40 yıl sonra 12 Mart…
Amaç nostalji değil.NEDEN 12 Mart? Neden 12 Martın faşist uygulamaları ve değiştirilen Anayasa?Amaç, kırk yıl önce yaşanan bir karabasanla insanların içini karartmak ya da bir nostaljiyi günümüze taşımak değildir.Devrimci mücadelenin önemli bir dönemini bugünkü kuşaklara kısaca da olsa anımsatmak, hat
NEDEN 12 Mart? Neden 12 Martın faşist uygulamaları ve değiştirilen Anayasa?
Amaç, kırk yıl önce yaşanan bir karabasanla insanların içini karartmak ya da bir nostaljiyi günümüze taşımak değildir.
Devrimci mücadelenin önemli bir dönemini bugünkü kuşaklara kısaca da olsa anımsatmak, hatasıyla sevabıyla irdelenmesi için bir merakı kışkırtmak, günümüzü anlamak ve değiştirmeye yardımcı olabilir.
Yine, “sınıfsal” boyutun vurgulanması ise, iç ve dış sermayenin en has yapılarından birisi olan AKP hükümetinin “ileri” demokrasi uygulamaları ve “yeni” bir Anayasa tartışmalarında ön açıcı ve yol gösterici olabilir.
Tarih, geçmişi, günü ve geleceği içinde taşır.
Askeri cuntanın sonuna kadar emrinde olan göstermelik bir parlamentonun varlığı nedeniyle, “12 Mart zılgıtı” veya “12 Mart yarı askeri harekatı” diye de anılan 1971 askeri cunta dönemini kırk yıl geride bıraktık. Zamane toplumlarında değil kırk yıl, bir yıl öncesinin bile zor anımsandığı düşünülecek olursa, özelliği “nisyan” etmek gibi bir sakatlığı olan insan belleğine, tarihi açıdan önemi büyük olan bu dönemi anımsatmak pek de boş bir çaba sayılmaz.
12 Mart 1971’de dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyicioğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur tarafından dönemin AP hükümetine bir muhtıra verildi. Muhtırada, AP hükümeti ve Parlamento, ülkeyi “anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine” sokmakla ve “Anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş” olmakla suçlanıyor ve “… Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak…. kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkilinin” zorunlu görüldüğü ifade ediliyordu. Görünürdeki suçlu, AP hükümeti ve Parlamento idi ama uygulama hiç de böyle gerçekleşmedi.
‘SOL’U EZDİ
Cuntanın ilk icraatı, Anayasal düzeni ortadan kaldırmak oldu ve solu ezerek görevini sürdürdü. Sosyalistler başta olmak üzere, toplumun ilerici ve demokrat olarak bilinen kesimleri, kurulan sıkıyönetim askeri mahkemelerinde, o dönemdeki TCK’nın idamı da içeren 146. maddesi ve yine ağır cezalar içeren 141/142. maddeleri ile suçlanarak yargılanmaya başladı. Türkiye sathında bir solcu avı başlatıldı. Nurhak, Kızıldere, Munzur, İstanbul Maltepe gibi operasyonlarda, kentlerde, sokaklarda, evlerde, köylerde, dağlarda, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir, Sinan Cemgil, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’nın da aralarında bulunduğu çok sayıda devrimci genç katledildi.
Genç/yaşlı binlerce kişi işkenceye tabi tutuldu. İşkenceli sorgularda işkencecilere vakit kazandırmak için gözaltı süreleri uzatıldı. Cezaevindeki sanıklar bile Kontgerilla’da işkenceli sorgulara tabi tutuldular. Masumiyet karinesi kaldırıldı, hakimlere sanıkları ve avukatları duruşmadan atma hakkı tanındı, sanıkların hakimlerini ret istekleri reddedilen hakim tarafından incelendi ve bu hakimin verdiği karara karşı itiraz yolu kapatıldı, bu işlemlere yayın yasağı konuldu, savunma hakkı süre bakımından kısıtlandı, Danıştayda idarece “gizli” olarak tanımlanan belgelerin avukat tarafından incelenmesi engellendi. Yargılanan gençlere idam cezası vermeyen mahkemeler lağvedildi, yargıçları sürüldü. Sıkıyönetim bildirileriyle cuntanın mahkemelere sürekli olarak müdahale ettiği, yargı bağımsızlığının, hakim teminatının, doğal hakim ilkesinin ayaklar altında çiğnendiği bu “yargılama” ortamında, 1961 Anayasasının tam olarak uygulanmasını isteyen, Türkiye’deki sömürü düzeninin son bulmasını, ülkede yaşayan tüm emekçi sınıf ve tabakaların insanca yaşamalarını talep eden, Türk ve Kürt halklarının emperyalizme karşı birlikte verecekleri bir bağımsızlık mücadelesini savunan ve Marksizm Leninizm ideolojisini yücelten ‘68 gençliğinin Üç Lideri, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972 günü sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevinin bahçesinde idam edildiler.
Öte yandan, ülkenin tek sosyalist partisi, Türkiye İşçi Partisi kapatıldı ve yöneticileri yargılanarak ağır cezalara çarptırıldılar. Devrimci sendikalar kapatıldı, yönetici ve üyeleri ağır cezalarla yargılandılar. Grevler yasaklandı. İşçiler kitle halinde işten çıkarıldılar. Köylüler üzerinde geniş baskılar uygulandı. Özellikle küçük ve orta çiftçinin ürünlerinin fiyatları düşük düzeyde tutuldu. Ordu içindeki devrimci kadrolar tasfiye edildi. Üniversite öğretim elemanları, üst düzey görevliler, hukukçular, doktorlar, öğretmenler tutuklandı. 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmekle birlikte tüm yurtta sıkıyönetim koşulları uygulandı. Gazeteler ve kitaplar toplatıldı ve Faşist Almanya ve İtalya’da olduğu gibi yakıldı. Basın susturuldu.
12 Mart cuntası döneminde, gözaltına alınan, tutuklanan ve sıkıyönetim askeri mahkemelerinde yargılananların sayısı 20 bine ulaştı.
1 BAŞKONSOLOSA KARŞI 4 BİN KİŞİ...
Söz konusu dönemde Türkiye bir ilk daha yaşadı. İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılmasına misilleme olarak 17/18 Mayıs 1971 gecesi, üniversite öğretim üyeleri, avukat, doktor, mühendis, mimar, öğretmen, sendikacı, üniversite öğrencisi, işçi ve köylülerden oluşan 4 bin kişi Nihat Erim hükümeti tarafından “rehine” olarak gözaltına alındı.
1961 Anayasasının uygulanmamasını eleştirerek iktidara el koyan askeri cuntanın, aynı Anayasanın uygulanması için AP iktidarına karşı mücadele edenlere karşı 1961 Anayasası ve yürürlükte olan diğer yasaları da hiçe sayan bu uygulamaları, ilk bakışta çelişkili gibi görünebilir. Olayı bütünlüklü olarak kavrayabilmek, dönemin iç ve dış koşullarının enine boyuna irdelenmesini gerektirmektedir. Ne var ki, bu yazının çerçevesi, sadece tekelci sermayenin anayasaya dönük talepleriyle cunta arasındaki ilişkiye kısaca değinmekle sınırlı olacağından “O dönemde 1961 Anayasasının değiştirilmesi hangi sınıfın işine geliyordu?” sorusu yukarıda değinilen “çelişki”yi açıklamaya yardımcı olabilir.
1969-70 döneminde Türkiye ekonomisinin en önemli kesimi olan sanayi kesimi oldukça güçlüydü ama önünde engeller vardı. Sermayenin diğer kesimleri ile olan çelişkilerinin yanı sıra, 1961 Anayasasının getirdiği göreli demokratik ortamın etkisiyle işçi, köylü, öğretmen, üniversite elemanı, mühendis, teknik eleman gibi emekçi kesim örgütlenmelerinin giderek artması, 15-16 Haziranda doruk noktasına ulaşan grevler ve işçi/köylü eylemleri, devrimci gençliğin yükselen savaşımı bu kesimde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Bu rahatsızlığın baş müsebbibi 1961 Anayasası ile getirilen temel hak ve özgürlüklerdi. Tekelci sermaye yeni bir sıçrama yapmak, devrimci/ilerici kesimi bastırmak ve diğer sermaye kesimlerine en az pay ayıracak biçimde güçlenmek istemekteydi.
HER ŞEY SERMAYE İÇİN...
Sanayi ve Ticaret Odalarının yayın organı Türkiye İktisat gazetesinde 12 Mart öncesinde yer alan başyazılarda, büyük sermayenin bu konudaki görüşleri çok açık biçimde ifadesini bulmaktaydı. Örneğin, 9.7.1970 tarihli yazıda şunları okumaktayız:
“Bugün artık Anayasayı ve buna müteferri kanunları ta’dil etmeksizin, … anarşiyi söküp atamazsınız. Memlekette kol gezen anarşi bizzat Anayasanın dibacesinde yazılı direnme hakkından ayrıca bir kuvvet alıp kullanarak bu hakkı zabıta kuvvetlerinin yüzüne karşı haykırmaktadır. Bugün artık Anayasayı ve buna müteferri kanunları ta’dil etmeksizin, üniversiteyi ve ilmi muhtariyetini üniversite binalarında karargah kurmuş anarşiden kurtaramazsınız. Bugün artık Anayasayı ve buna müteferri kanunları ta’dil etmeksizin için bir takım öğretmen sendikalarını ve bunları mesajlarla teşvik eden bir takım politikacıları dünkü Köy Enstitülerinin ihyası için 17 Nisan günleri aşr-ı Muharrem ayinleri tertip etmekten alıkoyamazsınız. Bugün artık Anayasayı ve buna müteferri kanunları ta’dil etmeksizin bugün artık teşri cihazını da, icra cihazını da milli mizacın icap ettiği bir milli eğitim siyaseti ittihazına imale edemezsiniz. Bugün artık Anayasayı ve buna müteferri kanunları ta’dil etmeksizin, Marksist Leninist olmadıkları halde bir kısım parlamento azalarını genel greve müsaade eder veya seçim yasasının rüşt yaşına indirilmesini talep eden kanun tekliflerini parlamentoya sunmalarına mani olamazsınız”. (Aktaran Halit Çelenk,1978, Yeni Ülke Dergisi, s. 61)
Aynı gazetenin 11 Şubat 1971 tarihli sayısında da, “Ceza kanunundaki 141-142. maddeleri” Anayasa mahkemesine götüren “kolektivist parti” TİP’in ise kapatılmasının gerektiği açıkça ifade edilmekteydi. Yine, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Ertuğrul Soysal, 12 Mart muhtırasından beş gün sonra yapılan ve 21 Mart 1971 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan “Forum”da, “..Ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyiz. Fakat 1961 Anayasamız, Batı Avrupa’nın bir çok ülkelerine model olabilecek ilerilikte kaleme alınmıştır. Eğer bunda ekonomik gelişmemizi aksatan bazı maddeler var ise, bunları cesaretle ele alıp tadil etmeliyiz” demekteydi. Ertuğrul Soysal’ın önerdiği reformlar arasında “… Hocalarından öğrencilerine kadar hepsini reforma tabi tutan” Üniversite ve Eğitim Reformu; Toprak ve Tarım Reformu, Maden Reformu, Vergi Reformu, İdari Reform ve en ilginci “Anayasa Reformu” da yer almaktaydı (İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, 1977, s.414-415). Özetle, tekelci burjuvazi, iktidarını sağlamlaştırma, iktidarındaki açıkları kapatmak, eksikliklerini tamamlamak, iktidarını tahkim etmek için yolunun üstündeki en önemli engeli yani anayasa engelini bertaraf etmek çabası içindeydi. Sermayenin çıkarlarının somut ifadesi olan ve emekçi sınıf ve katmanlar aleyhindeki bu talepler 12 Mart hükümetlerinin reform paketlerinde yer aldı.
KANLA BASTIRILDI
1961 Anayasası karşıtlığı, aynen sermaye kuruluşlarının temsilcileri gibi, asker tarafından da 12 Mart öncesinden ortaya konulmaktaydı. Faşist cuntanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç 3 Mart 1971 günü yani cuntadan 9 gün önce, Hava Kuvvetleri Komutanlığı sinema salonunda verdiği konferansta, “Sosyal olayların temelinde ekonomik nedenler arama”nın “Komünistlerin uydurması” olduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Bu olaylar, Anayasanın özgürlükçü özünden çıkmaktadır.” Bu Anayasa ve özgürlüğe açık yasalar değiştirilmeden olayların üstesinden gelinemez.” Aynı konuşmada, Tağmaç, çözümü de işaret ediyordu. “Ne yapılacaksa biz yapacağız, tedbirliyiz, geç kalmayacağız” (Halit Çelenk, 1978, Yeni Ülke, s. 62-64). 