10 Ağustos 2010 01:00
GÜNÜN YAZILARI
İçinden geçmekte olduğumuz küresel kriz için tarihin en büyük krizi nitelemesi, dost-düşman herkesce paylaşılıyor. Kitlesel işsizliklere, yoksulluklara, iflaslara yol açan bu kriz, hem sermaye ile emek arasındaki çatışmaları hem de sermaye içi çatışmaları hızlandırdı.
2008 ve 2009 boyunca süren kriz yangını, piyasa her şeye kadirdir safsatasını altüst ederken, yeniden devlet müdahalelerini davet etti ve kapitalist devletler, gelişmiş-gelişmemiş tüm ülkelerde bir dizi müdahalede bulunarak krizi aşmayı, küçülmeden büyümeye geçişi tesis etmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Küresel krizin geçtiğini söylemeye, IMF dahil, kimse henüz cesaret edemiyor.
2010 ve izleyen birkaç yıl daha, krizin enkazı ve aşılması ile ilgili operasyonlarla uğraştıracak herkesi. Bu dönem, sermaye açısından olduğu kadar emek açısından da çeşitli tehditleri ve fırsatları barındırıyor. Bu tehditlerin iyi anlaşılması gerekiyor. Kriz, bazı sermayedarlara olduğu kadar, emek kesimine de fırsatlar sunar. Bu fırsatları da iyi görmek ve değerlendirmek çalışan sınıfın elinde.
KİTLELER DİRENİYOR
2008de başlayan 2009da derinleşen küresel kriz, gelişmiş ülkelerde finans krizi yaratırken kısa sürede ateş, reel kesime de sıçradı. Hükümetler, bütçe kaynaklarını finansın çökmemesi için seferber ettiler. Merkez Bankaları para politikaları ile, faiz indirimleri ile kriz ateşini indirmeye çalışırken çeşitli vergi politikaları ile sermayeye sağlanan teşviklerle de kurtarma operasyonları sürdü. Bu önlemler son bulmuş değil.
Devletlerin, sermaye için yaptıkları ekonomik müdahaleler çok önemli bütçe açıklarına yol açtı. Öyle ki, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İrlanda gibi ülkelerin kamu borçları, bir anda bu ülkeleri iflasın eşiğine getirdi. Her ülkede hükümetler, kriz için harcadıkları kaynakların faturasını ağırlıkla çalışan kesime yıkmak istediler ama bu ülkelerde yük daha ağır. Bütçe açıklarını daraltmak için yapılacak yeni borçlanmaların kaynağını bulmak kolay değil. Kırk katır kırk satır misali IMF ile ABnin zenginleri arasında kaldı güney Avrupa ülkeleri. Sonuçta, bu ülkelerden başlayarak Avrupada emek karşıtı, kemer sıkıcı, sosyal hakları budayacak önlemler uygulanmaya başlanırken, emek örgütleri de güçleri oranında direnmeye çalışıyor, kazanımlarından vazgeçmemeye çabalıyorlar.
2010dan başlayarak, Güney Avrupadan itibaren birçok Avrupa ülkesinde kitlelerin direnişi sözkonusu. Bu, sendikal bürokrasi cenderesinde atalete sürüklenmiş işçi sınıfı hareketi için bir silkinme, yeniden örgütlenme ve mücadeleye katılım fırsatı da aynı zamanda. Mücadele şimdiden genel grevlere kadar varan çeşitli eylem biçimleriyle yükseltilirken ekonomik-demokratik mücadeleyi politik mücadele ile irtibatlandırma çabaları da yeniden yükseliyor. Daha demokratik, daha adil bir düzen arayışları için yeniden kitleler sokağa çıkıyor, tartışmalar alevleniyor. Artan ölçüde, sistemin özüne ilişkin sorgulamalar artıyor. Kapitalizmin geleceğinin olup olmadığı tartışılıyor; daha adil, daha doğaya ve insanlığın geleceğine saygılı, adil bir düzen arayışı her düzeyde, her platformda araştırılıyor.
IMF BİLDİĞİMİZ GİBİ...
