığını söyledin fakat Celal Tan’ın ailesi ziyadesiyle cumhuriyetçi ve bu vurgu bir hayli fazla filmde. Bayraklar, zeybekler, marşlar…
Filmde anlattığıma yakın bir dünya görüşüne sahip bir ailede büyüdüm.

Hadi canım!
Tabii canım! Öğretmendi benim babam. Annem kanserden öldü, ölmeden iki üç ay önce bana “Oğlum öldüğüm zaman melekler gelecekmiş, sorular soracakmış bana. Beni çalıştırsana” dedi. Ben de ne soru soracaklarını bilmiyorum. Bu çok komik bir şey. Filmde de aynısı var zaten. O anda benim yaşadığım şeyi kimsenin yaşamasını istemem. Ölüme bu kadar yakın, bu kadar hazırlıksız olma durumunun bende yarattığı olağanüstü merhamet duygusu o sırada çok fenaydı. Sonra biz annemle çalışmadık tabii ki, Celal Tan’ın dediği gibi “Bildiğin kadar söylersin” dedim, annemle bir daha o mevzuyu konuşmadık. Ben de senaryoda tam “Adama karısı sürpriz yapmıştır, herkes içeriden bakıyordur” aşamasındaydım. Ondan sonra ne olur? Ben de cismi var ruhu yok henüz. Nereden yürüteyim bunu bilemiyorum. Annem bu soruyu sorunca “haa” dedim. Annemin o sorusu filmin cismine ruhunu üfledi.

Merkezdeki bir aile seçmemiş olsan devlet ahlakı-aile ahlakı ilişkisini yeterince güçlü kuramazdın sanırım…
Olmazdı aynen. Ama bir öğretmen ailesiyle, hukukçu ya da bir asker ailesiyle çok rahat kurarsın onu. Ayrıcalıkları vardır. Öğretmen çocuğusun işte, Atatürk merkezdedir hep. Öğretmen çocuğu isen hiçbir 10 Kasımda yatakta olamazsın. Bu kötü bir şey midir? Değildir… Annen bir şey yapmanı ister yaparsın, ne olacak ki.

O bir bayram namazı da olabilir seni uyutmayan...
Benim babam bayram namazına da götürürdü beni. Ramazanda orucunu tutar, rakısını da içer, cumaya gider, bayram namazını kılar, takılır giderdi. Dolayısıyla ben tutup hiç tanımadığım insanları alıp film yapmadım. Bu durumla eğlenmekten çok da sakınca görmedim. 1982 yılında kurulmuş Anayasa Hukukçular Derneği var karşımızda. Bu komik bir şey değil mi?


ŞİİRDEN KURTULAMAZSIN

Ah Muhsin Ünlü emekli olmuş gibiydi, sonra ne oldu?
Arada bakıyorum öyle. ‘98 yılında çok uzun bir kopuş yaşadım şiirle. Son birkaç senedir bir iki tane şiir yazdım. Durum bu… Kitabımın 6. baskısı yeni yapıldı, internet sitesinde yayınlanan dört yeni şiirimi de arkasına ekledik.

Sinemayı bırakıp tekrar dönersin de şiiri bırakmak nasıl bir şey ki…
Şöyle bir şey; biz buraya geldik 24-25 yaşında, film yapalım diye. Ben o zamana kadar hiç ilgilenmemişim sinemayla hatta küçümserdim sinemayı. Yönetmen röportajlarını okumazdım, yönetmen ne demiş olabilir diye düşünürdüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum laf aramızda. Ya senaryoyla uğraşacaksın, film için koşturacaksın ya da şiir yazacaksın. Bunların ikisi bir arada gitmez. Şiir çünkü istemez başka şey yanında. İkinci bir eş istemez, çok kıskançtır. Ben de bu böyle olmayacak dedim ve sinemayı seçtim. Bu hayatımın en trajik kararıdır. Şiirle devam etsem ne olurdu bilemiyorum. Ama şiirden kurtulamazsın. Şiir kılıç gibidir. O kılıç artık bende var, duvarda asılı… Ama o kadar ağır bir kılıç ki o her istediğinde kaldıramazsın. O yüzden kendimi güçlü hissettiğimde elime alıp bir-iki savuruyorum hâlâ. Kılıcım yerinde…

ÖNCEKİ HABER

Amaç aileyi korumak olunca…

SONRAKİ HABER

Mübarek’in askeri de polisi de öldürüyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa