21 Haziran 2010 00:00

KÜRT SORUNUNDA NASIL 10 YAPMALI?


Geçtiğimiz günlere tutuklanan 10 Barış Grubu üyesinin avukatlarından biri olan Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar’la, Kürt sorununda gelinen aşamayı konuştuk. Yargının, son dönemde aldığı kararlarla Kürt sorununu derinleştirdiğini dile getiren Aktar, çözüme yönelik demokratik adımlar atılmadığı takdirde sadece dağlarla sınırlı kalmayan bir çatışma sürecine girileceği uyarısında bulundu. Çatışma ortamını sonlandıracak önlemlerin bir an önce hayata geçirilmesi gerektiğini belirten Aktar, “Çünkü her çatışma, her ölüm haberi halklar arasındaki ayrılık duygusunu derinleştiriyor” dedi.

8 ay önce Habur’dan giriş yapan barış gruplarını karşılayanlar arasında siz de vardınız. Orada tutuklama olmadı. Ancak 17 Haziran’da görülen 10 kişi tutuklandı. Bunu nasıl yorumladınız?
Bu son kararda da anlaşılıyor ki, devletin tüm kurumları, yargı dahil, Kürt meselesinde ortak bir refleks gösteriyor. Burada bir konsept değişikliği olduğu, hükümetin sözünü verdiği açılımın içinin gerçekte boş olduğu anlaşılıyor. Hükümet, Kürt meselesini temelde bir güvenlik ve asayiş sorunu şeklinde, devletin yansıttığı algıdan farklı bir algıyla ele almıyor. Silahlı grupların silahlarını bırakmasıyla, temel bazı kültürel hakların tanınmasıyla problemin çözüleceğine ilişkin bin inanç vardı. Bunun yanlış olduğu çok kısa bir sürede görüldü. Çünkü Kürt meselesi gibi yüz yılı aşkın bir süredir süren meselede; siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal, psikolojik yanları bulunan bir meselede siz üç beş ay içerisinde bir çözüm bulamazsınız. Bunun için meseleyi doğru tespit etmek gerek. Hangi alanlarda ne tür değişiklikler yapılacağı doğru tespit edildikten sonra, buna ilişkin politikaları hayata geçirmek gerek. Şu görüldü ki, Türkiye’de iki ayrı kamuoyu oluşmuş durumda ve iki ayrı algı var. Kürtlerle bu ülkede özgürlüklerden yana olan demokrat kesimin Kürt meselesinin adil ve demokratik bir şekilde çözülmesine ilişkin talepleri var. Ama yıllardır iktidara gelen hükümetlerin ve devletin yoğun propagandaları sonucu Türkiye’de güçlü bir milliyetçi refleks geliştiğini görmek gerekiyor.

Daha önce yargının siyasallaştığına ilişkin birçok açıklamanız oldu. Bu son kararda da bunun yansıması oldu mu?
Son bir yılda 1500 insan tutuklandı. 2009 yılında 5 bin civarında gözaltı yaşandı. 2009 yılını şunun için söylüyorum; bir önceki yılla kıyaslandığında sayıda bir düşme yok. 2009 yılında çatışmalar yok denecek kadar az. Önemli bir ölçüde çatışmasızlık ortamı var, toplumda sorunun çözümüne ilişkin umudun yeşermeye başladığı bir yıl, ancak 5 bin gözaltı son derece vahim bir tabloyu da bize gösteriyor. Onların tutuklanma gerekçeleri, elde bulunan deliller, tutuklananlar arasında seçilmiş insanların, insan hakları savunucularının ve önemli Kürt siyasetçilerinin bulunması hukukun siyasete alet edildiğini, hukuk kullanılarak yeni bir yöntem geliştirildiğini ve bu yöntemle de Kürt demokratik siyasetinin baskılanmaya çalışıldığını gösteriyor. Siyasal yönü ağır basan bir sorunu karşınızda siyasal muhataplarınız olmadan çözemezsiniz. Siz siyasal muhataplarınızı hukuk yoluyla içeri tıkarsanız, onları tutuklarsanız ve uzun tutukluluk sürelerine rağmen haklarındaki iddiaları paylaşmazsanız, bu konuda akla gelen tek şey çözümsüzlüğün dayatıldığıdır.

Bir yandan da askeri operasyonlar hız kazanmış durumda. Her gün yeni çatışmalar, yeni ölümler oluyor. Bu süreç nereye gidiyor? Hükümet ne yapmak istiyor?
Bu çatışmalar devam ederse, birçok insan gibi ben de çatışmaların sadece dağlarla sınırlı kalmayacağını düşünüyorum. Bunun işaretleri de verilmeye başlandı. Muğla’dan tutun başka birçok yerde hiç özel bir husumeti yokken, sadece Kürt oldukları; sadece Roman, Alevi oldukları için yani kendilerinden farklı oldukları için insanlara saldırılması, uzun yıllardan beri devam eden politikaların sonucudur. Hükümet açısından bakarsak, hükümet olmasını bir devlet iktidarına dönüştürmeye çalışıyor. AKP devleti ele geçirme mücadelesi veriyor. Anayasal değişikliği salt konjonktürel olarak sıkıştığı alanlarla sınırlı tutması ve Kürt meselesinin çözümünde de topluma önce bir umut vererek, sonra gerçek muhataplarıyla görüşmeyi reddederek, bu süreçte yer alması gereken aktörleri dikkate almaksızın yürütmeye çalışması ve somut hiçbir öneriye topluma sunmamasını, Kürt sorununu idare etmeye çalıştığı, Kürtlerden aldığı oyları muhafaza etmeye çalıştığı şeklinde düşünmek mümkün. Seçime kadar yeni bir çözüm hamlesi olacağını düşünmüyorum. Son zamanlarda oluşan milliyetçi dalgayı karşılamak adına Başbakan’ın dilinin gittikçe Kürtleri dışlayan, yok sayan, hamasi söylemlerle devam edeceğini söylemek mümkün. Bu da gösteriyor ki, seçime kadar çatışmalar yoğunlaşarak devam edecek. Bizim dileğimiz, bu çatışmaların bin an önce sona ermesi. Çünkü her çatışma, her ölüm haberi halklar arasındaki ayrılık duygusunu derinleştiriyor. Ve bir süre sonra sadece duyguda değil düşüncede de Kürtlerle Türklerin ayrışması gündeme gelecektir. O zaman da batıda yaşayan Kürtlerin orada yaşama koşullarının kalmaması nedeniyle Kürt coğrafyasına geri dönüşleri ve geri döndüklerinde de daha sert bir tutumla, farklılıklarla yaşama anlayışının terk edilerek hareket etmelerinin önü açılacak. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş vahim bir sonucu beraberinde getirebilir. Çünkü bu ülkede 3 milyon Türk ve Kürt evliliği olduğu söyleniyor. Ayrışma o kadar zor ki, bin yıldır ortak kaderi paylaşmışlar, ortak değerler yaratmışlar. Şimdi bunların hepsini yok saydığınızda, bunların ayrışmasını önünüze koyduğunuzda bir iç savaşın, bir etnik boğazlaşmanın yaşanabileceği endişesini taşıyorum.

Bu sürecin başında hükümet ‘açılım’ sözünü ortaya attı. Ancak gelinen noktaya bakarsak, sizde belirttiniz; ciddi kaygılar var. Yapılması gereken neydi?
Sorunun teşhisini doğru koyarsınız, somut olarak önünüze bir şey koyarsınız, toplumun taleplerini dinlersiniz, Kürtler adına siyaset yapanları dinlersiniz, destek alırsınız kendi kamuoyunuzdan ve bir çözüm paketi çıkartırsınız. Şiddete başvurmayı zorunlu hale getiren, meşru ve haklı kılan koşulları ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece siz şiddetin son bulmasını, eline silah alanların silahlarını bırakmasını talep ettiğinizde, ciddi bir muhatapsızlıkla ve cevapsızlıkla karşı karşıya kalırsınız. Baştan bakıldığında biz silah bıraktırmayı sağlayacak kesimler değiliz, biz ancak bunu arzularız. Silah bırakmaya karar verecek kesim elinde silah tutanlardır. Siz elinde silah tutanla, onun üzerinde etkisi olanlarla ve silah bırakmasını sağlayacak aktörlerle görüşmediğiniz sürece bunu başarma olanağınız yoktur. Hükümet başından beri bunu reddetti, bundan kaçındı. Dünyadaki birçok örneğinin aksine, ‘Ben kültürel birkaç hakkı tanıyarak, uluslararası baskıyla birlikte silah bırakmayı sağlarım’ diye düşündü. Habur adımıyla da hesaplanan buydu. İlk gün Başbakan’ın açıklaması “Diğerleri de gelecek” şeklinde oldu. Oysa bir gün sonra tamamen tutum değişti. Yani hükümet belli bazı grupların toplum üzerinde yaymaya çalıştığı ırkçı ve milliyetçi reflekslere karışı duramadı. Eğer hükümet o gün bir karşı duruş gösterseydi, sorun bu noktaya gelmezdi. Ama hükümet bundan kaçındı. Devletin diğer kurumları da bu konuda bir katkı sunmadı. Örneğin muhalefet çok olumsuz bir dil kullandı. Süreci tıkadılar. Yargı verdiği kararlarla tutumu belirledi. Örneğin KCK operasyonlarında çok yoğun bir şekilde tutuklama kararları verdi. Bu şekilde toplumun psikolojik olarak çözüme olan inancını kırdı. Gündemde hiç olmamasına rağmen DTP hakkındaki kapatma kararını Anayasa Mahkemesi birdenbire ele alarak, kapatma kararı verdi. Bununla yetinmeyip iki parlamenterinin vekilliklerini düşürdü. Bunlar aslında devlet kurumları içerisinde önemli bir yere sahip olan yargının Kürt meselesine çözümüne sunduğu olumsuz katkılardır. Bunların tümü bir araya geldiğinde bugün olduğumuz noktaya geldik. Ama bunda hükümetin sorumluluğu birinci derecededir. Bazı demokratik adımlar atarak gelişebilecek olumsuz tutumları dengeleyebilir, toplum nezdinde etkisiz kılabilirlerdi. Örneğin demokratikleşme paketiyle toplumun karşısına çıkabilirdi, Anayasa’da parti kapatma kararını zorlaştıran değişiklik açılımla birlikte gündeme getirilebilirdi; seçim barajı düşürülebilirdi, anadilde eğitimin önü açılabilirdi. Bunlar çözüme ilişkin belli bir samimiyetin olup olmadığını toplum açısından anlaşılır kılacaktı. Bunların hiçbiri yapılmaksızın, sadece ‘Anaların gözyaşı dinsin’ sloganı üzerinden hiçbir şey yapılamayacağı görüldü. Evet, anaların gözyaşı akmasın. Ama anaların gözyaşının akmasına neden olan sorunlar orta yerde dururken somut adımlar atmazsanız, bu gözyaşlarını durduramazsınız. Hükümetin buna ilişkin somut bir projesi yok.

Sorunun çözümü için demokratik kamuoyunu ne yapmalı?
Hiçbir şey insan yaşamından daha önemli değildir. Sorunun çözümü yılları alabilir. Çatışmalı ortam sorunun çözümünü erteleyebilir. Demokratik kamuoyunun, hiçbir kaygı taşımaksızın, sadece insanı öne çıkararak toplumda bir duyarlılık yaratarak yeni bir söylemle ortaya çıkması gerektiğini düşünüyorum.



HÜKÜMET SORUNU DOĞRU TESPİT EDEMEDİ
Sorunun çözümüne öncelikle psikolojik zemini hazırlamakla başlanabilirdi. Bununla eş zamanlı olarak geçmişle yüzleşmeyi hükümetin önüne koyması gerekirdi. Örneğin 4 bin köyün neden boşaltıldığını, 10 binlerle ifade edilen faili meçhullerin neden olduğunu ve faillerin halen neden bulunmadığını, adil bir yargılanma yapılmadan yüz binlerce insanın bu süreçte neden mahkum edildiğini, işkencelerin neden olduğunu ve 60 bin insanın neden hayatını kaybettiğini, eline silah alan insanların doğuştan çatışmak için yaratılmadığını, bunların da insanca yaşam için beklentileri, umutları olduğunu topluma doğru aktarmak gerekiyordu. Bunlar aktarıldıktan sonra, toplumdaki ihtiyacın bir talebe dönüştürülmesi sağlanabilirdi. Ama bu yapılmadı. Bu da hükümetin, başından beri Kürt meselesini doğru tespit etmediğini gösteriyor.

