24 Ekim 2010 00:00
KUŞAK
Biri orta sınıf aileyi anlattığını söylüyor, en büyük ödülü de o alıyor, öteki bir başka ödül alırken bir sendikaya teşekkür ediyor, bir başkası ödülünü öldürülen gazetecilere adıyor. Kısalar, belgeseller Kürt çocuklarından gözaltında kayıplara çeşitli yerlere armağan ediliyor.
Biri orta sınıf aileyi anlattığını söylüyor, en büyük ödülü de o alıyor, öteki bir başka ödül alırken bir sendikaya teşekkür ediyor, bir başkası ödülünü öldürülen gazetecilere adıyor. Kısalar, belgeseller Kürt çocuklarından gözaltında kayıplara çeşitli yerlere armağan ediliyor.
Sadece Altın Portakalın ödül töreninden görünen bu manzara bile, Türkiye sinemasının gidişatına ilişkin önemli bir veri. Jüri başkanı Kadir İnanırın kazananın Türkiye sineması olduğu sözleri öylesine söylenmiş laflar değil, görünüşe göre.
Ülkenin en önemli film festivalinin yarışmasında, sezonun en dikkat çekici filmlerinin bir araya geldiğini düşünmek, bir gelenek. Buna göre, Altın Portakalda birçok ilk filmin, genç yönetmenin bir araya gelişi, daha Antalyaya varmadan ilk göze çarpan unsurdu. Arkasından, filmleri izledikçe de, çoğunluğun, toplumsal bir derdi filmlerinde yansıtan yönetmenler olduğunu gördük.
Bu öyle bir veri olarak benimsendi ki, Kavşak ya da Gölgeler ve Suretler gibi iddialı filmler, hem sohbetlerin, yazıların, hem de belli ki jüri değerlendirmelerinin bile dışında kalıverdi. Çünkü asıl dikkat çeken bir toplam olarak yönetmen kuşağının meseleleriydi.
En büyük ödülleri alan ve festivale damgasını vuran Çoğunluk ile özel ödül alan ve herhalde en çok tartışılan film Press, Altın Portakalın en öne çıkan iki filmi oldu. Bu ikisinin tek ortak özelliği bu değil, aslında aynı sorunun farklı görüntülerini ele aldıkları için aralarında görünmeyen bir bağlantı var. Ya da Pressin Yönetmeni Sedat Yılmazın deyişiyle kardeş filmler.
Çoğunluk, hayata dair pek bir fikri ve beklentisi olmayan bir genç adamın, kız arkadaşı nedeniyle ayrımcılıkla karşılaştığında başına gelenleri konu ediniyor. Press ise, ülke tarihinin anlatmaya en değer kısımlarından birini, 90larda bölgedeki gazeteciliğin ve Gündem gazetesi çalışanlarının öyküsünü anlatıyor. İkisi de bir yüzleşme filmi aslında. İlki, çoğunluğun kendisiyle, öteki üstü örtülen politikalarla.
Öteki filmlerden, mekanik işinin kurbanı olmuş Gişe Memurundan, mafyaya girip kaybolan genç Çakala birçoğu, yıl içinde yeniden gündeme gelip dertlerini anlatmayı sürdürecektir mutlaka.
Bu yüzleşme yanlısı kuşak, birdenbire bu Altın Portakalda ortaya çıkmadı elbette. Yine ilk filmlerini çeken Özcan Alperin Sonbaharı, Özgür Doğan ile Orhan Eskiköyün İki Dil Bir Bavulu, Hüseyin Karabeyin Gitmeki, Kazım Özün Bahozu ve başka birçok film, aynı kuşağın birkaç yıldır kendini belli ettiği örneklerdi. Hem Türkiye sinemasının gelişim çizgisi, hem kendi kuşaklarından gençlerin toplumsal meselelere ilgisi, bu kuşağın yönetmenlerini yetiştiren başlıca kaynaklar oldu.
Yönetmen ağabeylerinden, ablalarından çok şey öğrendiler, daha da öğrenecek çok şeyleri vardır. Ama yeni yetişen yönetmen kuşağının en dikkat çeken yanı, toplumsal dertlerini filmlerinde arkalara itmemeyi tercih etmeleri, öne çıkarmaları, göstermeyi, tartışmayı istemeleri.
Bu tabii ki bu yıldan önce kimseler böyle şeyler yapmaya cesaret edemedi demek değil. Ama tek tük örneklerini gördüğümüz, daha gizliden gizliye, daha utangaç işlenmesine alıştığımız temaların, daha çok sayıda filme konu edilmesinin artık normal hale geldiğini kabul etmek gerek. Zaten bu konu daha çok yazı kaldırır.
Çağdaş Günerbüyük