22 Haziran 2010 00:00

KÜRT SORUNUNDA NASIL YAPMALI? 11


AKP’nin ‘açılım’ından, atılan bombalarla, sıkılan silahlarla, tutuklamalarla yine kan yine gözyaşından başka ne kaldı? Kürt ve Türk halkları arasındaki gerilim açılım günlerinde ‘kardeşlik’ söylemlerini geliştirenlerce şimdi yeniden tırmandırılıyor. Sözde demokratikleşme sürecinin ardından ülke nasıl daha keskin bir savaşa itildi? Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi Doktor Zeki Gül ile gelinen aşamayı ve çözümün yollarını konuştuk. Açılım diye bir şeyin zaten hiç olmadığını söyleyen Gül, AKP’nin herkese sürece dair ‘ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu ancak kendi niyetini hiç açıklamayarak samimiyetsizliğini daha o günlerde açık ettiğini belirtti. Gül, ‘Bizi bir arada tutan nedir?’, ‘Birlikte yaşamayı gerçekten istiyor muyuz?’ Sorularına verilecek gerçekçi yanıtların ancak çözüme hizmet edebileceğini aksi takdirde yine ‘barış’ olsun demenin yapaylığa düşeceğini de vurguluyor. “Çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde bir akıl tutulması yaşandığını ve kime yöneleceği, odağı belli olmayan bir nefret geliştiğini dile getiren Gül, “O nefret savaşı, çatışmayı tesis eden, buradan nemalananlara yönelmeli” dedi.

İlk ortaya atıldığında birçok çevre tarafından olumlu bir hava yaratan ‘açılım’ sürecinin sadece söylemlerden ibaret kalması ardından çeşitli kaygıları da getirmişti. Son yılların en şiddetli çatışma dönemine girilmesi, binlerce çocuğun tutuklanması, siyasetçilerin tutuklanması... Barış grubu üyeleri tutuklandı, ölümler arttı. Gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Neler oluyor sizce?
Ben o dönemi şöyle değerlendiriyorum; toplumun o coşkusu, hükümetin açılım politikası ile ilgili değildi, ‘barışı’ ihtiyaç olarak görenlerin bu gereksinimine cevap bulabilme çabasıydı. Fakat ilk günden itibaren, açılıma dair her sözden sonra ya bir kentteki üniversite öğrencileri gözaltına alındı ya da Kürt siyasetini yönetenler, belediye başkanları dahil olmak üzere tutuklandılar, baskı altına alındılar. Sürecin sağlıksız seyredeceğinin işaretlerinden bir diğeri ise şu; sonuçta Kürt sorunu dediğimiz haklar ve özgürlükler sorunudur. Bu sınırlamaları, kısıtlamaları getiren doğal olarak devlettir ve kimseye hak ve özgürlükleri hayata geçirmek için sorması, muhatap araması gerekmezdi. Kendi yasakladığı gibi kaldırabilirdi de. Hükümet ne yaptı? ‘Siz ayrılmak istiyorsunuz’ diyerek kendine dair değil, Kürtlere dair bir niyeti söyledi. Sen daha azınlıkta olan ‘öteki’nin niyet okuyuculuğuna soyunuyorsun ama kendi niyetinin farkında mısın? Açılımın da temel handikabı bu. Herkese gitti ne düşünüyorsunuz diye sordu, ötekine bölücü dedi tutukladı, ama kendi ne düşünüyor söylemedi. İşte hükümetin yaptığı ile toplumun geniş kesimlerine empoze edilmiş bu davranış kalıpları çok örtüşüyor. Ötekinin niyetini okumak yerine herkesin açıkça kendi niyetini ortaya koyması gerekir.