PEN YAZARLAR DERNEĞİ İZMİR TEMSİLCİSİ HAYRİ K. YETİK:Bizlerin sesi daha çok çıkmalı

Kürt sorunu nasıl çözülür?
Bu sorun ülkenin bir sorunu, halkın sorunu. AKP’nin bu sorunu çözmesi bir anlamda mucize olur. Sosyoekonomik ve tarihsel koşullar AKP’yi buna zorluyor. Ama kendi iç dinamikleri buna uygun değil, çünkü AKP Türk-İslam sentezi ideolojisinden gelen bir parti. Bir yanıyla İslamcı tarafı buna engel, bir yanıyla Türkçü tarafı. İktidarda olduğu için hükümet olduğu için çözme girişiminde bulundu ama ne kendi iç dinamikleri ne inancı buna uygun değil. Karşısında da yine Türk-İslam sentezinin Türkçü yanı ağır basan iki parti var. CHP ve MHP. Bu iki Türkçü parti de onun cesaretini kıran, onu gerileten partiler olarak sorunun çözümü önüne engel koydular. ‘Engel koymasalardı sorun çözülebilirdi’ yaklaşımı bana pek inandırıcı gelmiyor. AKP bu sorunu çözemez. Bence yapılması gereken şey, önü tıkanan siyasetin önünün açılması. Bu anlamda sol sosyalist partilere özveri anlamında büyük görevler düşüyor. İlk seçimlerde mutlaka sosyalistlerin parlamentoya girmesi ve grup oluşturması gerekir; bir güç olacaklardır, belki de bu sorunu çözerek çözme iradesini ortaya koyarak kitleselleşeceklerdir. Ama bu olmazsa sorun iyice kördüğüme dönüşür. Şiddet artar ve belki de bugün nispeten kolay olacak çözüm daha da zorlaşır. Eğitim programlarının ırkçı şoven içeriğinin değişmesi gerekiyor. Belki bunun değişmesi sorunu bir ölçüde değiştirebilir. Bunun çözümü için bir olanak olabilir ama onun için de siyasal iktidarın değişmesi gerekiyor. Korkarım bu sorunu 20-25 yıl daha tartışmaya devam edeceğiz.

Çatışmalar artıyor. Sizce süreç nereye doğru gidiyor?
Türkiye’nin bölünmesi gibi bir kaygıyı, burjuva partileri sürekli ileri sürüyorlar ama ondan daha tehlikelisi bence insanların bölünmesidir. Türkiye’de her şeye rağmen; Kürtlerin aşağılanmasına, yok sayılmasına rağmen, ötelenmesine rağmen Kürt-Türk dostluğu vardır. Benim korkum ve endişem bu dostluğun bozulması. En büyük kaygım bu. En büyük umudum, beklentim, bu dostluğun bozulmaması; belki de yapabileceğimiz en önemli şey bu. Dünyaya barıştan yana, emekten yana, kardeşlikten yana bakabilen insanların yapabileceği en önemli şeylerden biri bu dostluğun korunmasına çalışmak. Bizlerin yapabileceği en önemli şey bu. En gerçekçisi aynı zamanda. PKK’nin ateşkes sürecinde silahlar patlamamışken yasal politika yapan BDP’lilerden sonra barış sözü verip silahlarını teslim eden barış elçilerinin tutuklanması, batıdaki şehirlerde gösteriler düzenlenmesi ve emekçi Kürtlere yönelik saldırı ve düşmanlıklar, yeni operasyonlar, kimlerin savaş yanlısı kimlerin provokatör olduğunun göstergesi. Bu olaylar hükümetin neye, ne kadar yetebildiğinin; yetkisinin nelerle sınırlı olduğunun da göstergesi bence. Ülkemizin kanını emen, güçsüz bırakan bu savaşın barışçı çözümünden başka çıkar yol yoktur.

Aydınlar bu sürece nasıl müdahil olmalı?
Savaşın yarattığı akıl tutulmasına karşı aydınlara daha fazla iş düşüyor. Türk-İslam projesinin beslendiği kin ve nefretin yanıltıcı albenisine karşı vicdanın sesini aydınlar yükseltebilir; görünür, duyumsanır kılabilirler. Anadolu halkı, ulusçu politikalara karşın çok kültürlülüğü içselleştirmiş olduğunu bu yirmi beş yıllık süreçte ciddi bir çatışmaya fırsat vermemekle göstermiş bulunuyor. Ama demokratik kitle örgütlerine, sendikalara, odalara, barolara, akademisyenlere, entelektüellere, aydınlara düşen, barış dilini halkla buluşturmak. Gerilla anne babalar canlı kalkan olmak, savaşı durdurmak için yollara döküldü; şehit annelerinin babalarının da savaşa dur demesinin zamanıdır bence. O ünlü Türkçe atasözü; “Kanı kanla yumazlar”, artık doğuda ve batıda şiarı olmalı halkın.

Cumhur Daş

Evrensel'i Takip Et