Küresel kriz, küresel kapitalizmin beyni ABDnin finansında patlak verirken kısa sürede gelişmiş Avrupa ülkelerinin ve Japonyanın finans kesimlerine bulaştı. Ancak, kriz, bu merkez ülkelerle sınırlı kalmadı; Türkiye gibi çevre-bağımlı ülkeleri de içine aldı. Bu bulaşma, çevre ülkelerin merkeze olan iki bağımlılığıyla gerçekleşti: Birincisi merkezin parasal kaynaklarına-sıcak para-doğrudan yabancı sermaye,dış kredi- bağımlılık; ikincisi ise bu ülkelerin pazarlarına olan bağımlılıkla yaşandı.
1990lar sonrası ağırlıkla merkez ülkelerin dayanıklı/dayanıksız sanayi ürünlerinin üreticisi durumuna geçen Asya, Doğu Avrupa, Güney Amerikanın çevre ülkeleri, ihracatlarını ağırlıkla merkez ülkelere odaklamış durumdalar. Merkezden ithalat talebinin azalması, çevre ülkelerin sanayilerini bir anda atıl duruma soktu ve krize sürükledi.
Bu ülkeler arasında Çin, Hindistan, Brezilya gibi, kriz öncesi döviz açığı yerine döviz fazlası olan ülkeler, krizden güçlenmiş olarak çıkma fırsatı bulurken, döviz açığı olan, cari açık veren Türkiye ve çoğu Doğu Avrupa ve bazı Güney Amerika ülkeleri daha fazla kırılgan hale geldiler; bir kısmı IMF anlaşmaları ile kemer sıkıcı reçetelere zorlandılar.
Türkiye, küresel finans kesimini 2001 yılında tahkim etmiş olduğu için, küresel krize finans ayağından yakalanmadı ancak, sanayi ürün ihracatında önemli düşüş yaşadı; dolayısıyla krize sanayi ayağından yakalandı. Düşen sanayi üretimi ile birlikte yaşanan tensikatlar, ailelerin tüketim harcamalarını kısarak iç talebi de daralttı. Böylece dış ve iç talepteki gerileme, Türkiye kapitalizminde önemli bir daralmaya yol açtı. Daralmanın yükü öncelikle, işten çıkarılan işçilere yıkılırken, işini koruyanlar da çok düşük ücretlere mahkum edildiler. Bir yılda 840 bin artan işsiz sayısı ile birlikte resmi işsizlik oranı da yüzde 11den yüzde 14e, işsiz sayısı 3,5 milyona tırmandı. Bu dehşetli işsizlik artışı, Türkiyeyi işsizliği en çok artan ülkeler tablosunda ilk sıralara çıkardı.
Türkiyenin büyümesinin ana rüzgârı olan dış kaynak ayağında, doğrudan yabancı sermaye ve dış kredi girişi 2009da ciddi oranlarda azalırken, borsaya ve devlet tahvillerine yatırım yapan sıcak para, önce sert bir çıkış yaptıktan sonra, verilen faizlerin cazibesi ve göreli istikrar iklimi algılaması ile geri döndü. Bu arada, kaynağı şaibeli döviz girişleri de kaynak açığını, sert döviz şoklarını önleyici etkiler yaratarak krizin büyümesini önledi.
2009 biterken, beklenen dış dünyadan, özellikle ABden pazar açılması yeterince gerçekleşmedi ve toparlanmanın beklenenden yavaş olacağı teslim edildi. Bununla birlikte, anlaşılan o ki, toparlanma denilen şey, yine eski kurguda olduğu gibi, dış kaynak girişini özendirmeye, bunun için yüksek faiz vermeye, döviz kurunu düşük tutma politikasına dayandırılacak. Bunun, bir yandan dışarı yüksek faizler ödemeyi sürdürmek; bir yandan da düşük kur nedeniyle yerli üretimi ve istihdamı olumsuz etkileyen etkilere göz yummak olduğu açık. Buna eşlik edecek bir beklenti, emek kesimi için esas tehdidi oluşturyor. O da, işsizliği de bahane ederek ücretleri daha da düşürme, esnek çalışma adı altında işgücünü güvencesizleştirme tehdididir. Sermaye kesimi, bu krizden çıkışı da ucuz işçiliğe dayandırma eğilimindedir ve ihracatçı Asya ülkeleri, Çindeki, Hindistandaki insanlık dışı çalışma koşullarının, sefil ücret düzeninin, düzeyinin Türkiyeye taşınması niyetindedirler. AKP iktidarı da bu talebe cevap vermeye gönüllüdür.
