25 Haziran 2010 00:00

KÜRT SORUNUNDA NASIL YAPMALI? 14


Kürt sorununda yaşanan gelişmeleri İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Ferhat Kentel’le konuştuk. Açılıma destek veren Ferhat Kentel, yaşanan son gelişmelerin ardından “açılım 2”ye ihtiyaç duyulduğunu söyledi.

Sondan başlayalım. Çatışmalar, tutuklamalar ve son günlerde yaşanan gelişmelere baktığımızda geldiğimiz nokta neresi?
Bunu söylemek hoşuma gitmiyor, ancak şu anda inanılmaz bir çözümsüzlük hali görünüyor. Türkiye’de barış, demokrasi, insan hakları gibi talepleri olan insanların bunu söylemeye hakları yok. Her zaman bir çözüm vardır. Ne yapıp edip çözümün dilini kurmak gerek. Ama iki taraftan yapılan açıklamaları düşündüğünüzde sanki iki tane, birbirine değmeyen dile doğru gidiyoruz. En son Bengi Yıldız’ın yaptığı açıklama mesela... Bir taraftan savaşın durması için askere gitmemek gerekir. Ama bu çağrıyı sadece ‘Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna girmemek’ şeklinde yapıyor. PKK’ye katılmamak bu çağrı içinde yok. Eğer bu çağrı karşılık bulursa, bir tarafta Türk gençlerinden oluşan bir ordu, bir tarafta Kürt gençlerinden oluşan bir ordu ortaya çıkacak. Bu iki dil kendi içinde haklı, diğeri haksız...

Bu durumdan nasıl çıkılacak?
Birincisi, iki dil birbirine değmediği için bu iki anaforun içine düşmeyen insanların bir şeyler söylemeleri lazım. İkincisi, her iki kesimde de o dilin içine kapanmayı reddeden insanların ortaya çıkması lazım. Üçüncü düzeyde ise -bu dediklerimin Kürtlerin hoşuna gitmeyeceğini biliyorum ama- bu devletten bir şey çıkmayacak. Bu devletten hoşgörü, hak vermek tanımak falan çıkmayacak. Çünkü onun gözünde devlete isyan eden silahlı bir güç var. Silahlı güç meşru değildir. O ancak ezilerek yok edilir, önce ‘silahları bırak’ diyen bir dil devlet dili. Bence oradan yeni bir dil gelmesi çok zor. Burada istedikleri kadar mağdur olsunlar Kürt hareketinin, büyük bir sıçrama yapıp özveri göstererek, Kürtlerin örnek olması lazım.

Peki neden yapsınlar? Kürt sorunu diye bir sorun var, talepleri var. Bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı…
Bu söylediğimin arkasında, “bu devletten bir şey çıkmayacak; sen bir şey yap, öyle bir şey yap ki devlet çaresiz kalsın yaptığın şey karşısında, bu anaforun öbür tarafındaki Türkleri kazan” diyen duygularım konuşuyor. Ama bunun teorik arka planında başka bir şey var. İktidarın diliyle iktidarı alt edemezsiniz, böyle yaparak sadece iktidar dilini güçlendirirsiniz. Şiddet diline karşı iktidar dilini kullanmayan bir dil kurmak lazım sivil itaatsizlik eylemleri gibi.

Son günlerdeki fotoğraflara, konuşmalara bakıldığında, devlet ve hükümet dilinde bir eskiye dönüş özlemi ya da eski argümanların tekrarı dikkatimi çekiyor. Bu mümkün mü?
Ben tarihin tekerrür edeceğine inanmadığım için hiçbir zaman dönülmez öyle bir yere, ondan çok daha kötü bir şey olabilir veya çok daha iyi bir şey olabilir. Ancak aynı şey olmaz. Çünkü bütün o süreçlerden geçen insanlar, edindikleri tecrübelerle hareket ederler.
Eskiye dönmek konusunda bir sürü benzeyen şey var. Çatışmalar artıyor, devlet ve hükümet arasındaki ayrı gibi görünen pozisyonlar birleşiyor, aynı yerde toplanmaya başlıyor... Yakın zamana kadar Türkiye toplumunun en genel gerilim eksenlerinde üç temel aktör vardı. Bir tanesi yargısıyla, Anayasa Mahkemesi’yle devlet, bir tanesi hükümet. Hükümetle bu yapı çatışıyordu. Bir tarafta da PKK vardı. Bunlar üç ayrı güçtü. Bu durumda Kürt siyasi hareketi AKP ile toplumsallık temelinde ortak olabilirdi. Ama bu konuda BDP, AKP’ye muhalefet etti. Bu süreçte devletle AKP arasındaki ayrışma sona erdi. AKP ve devlet aynı odağın içine girdi. Bu, Kürtler-Türkler gibi apayrı kanalların, apayrı koridorların oluşmasına yol açtı.

Konuşmanın başından beri Kürt tarafına dönük çağrılar ya da beklentiler dile getiriyorsunuz. Selahattin Demirtaş da Meclis grup konuşmasında Türkiyeli aydınlara, “sürekli bize çağrı yapıyorsunuz, biraz da AKP’ye çağrı yapsanız” dedi. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Çok haklısınız, ama aydınların AKP’ye de demedikleri şey kalmadı. Ben muhalifim, bir sürü sivil inisiyatife girmeye çalışıyorum. Ben muhalif olanların özgürleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu memlekette mağdur olmuş insanlar başka dil kurmalı diyorum. Yoksa AKP’yle empati yapmıyorum, mağdurlarla empati yapıyorum. Devlete seslenmeye de devam ediyorum.

Gazete köşelerinde sık sık dile getirilen bir “otuzlu yaşlardaki insanlar kaybolmadan bu sorun çözülmeli, yoksa daha genç kuşaklar arasındaki kopuş derinleşti” değerlendirmesi var...
Ben de bu lafı Hakkari’de falan sık sık duydum. O kadar doğru bir tespit ki, içinde sağduyu olan sosyolojik bir analiz bu. Şöyle düşünün; kimlik meselesinin bu kadar yakıcı bir hale gelmediği zamanlarda karşılıklı konuşabiliyorduk, paylaşabildiğimiz bir alan vardı. Bu nesiller ihtiyarlıyor. Yeni nesiller artık o kopuşun içinde konuşmaya başladığı için zaten öbür tarafı duymuyorlar. Zaman hızla ilerliyor ve -bu kelimeleri telaffuz etmekten çekiniyorum, çünkü kabus senaryoları bunlar- kopuşa doğru gidiyor. Dolayısıyla işte biz o yüzden Siirt’e gittik, orada bir bildiri hazırladık.

“Çığlık” diye bir yazı yazdınız üzerine de...
Evet, “kopmak istemiyoruz, hâlâ kopmak istemiyoruz” diyen insanlar var. Diğerleri “kopmamak ne demek?” diyecek, zaten kopmuş bir nesil geliyor. Mesela Hakkari’de o küçücük çocuklar apayrı bir dünyada yaşıyor. Çocuklar yolu kesiyorlar, el hareketleri bile polis gibi… Bu çocuklarla sen yarın diyalog kurabilecek misin? Buradan başka bir şey geliyor aklıma… Devlet dediğin bütünlüğünü koruyacak rasyonalite üreten bir şey olmalı. Peki ne yaptı? Devlet içinde hakim bir zihniyet, çocukları Terörle Mücadele Kanunu içine sokuyor, “Taş atmış, miting yapmış, sırtı terliymiş” falan diyerek atıyor içeri. Bu çocuklar içeri ağlayarak giriyor, çıkarken gerilla oluyor. Devlet fiilen düşmanını üretiyor. Bunun neresi rasyonel? Bu inanılmaz bir akılsızlık, ama ben bu kadar akılsız olunamayacağını düşünüyorum…

Dile getirilen argümanlardan biri de şu: Kürtler bu ülkeyi bölemez, bunu artık kendileri de kabul ettiler. ancak devletin girdiği yol, hem Kürtleri hem Türkleri ayrı bir yerde örgütlüyor, bunun sonucu ayrışmayı getirebilir…
Devlet de homojen bir şey değildir, ama en genel haliyle devlet siyaseti Türkiye’yi bölünmeye doğru götürüyor. Peki, bu istemeyerek yapılan bir şey olabilir mi? O noktada benim aklıma siyaset sosyolojisinde teoriler yağmaya başlıyor… Bir devlet kendi iç egemenlik ilişkilerini yeniden üretebilmek için gerekirse safra atar. “Kürdistan” diye bir şeyin kopmasına bu devlet razı olacak, daha da korkunç başka bir senaryo, bu sadece devletin projesi de değil. Bu ulusalcı dil o büyük projenin -adı neyse bilmiyorum- işlevini yerine getiriyorlar, ortaya çıkan sonuç bu.

Kürt sorunuyla ilgili tartışmalarda dilimize yeni katılan bir kavram ise ‘taşeron’ sözcüğü oldu...
Çok klasik bir şeyler söz konusu, çok ezber bir şeyler yapılıyor. Kolaylaşmış, sembolikleşmiş birtakım hedefler kullandığınız takdirde kendi meşruiyetinizi yeniden üretiyorsunuz. Mesela Hrant’ın katilleri hangi kelimelerle oynuyorlardı? Hrant’ın yazılarını okumamışlardı, Hrant’ı televizyonda bir kere görmüşlerdi, hatta görmemişlerdi bile... Peki, hangi kelimeleri kullanıyorlardı? hain ve kahraman. Bu iki kelimeyle halledebiliyorsun bu işi. Benzer bir durum bugünkü taşeron konuşmalarında da var. Memlekette bu kadar sorun var, bu kadar karmaşık olay var. Nasıl anlatacaksın devlet olarak? Bunlarla uğraşmıyorsun, çok daha kolay olanı sembolleşmiş birtakım kelimeler kullanmak. “Ermeni var Yahudi var, İsrail lobileri var arkasında” diyerek işini kolaylaştırıyorsun. Kolay ezberci ve asla düşünce üretmeyen bir dil üretiyorsun.

Sanki hükümet seçimi hesaplamaya başlamış artık ve bu seçimi Türk oyları üzerinden hesaplıyor. Çünkü bunu Kürde anlatmak çok zor...
Tabii anlatmak zor. Orada daha çok İsrail’in Mavi Marmara’dan sonraki kamuoyunda ortaya çıkan imajından faydalanmaya çalışıyor olabilirler. ‘Ey Kürt kardeşlerim! Biz aslında ayrı değiliz’ demeye çalışmanın beceriksizce bir yöntemi de olabilir. AKP içinde farklı insanlar var. Sonuç olarak AKP bir ittifak ve ortak çıkarları var. AKP’nin burada Kürtlerle yan yana hareket etmek gibi bir seçeneği vardı, ancak bu çok riskliydi. AKP gitti, öbür tarafla birleşti. Bu bir dehşet dengesi, uzun vadede bu ülkenin barışına hizmet edecek bir şey değil.

YARIN:
Adana Barış Meclisi Sekreterya
Üyesi Tugay Bek
Yazar Nevzat
Süer Sezgin

AKP PKK’Yİ EKARTE EDEREK AÇILIM YAPMAK İSTEDİ

AKP’ye açılımla ilgili getirilen eleştirilerden birisi, yaparmış gibi davranmakla ilgiliydi. Peki açılımın konuşulmuş olmasının iyiliği dışında neden somut bir yol alınamadı?
Dedim ya, AKP bir koalisyon. İttifakta bir sürü güç vardır, hepsi her zaman birbirinden ayrılmayabilir ama bunların güç ilişkileri içinde hakim olan bir söz çıkar. Hakim olan söz devlet politikaları, silahlı kuvvetlerle, devletin terör algısıyla yeni bir ittifak kurdu. AKP kendi içinde bir ittifak, bu ittifak da devletle yeni bir ittifak kurdu ya da hegemonyanın içinde yeni bir ilişki kuruluyor. Buradan çıkan ortalama sonuç şöyle okunabilir: Biz bir şey değiştirmek istiyoruz, şimdiye kadarki yöntemlerle olmadığı belli ama bu iş PKK ile olmayacak, dolayısıyla PKK’yi ekarte etmek lazım. Açılım yapıyorum ama PKK’siz bir açılım yapacağım .…..