1961 Anayasası ile emekçi sınıf ve tabakalara gelen özgürlüklerden yakınanlar arasında, sermayenin siyaset alanındaki önemli temsilcilerinden Celal Bayar da vardı. Bayar, 1961 Anayasasının ülkeye getirdiği “laubali özgürlük”ten, emek piyasasının “Denetleme dışında kalmış” olmasından, “Yasal bir zorbalıktan başka bir şey olmayan” grevlerden yakınmakta ve emeğin “Maliyetin en önemli unsurlarının başında geldiğini, yüksek ücretin “dış mallarla rekabeti zorlaştırabileceğini” söylemekteydi. Bayar’a göre, ’61 Anayasası anarşi ve kargaşanın kaynaklarındandı, “Bol bir elbise” idi ve “Kopya bir Anayasa” idi. (Bülent Tanör,1986, İki Anayasa/1961-1982, s. 62-3). Gerçekten de bu Anayasa sayesinde, Zeyyat Hatiboğlu’nun da ifade ettiği gibi, “..Yalnız sanayiciler değil, işçiler, devlet memurları, öğretmenler, öğrenciler, hatta kapıcılar teşkilatlanmışlardı”. Ve bu böyle devam edecek olursa “bu rejim”in yürümesi olanaksızdı (İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, 1977, s. 432)
Sonuçta, yukarıda da anlatıldığı gibi, 1961 Anayasasıyla gelen ve ülkede bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm düşüncesini yeşerten ve emekçi halk kesimlerinin örgütlenmesinin önünü açan ortam, tekelci burjuvazinin, askeri cunta eliyle, toplumun her kesiminde yürüttüğü bir “seferberlik hareketi” sonucunda kanla bastırıldı (Vahap Erdoğdu, 1978, Yeni Ülke,s. 49). Diğer bir deyişle, sermayenin 12 Mart yönetiminden beklentileri ve özlediği “güven”, “sıkıyönetimli ve balyozlu, olağanüstü mahkemeli ve darağaçlı, kontrgerillalı” (İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart, 1977, s. 433) bir hükümet ve silahlı kuvvetler tarafından gerçekleştirildi.
GÜÇLER AYRILIĞINA DARBE
Cunta döneminde, 1961 Anayasasında, Sıkıyönetim Yasası’nda, Türk Ceza Yasası’nda, Dernekler Yasası’nda, Ceza yargılamaları Usulü Yasası’nda, Polis Görev ve Yetki Yasası’nda, Danıştay Yasası’nda değişiklikler yapıldı. Yasama, yürütme, yargı ayrımı ciddi darbe aldı. Temel hak ve özgürlüklere ciddi kısıtlamalar geldi. Kişi güvenliği kısıtlandı. Ödev ve yükümlülükler genişletildi. Dernekler Yasası ve Askeri Danıştay Yasası gibi yeni baskı yasaları getirildi. Askeri yargı sivil yargı aleyhine genişletildi. Örneğin, asker kişilerle ilgili idari eylem ve işlemlerin yargı denetimi Danıştaydan alındı. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi adında yeni kurulan bir kuruluşa verildi. Milli Güvenlik Konseyinin hiyerarşik yapısı güçlendirildi. Anayasanın 147. maddesi değiştirilerek Anayasa Mahkemesinin yapacağı denetim sadece usul yönüne indirgendi. Küçük siyasi partilerin Anayasa Mahkemesine başvuru hakkı kaldırıldı. 12 Mart öncesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen yasalar, yeni Anayasa metnine eklendi. TRT, Üniversiteler gibi kurumların özerklikleri büyük ölçüde zedelendi. Sıkıyönetim ilan koşulları kolaylaştırıldı. Üniversite öğretim üye ve yardımcılarının siyasi partilere üyeliği olanağı kaldırıldı. Memurların sendika hakkı kaldırıldı. Küçük partilere hazine yardımı engellendi. Bazı özgürlüklerin kısıtlanmasında yargıç kararı şartı kaldırıldı. Bu konuda yürütmenin de karar verebileceği yönünde yasal değişiklikler gerçekleştirildi. Doğal hakim ilkesi yok edildi ve askeri yargı asker olmayanlar için genişletildi. Böylelikle sivillerin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmalarının yolu açıldı.
SIKIYÖNETİM SÜREKLİ HALE GETİRİLDİ
Anayasa değişikliğinin bir başka sonucu, askeri dönem koşulları dışında da, sıkıyönetimi sürekli hale getirmek, sıkıyönetimsiz sıkıyönetimi gerçekleştirmek için siyasal nitelikli, olağanüstü ve özel bir sınıf mahkemesi olan DGM’lerin kurulması oldu. Sonuçta, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.
Tağmaç’ın MGK toplantısında söyledikleri gerçekleşmiş, “Sosyal hak arama eğilimlerinin ekonomik gelişmelerin çok ilerisine geçmesi karşısında milli nizamın korunabilmesi için Anayasada” gerekli değişiklikler yapılmıştı (Aktaran Vahap Erdoğdu, 1978, Yeni Ülke, s. 28).