ANTİ-DEMOKRATİK DÜZENLEMELER
Emek cephesi, bütçe üstünden de çeşitli istismarlara uğramakta ve tehditlere maruz kalmaktadır. AKP iktidarı, 2009 yerel seçimleri için uyguladığı genişletici maliye politikalarını, krizin etkilerini yumuşatmak için KDV-ÖTV indirimleri ile sürdürmüş, buna sosyal güvenlik açıkları eşlik edince ortaya devasa boyutlarda bütçe açıkları çıkmıştır. Bu açıkları finanse etmek, daraltmak için borçlanma devasa boyutlara çıkarken, bir yandan da, çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu tüketici kesime dönük dolaylı vergiler, sağlık kesiminde harçlar, katkı payları artırılmış, kamu varlıkları özelleştirme ihaleleri ile yok pahasına satılmaya çalışılmıştır.
Öte tarafta, bütçe harcamaları ayağında da zaten kısıtlı olan sosyal harcamalar daha da daraltılmıştır. Bunun yanında artan nüfusun kamusal hizmet ihtiyacına rağmen, kamu çalışan sayısı hızla azaltılmakta, özlük hakları budanmakta, daha düşük aylıklara mecbur bırakılmakta, örgütlenme, sendika, toplu sözleşme hakları kullandırılmamaktadır.
Sağlıktan, eğitimden, adaletten, sosyal korumadan esirgenen kaynaklar yeniden faiz harcamalarına ayrılmıştır. 2010dan itibaren bu tercihe AKP iktidarı devam etme eğilimindedir.
Küresel kriz, yaklaşık 30 yıldır sürdürülmeye çalışılan neoliberal politikaları, sonuçta iflasa sürüklemiş ve sermayeye aynı patikada sermaye birikimini sürdürmenin kolay olmayacağını göstermiştir. Küresel kapitalizm ile son 30 yılda daha çok entegre olan Türkiye kapitalizmi de, merkez ülkelerin yaşadığı tıkanıklardan birebir etkilenmekte ve aynı neoliberal patikada sermaye birikimini sürdürememenin sıkıntılarını yaşamakta, çıkış için ise daha saldırgan, daha anti-demokratik düzenlemelere yönelmektedir.
Türkiye özelinde sermaye-emek arasındaki çatışma, sermayenin kendi içinde de yaşanmakta, AKPnin dayandığı neoliberal-muhafazakar sermaye kesimleri, TÜSİADda temsil edilen sermaye kesimleri ile çatışmakta, devlet rantlarını daha çok kendilerine yontma konusunda sermaye içi çatlak hızla büyümektedir. Bu durum, artan ölçüde bir anti-demokratikleşmenin, sivil bir darbenin icrasını yaşama sokarken, neoliberal-muhafazakar kesime karşı cepheyi de bir ölçüde genişleterek emek kesimine yeni fırsatlar sunmaktadır.
Emek cephesi, 2010 ve sonraki dönemde bütün bu tehditler ve fırsatlarla yüz yüze olduğunun bilincinde mücadelesine devam edecektir.
GERÇEKLEŞMEYEN BELEDİYE SATIŞLARI
Belediyelere, AKP iktidarı 2009da özelleştirme komutu verdi ve en az 2,4 milyar TLlik özelleştirme direktifi verildi ama yeterli talep gelmediği için bu satışlar pek gerçekleştirilemedi. Borç batağındaki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, yine sessiz ve derinden kamu arsalarını satışa sundu. Bunlardan biri, Taksimdeki Hyatt International Otel varlığı. Yaklaşık 15 bin metrekarelik arsa ve üzerindeki 360 odalı otel binası, 150 milyon lira muhammen bedel üzerinden kapalı teklif alma yöntemiyle satışta. Belediye bir süre önce işletme hakkı 2025 yılına kadar Fiba Grubunda olan Swissotelin de arsa ve binasını satma kararı almıştı. Belediyenin satış listesinde Tarabyadaki Boğaziçi İmar Müdürlüğü ve eski Bayrampaşa Cezaevi de var.