Açılım ve tasfiye işte burada yan yana geliyor. Bu kelimelerin yansımaları da farklı. Tasfiye Kürt hareketinde AKP ile hesaplaşmayı beraberinde getirdi…
Bunu PKK terör yapıyor falan diyerek rasyonalize edebilirsiniz. BDP ve PKK tüm Kürtleri temsil etmiyor. Kürtlerin yüzde 20’si gibi bir rakamdan bahsediyorlar. Ama şöyle bir şey var: Bu örgütün Kürtlerin bir kesimi ile kurmuş olduğu ilişki -neredeyse örtüşen- özdeşleşen ilişkiyi göz önüne alırsanız, bu memleketin 1-2 milyon insanını parçalayarak, kopartarak ancak PKK’yi tasfiye edebilirsiniz. Yüz binlerce insanı öldürmeniz lazım. Burada ciddi bir problem var.

CİN ŞİŞEDEN ÇIKTI BİR KERE
Açılım sil baştan mı oldu? Ya da sil baştan olması mümkün mü?
Sil baştan olamaz, dünya kadar şey konuşuldu. Geri dönüp baktığımda ben mesela açılım lafları ilk edildiğinde çok olumlu baktım. CHP çevrelerinden, bazı sol kesimlerden “İçeriğinde ne var açıklayın, ona göre destek verelim” deniyordu. Ben diyordum ki; aslında “açılmak istiyorum” demek bile bir irade beyanıdır. O andan itibaren toplum konuşmaya başladı, dünya kadar şey konuşuldu. Ama toplum tek çizgide giden bir şey değil, konuşuluyor olması toplumun konformist taraflarını tetikleyebilen bir şey. Bu kadar konuşulmasının kendisinin ardından, ‘hayır konuşma eskide devam edelim’ diyenler ve konuşmak isteyenler arasındaki güç ilişkisinde konuşmayalım diyenlerin dili daha güçlü hale geldi. Ama konuşalım diyenlerin konuştukları şeyler açıkta artık. Diş macunu çıktı tüpünden ya da cin şişeden çıktı. Sadece şu andan itibaren eski konuşulmuş olanlardan yeniden bir siyaset üretmek, yani “açılım 2” gibi bir merhaleden devam etmek gerekiyor.

BARIŞ İÇİN KADIN GİRİŞİMİ AKTİVİSTİ YILDIZ İMREK KOLUAÇIK:Militarizm cinsiyetçi şiddeti de meşrulaştırıyor

Kürt sorununda şiddetin, operasyon sürecinin tırmandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu süreç, Türkiye’yi bütün toplumsal sonuçlarıyla birlikte sizce nereye götürüyor?
Bahar aylarında gelenek olduğu üzere TSK’nın planlı operasyonları başlıyor ve her yıl bu tekrar ediyor. Silahlı gruplar da, çatışmasızlığa son verip eylemlere başlayınca bir savaş hali hüküm sürüyor. Savaş halinde artık ölüleri sayıyoruz, oysa her ölüm büyük acılar yaratıyor.
“Son terörist temizleninceye kadar” söylemlerinin sonu yoktur. Bu söylem; çatışmaların sürmesi, daha fazla asker ve gerillanın ölümü, sakat kalması demektir. Savaşın sürmesi, daha fazla çocuğun bombayla, mayınla, silahla yaşamını kaybetmesi, yaralanması, sokağa çıkıp taş atması, buna karşılık onlarca yıllık hapis cezalarıyla hapishaneleri doldurması demektir. Savaşın sürmesi, daha fazla köy ve kasabanın insansızlaşması, insanların göç etmek zorunda kalması, işsizlik ve açlığa terk edilmesi demektir. Çatışmaların sürmesi, daha fazla kadının, çocuk yaştaki genç kızların korucu, bürokrat, asker, eşraf tecavüzüne maruz kalması, fuhuşa zorlanması demektir. Savaşın sürmesi, cenazeler geldikçe kentlerde nefret söyleminin artması, komşunun komşuyla karşı karşıya getirilmesi demektir. O halde, çatışmaları sona erdirecek adımları atmak gerekir. Bunun yükümlüsü de hükümettir.