Açılımın yarattığı beklentinin boşa çıkması, ülkeyi yeniden bir çatışma atmosferine, kamplaşmaya itti. Sizce bu gidiş nereye evriliyor?
Türklerin yoğun yaşadığı yerler için, ‘Kürtler ayrılmak mı istiyor?’ duygusunun kendisi ile çelişen sonuçlar doğurduğunu görüyoruz. Mesela, mümkünse aynı mahallede, aynı sokakta, aynı apartmanda oturmamak... Kimle? Daha düne kadar olmadığı söylenen, anayasal anlamda da bir fark olmadığı anlatılan Kürtlerle. Hem Türklerde, hem Kürtlerde böyle bir gündelik ilişkiye meyil var ne yazık ki! Bunun hükümet ve devlet kanadına yansıması da aynı çatı altında sivil siyaset yapmak isteyenlerin engellenmesi, tutuklanması olarak tezahür ediyor. Mümkünse siyasetin de başka yerlerde yapılması söyleniyor. Peki başka yer neresidir? Bunun yeri TBMM değilse, belediyeler değilse, neresi olabilir? Aynı çatı altında yaşamak, aynı bayrak altında yaşamak ancak aynı mecliste, aynı belediyenin çatısı altında yer bulmakla, aynı apartmanda duygu, sevgi ve birliktelik içerisinde yaşamakla aynı cadde üzerinde yan yana iyi bir komşu olarak esnaf olmakla, aynı hastanede birbirini ötelemeden hekimlik yapmakla mümkün. AKP hükümeti demokratik açılımın tam tersine sokağa bir cümle söylemiştir, ‘Ben Kürt siyasetçiye, belediye başkanına tahammül edemiyorum. O nedenle sen de yanındakine tahammül edemezsin’. Bu tavır ve söylemler çok acı günlerin habercisidir.

Hükümet yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen ‘açılım’ın devam ettiğini söylüyor. Sizce açılımın devam ettiği söylemi ve yaşananlar çelişki mi? Yoksa olup bitenler açılımın bir parçası mı?
Zaten hükümet çok kısa bir süre de ‘Kürt açılımı’ ifadesini dahi reddetmedi mi? Meclis’teki diğer partilere MHP’si, CHP’sine açılamadığı bir konuda topluma açılması söz konusu değildi. Olmayan bir şeyi konuşuyoruz aslında, ‘açılım’ diye bir şey zaten yoktu.

Sizce de yaygın olarak söylendiği gibi ‘açılım’ bir tür Kürt hareketini tasfiye hamlesi midir?
Kesinlikle öyle. AKP ile birlikte var olmayan, geçmişten beri var olan hiç değişmeyen o niyetin bir araç ve dil değiştirmesi. Bu her zaman yapılmak istenen bir şeydi. AKP sadece farklı bir üslupla yapmak istedi.

Başbakan bir dönem Kürt kamuoyunu da kazanmaya dönük açıklamalar yapıyordu. ‘Göz yaşlarımızın rengi aynı, analar ağlamasın, her iki taraftan ölenin cenazesinde aynı fatiha okunuyor’ gibi söylemleri vardı. Oysa en son grup toplantısında, örneğin BDP’ ye yönelik kullandığı üslup adeta bir kapatma talimatı olarak değerlendirildi. Bu kırılmayı neye bağlıyorsunuz?
Muhtemelen Uluslararası konjonktürün ihtiyaçlarını gideriyordu. Kürtlerin baskıya maruz kalmasının, özgürlüklerinin sınırlanmasının, adlarının yasaklanmasının, bir insan olmaktan çıkartılıp adeta bir sperm markası olarak algılanmalarının, Anadolu’nun diğer halklarından arındırılmış bir coğrafya için çoğaltıcı unsur olarak son yüzyılda kurgulanmalarının, bu anlamda onların aşağılanmasının temelde Türk sorunu olduğunu düşünüyorum. Geçmişe dönüp bakmadan Başbakan’ın söylemlerini doğru yorumlamak zor olabilir. İttihat Terakki’den bu yana yapılmış her şeyin dışında bir tutumu yok Başbakan’ın. Diğeri tutmamıştır. Yani aşırı laik çizgi de devlet aklı, Türklerle, Kürtlerin arasındaki açının farklılaşacağını anlar ve ton değişikliğine izin verir. Bu seferde aynı fatihayı okumak olarak söylenen ortak payda olarak tanımlanır. Her dinin savaşla insanlığın bir arada yaşamasını baltalayan elçilerinin olduğu tarihte görülmüştür. Son 80 yıldır, bu ülkenin asli unsurları Ermeniler, Rumlar, kısmen Yahudiler, Süryaniler, Yezidiler ve diğerleri... önemli oranda bu ülkeden koparılmışlardır. Ve Kürtlere İttihatçı anlayış önce İslamlaştırma sonra Türkleştirme sonra sürüleştirme politikasıyla yaklaşmaktadır.
Tam da burada Türklerin artık kendi sorunları ile yüzleşmesi noktasında batı illeri daha fazla öne çıkıyor. Türklere barış ve kardeşlik için Kürtlerle ortak mücadele verilmesi gerektiğini buralarda nasıl anlatmalı? Yine batı illerinde demokratik kamuoyu, odalar, partiler bu sürece nasıl müdahil olmalı?
Tabii ki çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde bir akıl tutulması oluyor. Kime yöneleceği, odağı belli olmayan bir nefret gelişiyor. O nefretin nereye boşalacağı önemli. Kurumlara düşen o nefretin savaşı, çatışmayı tesis eden, buradan nemalanan toplum mühendisi yöneticilere yöneltilmesini sağlamak. Peki Batı ne ile temas ediyor? Haki elbiseler içerisinde, omuzda tüfek 30 yıldır o bölgeyi böyle görüyor. Askeri ilişkilerle biliyor, silahla tanıyor bölgeyi, insanlarını. Ve geçmişin kirini barındıran kurumların gözüyle tanıyor. Ve kısa vadede bunun değişmesinin çok kolay olmadığını düşünüyorum. Hekimlerin bu tip süreçlerde doğru rol alabilirlerse etkili olabileceğini düşünüyorum. Çünkü beyaza olan güven haki renkten daha yaygın bu ülkede ve Dünyada. Hekimlerin eli ile Batıda Ege’de yerel inisiyatiflerin gelişmesinin faydalı olacağı kanısındayım. Örneğin İzmir’de hekimler ‘Merhaba, nasılsın, neren ağrıyor, nereden geldin’ gibi Kürtçe elli kelime öğrense, ‘Kardeşimin dili’ olarak. Ve topluma dönüp söylese, ‘Ben Muğla’daki elli hekim, Aydın’daki yirmi hekim, kardeşimin dilini öğreniyorum’ demesi yeterlidir bence. Yumuşatır, gerçekle yüzleştirir.

Sizce gelinen aşamada birbirimizi anlamanın yolları neler olabilir? Sorunun çözümü için neler yapılabilir?
Yapabilmek için önce anlamak gerekiyor. Bu ülkedeki diğer halklara yapılanlar sizin de başınıza gelebilir tehdidinden vazgeçilmeli. Düşünün, bir Kürt hem de Alevi’yse, inancını yasaklayacaksın uzun yıllar, dilini, adını yasaklayacaksın. İş var mı? Yok. Yoksulluk diz boyu, yeşil karta muhtaç bırakacaksın, feodal ilişkileri geliştireceksin, ağalık sistemini kuracaksın, onlar üzerinden oy avcılığı yapacaksın. Sonra da bakacağız hepimiz ‘Türk’üz’ üzerinden ‘ne güzel mutlusun değil mi?’ falan diyeceğiz. Yok böyle bir şey, bunun anlaşılması gerekiyor. Gerçekçi olmazsak iyi niyetli çağrılar da yapıcı olmak kaygısı ile yapay olabilir. Nedir bizi bir arada tutan? Emek eksenli buluşmamız mıdır? Var mı öyle bir imkan? Var mı sendikal grev hakkı yoksa boynumuz kıldan ince mi? İşsizsek bizi bir araya getiren organizmalar var mı? Farklı olana bir tahammül var mıdır? ‘Ben Kürtleri seviyor muyum?’, ‘Kürtlerle bir arada olmak istiyor muyum?’, ‘Onlarla komşu olmak istiyor muyum?’, ‘Aynı hastanede doktor olmak istiyor muyum?’, ‘Ben bir Kürt hekim tarafından bakılmak istiyor muyum?’ elbette tersinden Kürtlerde sorabilir ancak özellikle kendisini Kürt olarak algılamayan herkesin samimiyetle bu sorulara cevap vermesi lazım. Bu soruların gerçek cevapları bence çözüme en çok katkı sunacak kolaylaştırıcı argümanları önümüze koyacaktır.


HAYATIN HER ALANININ SİYASALLAŞTIĞINI HERKES HİSSEDECEK
Şemdinli’deki çatışma haberi tehlikeli bir sürece gidildiği şeklindeki söylemlerin üzerine geldi. Peki bu gidişat Kürtlerin, Türklerin, Lazların, aydınların, akademisyenlerin, işçilerin, memurların yani herkesin gündelik hayatına nasıl sirayet edecek sizce. Bugün herhangi bir toplumsal kesim için bu savaşın dışında durabilmek olanaklı mı?
Belki şuradan bakmak gerekiyor, bugüne kadar siyasi yapıların dışında durmuş, kendisini apolitikleştirdiğini ya da bunu seçtiğini zannedenler bunun mümkün olamayacağını görecekler. Hayatın her alanının hiç olmadığı kadar siyasallaştığını, herkes hissedecek. Okumuşundan, okumamışına, işçisinden, memuruna, işadamına herkes istediği kadar dışında durmaya çalışsın, bunu yapamayacak. Kendisini apolitik olarak tarif edenlerin sürece dahil olmasıyla hızlı bir politikleşme hali hasıl olabilir. Elbette bu durumun neye evrileceği, nereye yarayacağı önemli. Ülkede çatışmalarla artacak olan duygu kırılmalarının aslında kaybedilen yaşamlar kadar yıkıcı ve onarılmaz olduğunu düşünüyorum. Çünkü, duygunun olmadığı yerde güven olmaz. Yani hiçbir tedirginlik duymaksızın sırtını kardeşim dediğine dönebilmek duygusu lazım.

HUKUK BİR ARADA YAŞAMAYA KARŞI KULLANILIYOR
Barış grubu üyeleri ülkeye giriş yaptıklarında tutuklanmadı. Ancak aradan geçen 8 aydan sonra yargılandılar ve tutuklandılar. Neden böyle oldu sizce?
Ülkeye dair değişen hiçbir şey yok. DGM’ler, İstiklal Mahkemeleri bu ülkenin hâlâ reddedilmeyen yargı kurumlarıdır. Ve onların yerini yenileri almıştır. O yüzden de anayasa tartışmalarının yapıldığı, yargının yeniden yapılandırılmak istendiği bu süreçte aslında niyetin gerçek olmadığını tam da bu açılım sürecinin fotoğrafları ile anlamak çok kolay. Eğer bir davranış suçsa dün de suç olmalı, bugün de. Hele yasalar önünde 8 ay arayla aynı durum farklı değerlendiriliyorsa, bunu demokrasiye ve bir arada yaşam kültürüne karşı hukuk yollarının aleyhte kullanılması olarak algılamak lazım.