Neoliberal belediyecilik, krizle birlikte tel tel dökülüyor. Kentlilerin, kentsel mal ve hizmetler üstünden yüz yüze kaldıkları istismara, haksız zamlara karşı seslerini yükseltmeleri, kentsel arsaların, varlıkların sessiz ve derinden satışına karşı uyanık ve duyarlı olmaları gerekiyor. Taşeronlaşma ile yandaş sermaye kayırmacılığına, belediye çalışanlarının sendikasızlaştırılıp esnek istihdamla köleleştirilmesine, yeni vergi yüklerine karşı mücadele, yerelde, kentlilerin katılımcı, doğrudan demokrasiyi hedefleyen kent örgütlenmeleriyle, kent meclisleriyle yükseltilmelidir.
BELEDİYELERDE HİZMET AŞAĞI BORÇ YUKARI
Küresel kriz, kent hizmetlerini de olumsuz etkiliyor ve nüfusun yüzde 83ünü kapsayan belediye hizmetlerinin kalitesi düşüyor. Ulaşım, su, kanalizasyon yatırımları aksadı, bazıları askıya alındı. Kentliye verilen hizmetlerin niceliği ve niteliği düştü. Bunda, AKP iktidarının izlediği neoliberal belediyeciliğin krizle birlikte iflasa doğru gitmesi etkili oldu.
Merkezde olduğu gibi, yerelde de kamu hizmetini, özelleştirme, ticarileştirme, taşeronlaştırma prensipleriyle yürütmekte ısrar eden AKP iktidarı, özellikle büyük kent belediyelerinde, yandaş müteahhitleri palazlandırıcı politikalarıyla da bütçe açıklarını tırmandırdı ve darboğaza girdi. Büyük belediyelerin açıkları hızla artıyor.
Belediyeler arasında en çok alarm vereni İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri. Maliye Bakanlığının verileri, yerel yönetim harcamalarının üçte birini kullanan İstanbulun açığının arttığını ve 2009un 9 ayında 2 milyar TLyi geçtiğini gösterdi. Bu, 3 milyar TLye yaklaşan 81 ilin açığının yüzde 71ine tekabül ediyor. Melih Gökçekin 3 seçim dönemi Büyükşehir Başkanı olduğu Ankaraı ise ASKİ ve EGOnunkilerle birlikte, 4 milyar TLyi geçen Hazine borcu ile batak durumda. Bir diğer büyük borçlu, 1,5 milyar TL borcu ile İzmit Büyükşehir Belediyesi. Müstakbel bir borçlu da Gaziantep. GASKİnin Hazine borcu 3,5 milyar TLye yaklaşıyor. AKPli belediyeden enkaz devralan CHPli Antalya Belediyesi sıkıntıları aşmaya çalışırken İzmir, borçlanmadan, kendi kaynakları ile çarkını çevirmeye çalıştı.
Hükümetle IMFnin en önemli tartışma konularından birini sosyal güvenlik harcamaları, diğerini yerel yönetim harcamaları oluşturuyor. 2009 yılında Bütçeden sosyal güvenlik için aktarılan kaynak 50 milyar TLyi geçerken mahalli idareler için yapılan aktarmalar 19 milyar TLye yaklaştı. 2009daki yerel seçim, bu hovardalıkta etkili oldu. Ama şimdi genel bütçede kemer sıkan AKP iktidarı, yerel yönetimleri de kemer sıkmaya zorluyor. Onlar da bunu, belediye çalışanlarının sayısını azaltarak, hizmetleri taşeronlara aktararak (İstanbulda itfaiye işçilerinin isyanına yol açtıkları gibi), ücretleri aşağı bastırarak yapıyorlar. Ama bununla kalmıyor; AKPnin neoliberal belediyeleri ürettikleri mal ve hizmetlere zam üstüne zam yapıyorlar, kamu binalarını, arsaları da haraç mezat satışa çıkardılar. Örneğin, 2009da su fiyatları yüzde 14, belediye otobüsü fiyatları yüzde 9 ile, yüzde 6,5luk TÜFEnin üstünde artırıldı. Bu arada emlak vergileri de sessiz sedasız artırılarak kentliye yeni bir yük getirildi.
BİTTİ
Hazırlayan: Mustafa Sönmez
Evrensel'i Takip Et