Silahların yeniden en yüksek sesle konuşan aktörler haline gelmesi, ‘demokratik çözüm’ taleplerini de geriye itmiş gibi görünüyor. Bu konuda neler söylersiniz? Çözümün kapısını aralamak için neler yapılmalı?
Her şeyden önce operasyonlar durmalı, silahlar susmalı. “Açılım” söyleminin yerini savaş çığırtkanlığının aldığı günden bu yana “barış için ısrar ediyoruz” sloganıyla her hafta sonu bir yerde “Barış noktası” eylemleri gerçekleştiriyoruz. Savaş ve ölümün olduğu bir ortamda barışı, demokratik adımları konuşmanın mümkün olmadığına dikkat çekiyoruz. Başta medya, hükümet yetkilileri ve partiler olmak üzere, çatışmaları kışkırtan, nefret ve ayrımcılık içeren tutumlardan vazgeçilmeli. Barışın konuşulabilmesi için tüm toplumsal güçler, aydınlar çaba harcamalı. Özellikle kadınların ortaya koyduğu çözüm önerilerine kulak verilmeli. Kürt siyasetçileri ve seçilmiş yöneticilerine uygulanan baskılara son verilmeli, tutuklu siyasetçiler serbest bırakılmalı. Tutuklular arasında pek çok kadın siyasetçi, pek çok kadın yerel yönetici ve sendikacı, aktivist var. Baskıların sürmesi, kadınların toplumsal, politik yaşama katılımı önüne de set çekiyor. Binlerce çocuk cezaevinde ve binlercesi yargılanıyor. Çocuklarından korkan bir ülkenin geleceği olamaz. Taş atan çocuklar için yasal düzenleme yapılarak ceza tehdidi kaldırılmalı, tutuklu çocuklar serbest bırakılmalı.

Bu çatışma süreci kadınları nasıl etkiliyor?
Kadınlar savaş ortamından çok boyutlu ve çok derinlikli etkileniyor. Sadece yakınlarını kaybetmiyorlar; savaş ortamı kadınların görünmezliğini çoğaltıyor. Kadınlar gündelik yaşam içinde görünmez kılınıyor, ikincilleştiriliyor ve görünür-görünmez şiddete maruz kalıyor. Kadının sosyal, ekonomik, siyasal yaşama eşit katılımı için sürdürdüğümüz mücadele, oluşturmaya çalıştığımız demokratik mekanizmalar, savaş ortamında belirsizleşiyor. Savaş sürecinin egemen değerler sistemi, milliyetçilik ve militarizm, cinsiyetçi şiddeti de meşrulaştırıyor, boyutlandırıyor. Taciz, tecavüz, zorla fuhuş ve ölümler, kadının yaşadığı şiddetin önemli bir kısmını oluşturuyor. Savaşa ilişkin söylem, kadın bedeni üzerinden de üretiliyor. Savaşın ortaya çıkardığı zorunlu göç, kadını kendi sosyal ve kültürel ortamından, ekonomik geçim araçlarından uzaklaştırıyor, kent kıyılarında kadını iyice yalnızlaştırıyor ve güvensizleştiriyor. Savaş bütçesi, kadının gelişimi ve eşit katılımı, sağlığı ve eğitimi için sağlanabilecek kaynakların savaşa harcanmasına neden oluyor. Savaş nedeniyle kadınlar daha işsiz, daha güvencesiz, daha yoksul hale geliyor ve daha fazla şiddete uğruyor. Kadın işsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biriyiz.

Kürt sorununun demokratik, barışçıl çözümü için sizce kısa ya da uzun vadede ne gibi adımlar atılmalı?
Kürtlerin demokratik temsili ve demokratik siyasete katılımının önündeki engeller, seçim barajı kaldırılmalı. Parti kapatmalara son verilmeli. Kürt sorununun demokratik çözümü ve eşit haklar için anayasal düzenleme yapılmalı. Anadilinde eğitim ve anadilinde kamu hizmetinin önü açılmalı. Kürt dili ve kültürünün gelişimi yanında kadınların hayata katılımı bakımından bu çok önemli.
Mustafa Kahveci

Evrensel'i Takip Et