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI ESKİ GENEL BAŞKANI YAVUZ ÖNEN:Halklar arasındaki kopuş ve kırılma derinleşiyor
Türkiye yeniden çatışmalı bir sürece girdi. Bu süreç Türkiye’yi nereye götürüyor?
Yeniden çatışmalı bir sürece girilmiş olmasını, bu sürecin olumsuz etkileyeceği iki önemli alana bakarak değerlendireceğim. Birincisi insan hakları alanıdır. Savaş ya da benzeri silahlı çatışma ortamları temel hak ve özgürlüklerin en ağır biçimde ihlal edilebildiği ortamlardır. Öncelikle çatışma sırasındaki ölümlerin dışında yaşam hakkı tehdit altındadır. Gözaltında, cezaevlerinde, toplu gösterilerde ölümler adi vakalar haline geliyor. Bölgede sivil halk, zorla göç ettirme, yayla yasağı, arazilerin mayınlanması, seyahat özgürlüğünün kısıtlanması, yiyecek ambargosu vb. olağanüstü önlemlere maruz kalıyor. Hatta güvenliğin sağlanması gerekçesiyle düşünce ve ifade, iletişim/haberleşme özgürlükleri alabildiğine denetim altına alınabiliyor. Suç işleyen devlet görevlilerinin soruşturulması, yargılanması olanaklı olmuyor. Dokunulmazlık kural haline geliyor. Kimlik haklarının özgürce kullanılması zorlaşıyor. Kürt kimliği üzerinden siyaset yapma hakkı baskılanabiliyor. Bu alanda var olan siyasi hareketler etkinliğini ve inanırlığını yitiriyor. Özetle savaş ortamı Türkiye’de -yalnızca Kürtlere değil tüm muhalif yurttaşlara karşı- hak ve özgürlüklerin yaygın ve kapsamlı bir şekilde ihlal edilmesinin meşru bir gerekçesi haline getirilebiliyor. Savaş ortamı ayrıca Kürt halkının gelişme haklarının da göz ardı edilmesini sağlıyor. Yatırımsızlık, işsizlik, açlık ve yaşamın temelini oluşturan her türlü üretimden mahrumiyet kader haline geliyor ve süreklilik kazanıyor. Bu durum sürdürülebilir, kabul edilebilir değildir. Çatışma ortamının ikinci ve gözden kaçan alanı giderek derinleşen toplumsal travma alanıdır. Halklar, can kayıplarının acısını düşmanlık ve intikam duygularına kolaylıkla dönüştürebiliyor. Hastalıklı bir ruh hali savaş ortamlarında görev yapanları, kayıp ailelerini aşıyor. Halklar arasındaki kopuş ve kırılma derinleşiyor ve en önemlisi her iki tarafta da toplumsallaşıyor. Bu durum da kabul edilebilir değildir.

Bu süreç nasıl aşılabilir?
Bu sürecin aşılabilmesi için bu kabul edilemez durumları değiştirecek güçlü ve kararlı bir siyasi müdahaleye gerek vardır. BDP’ye bu konuda çok zor ve tarihi bir görev düşüyor. Çözümün yol haritasını çizebileceğini, çözümde birinci derecede sorumluluk alabileceğini kabul ve deklare etmesinin tam zamanıdır. Çözümün çok taraflı olduğunu, zaman içinde ve şartlar olgunlaştığında muhatapların çoğalabileceğini bilerek böyle bir girişimin başlatılması ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmiştir.

Sizce Kürt sorunu nasıl çözülür?
Kürt sorununun çözüm ortamı hazır değil. Savaş koşullarında müzakere, diyalog, muhataplık vb. söylemlerin hiç bir geçerliği ve gerçekliği yok. Çatışma ortamında dile gelen her türlü çözüm önerisi eksik ve yetersiz kalır. Zaman yitirmeden gerçek, eşit ve adil bir barışın kurulması için tarafların çaba harcaması gerek. BDP’ye bu alanda zor ve önemli görevler düşüyor. Parlamento grubunun sergileyeceği çabaların yanında yerel yönetimlerin de önemli katkılar sunabileceğini görüyorum. Tanık olduğum yerel etkinlikler aracılığıyla halklar arasında yıkılmış köprülerin yeniden inşa edilmesine zemin hazırlanabilir. BDP’nin yüz kadar yerel yönetiminin de önemli olduğunun altını çizmek istiyorum. Hükümetin de devlet katında bir konsensüsü sağlamak ve ne idüğü belirsiz açılımlar yerine gerçek kardeşliğin gerektirdiği kapsamlı bir yaklaşım sergilemesi gerek. Milli birlik ve beraberlik yaklaşımının Kürtleri inkar ve asimile etmek demek olduğunu artık herkes kavramıştır. Bu politikanın çözümü zorlaştırdığını, imkansız kıldığını AKP de görmeli, samimi ise gerçek bir kardeşlik zemini üzerinde politika yapmalıdır. Talepler muhataplar tarafından dile getirilmiştir. Bellidir. Önemli olan çözüm sürecinin başlatılmasıdır.
Halklar arasındaki kopuş ve kırılma derinleşiyor

YARIN: ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Mesut Yeğen
Gıda İş Genel Sekreteri Seyit Aslan

Ayşen Güven