12 Eylül 2010 00:00

Bornova Bornova


30 yıl önce öyle bir kırılma yaşanmış ki, o tarih yerinden kaldırılamayan koca bir kaya gibi hayatlarımıza, dillerimize ve belleklerimize yerleşmiş. 12 Eylülden öncesi ve 12 Eylülden sonrası var artık, ve hep öyle olacak.
Niyetim referandumla ilgili konuşmak değil, tersine mührün hangi renge basılacağına odaklanan tartışmaların nihayet evet ya da hayır lehine sonlanmasıyla, demokrasiyi de, anayasayı da, 12 Eylülü de daha rahatça konuşabileceğimiz umudunu taşıyorum.
12 Eylül, bütün memleketin postalın gölgesinde bırakılması anlamına geldiğinden, haliyle darbesinden sinema da nasibini almış.
Denk geldiğim sohbetlerde, sinemacılarda da, seyircilerde de, sinemada 12 Eylülün yansıtılışının yetersiz olduğuna ilişkin bir inanış var. Bu biraz Babam ve Oğlum’u ilk 12 Eylül filmi sanmak gibi bir bilgisizliğe dayanıyor, biraz da filmlerde 12 Eylülü utangaçça anlatmayı huy edinmemiz. O da elbette 12 Eylülün bıraktığı izle, ruhlarda açtığı yarayla ilgili bir mesele.
Neyse ki, artık 30 yıl sonra bir utangaçlıktan söz etmeyi geride bıraktık. Bakınız, O... Çocukları diye bir 12 Eylül filmi bile yapıldı.
Aslında, yaygın inanışın tersine, Türkiye sineması 12 Eylüllü filmler bakımından hiç yoksul değil. Sayıca da değil, nitelik bakımından da “kötü” filmlerin doluştuğu bir tema değil 12 Eylül.
Zaten 12 Eylülden biraz öncesinden başlayarak, bir yandan videonun yaygınlaşmasıyla, bir yandan Yeşilçam’ın çökerek kendini seks filmlerine teslim etmesiyle, 1980 civarı, tam Türkiye sinemasının birkaç koldan darbe yediği döneme denk geliyor. Yol (1982) gibi sinemamızın en önemli filmlerinden kimilerine imza atıldığı da doğru. Ama esasen, bir kere çekilen film sayısı düşüyor. Para yok, kimse film çekecek para bulamıyor. Zaten sansür almış yürümüş, her şey izne tabi ve izin mizin de alınamıyor.
Bir de buna, genel umutsuzluğun sinema camiasına da baskın gelmiş olmasını ekleyelim.
Herhalde bütün bunlardan dolayı, pek de sinemamızda 12 Eylül yok gibi görünüyor. Ama, 12 Eylül deyince, Kenan Evren’in televizyonda yaptığı konuşmayı ve sokağa çıkma yasağını anlamıyorsak, Babam ve Oğlum, Beynelmilel, Eve Dönüş’ün dışında 12 Eylülü göreceğimiz filmler var, epeyce var.
İlkler arasında işkencecisiyle hesaplaşan bir devrimcinin öyküsü diye, Zeki Ökten’in Ses’ini saysak, yıl 1986. Ya da hapisten çıkan devrimcinin arkadaşlarının yozlaşmasını anlatan Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle’si, yine aynı yılın filmi. Altyazı dergisinin bu ayki sayısında Ertan Keskinsoy’un yaptığı ayrıntılı incelemede onlarca filmin daha adı geçiyor.
Nesli Çölgeçen’in Züğürt Ağa’sı (1986), Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’i (1987) gibi klasikler dahil. Bunların toplumsal filmler olduğunu kabul ederiz de, pek 12 Eylülle ilişkili olarak tartışmak kolay kolay aklımıza gelmez. Ama, örneğin bu iki film, bir toplumsal dönüşümü anlatırlar aslında; “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı” günleri. Eski toplumsal ilişkilerin çözülüp yerlerini yeni dışa bağımlı ekonomik ilişkilere bırakışının öyküsüdürler, “köşe dönmecilik” bir zamanların daha sık kullanılan deyimlerine paralel. İşte size 12 Eylül.
Aynı, Kenan Evren’in “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları uygulanamazdı” itirafına rağmen, neoliberal, özelleştirmeci, ülkeyi emperyalizmin saldırılarına daha açan politikalarla baskı ve apolitizasyonu birlikte tartışmaktan uzaklaşmamız gibi.
Bu bağlantıyı sinemada hatırlatmayı üstlenen genç kuşak yönetmenlerden İnan Temelkuran sağolsun. Bornova Bornova, içindeki 12 Eylülü tanıması pek kolay olmayan bir film. Öyle ya, asker yok, darbe lafı yok, sıkıyönetim bildirisi yok, sokağa çıkma yasağı yok. Başında Kenan Evren’in bir sözünü hatırlatarak meramını seyirciye geçirmeye çalışıyor.
Oysa öyküsü, toplumsallıkla ilgilenmeyi aklına bile getirmeyen kuşakların yetişmiş olmasının gayet sahici bir özeti olarak, tabii ki tam da 12 Eylülle ilgili. Ve bugünümüzle ve geleceğimizle.
Çağdaş Günerbüyük

Evrensel'i Takip Et