20 Haziran 2010 00:00
KÜRT SORUNUNDA NASIL YAPMALI? 9
Yazar Aydın Çubukçuyla Kürt sorununda gelinen aşamayı, ve bundan sonrasını konuştuk. Barış Grubu üyeleri hakkında tutuklama kararı verilen davayı da izleyen Çubukçu, Barış Gruplarının Haburdan girişinden iki gün sonra hükümetin açılımı kapattığını ve tutuklamalarla da açılıma noktayı koyduğunu dile getirdi. AKPnin Kürt sorununa ilişkin yöneliminin Bölgesel politikalarla bağlantısına dikkat çeken Çubukçu, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dile getirilen Yurtta sulh, cihanda sulh sloganının Bölgede savaş içeride savaş şekline evrildiğini söyledi. Hükümetin Kürt sorununa ilişkin tutumunun ülkeyi oldukça kanlı bir yola sürüklediğine işaret eden Çubukçu, Türkiyenin bu sorunu önümüzdeki 3 yıl içinde çözememesi halinde bunun bedelinin çok ağır olacağını ifade etti. Kürtlerin taleplerini, Türklerin talepleri olarak geliştirecek bir yol bulunmazsa, sonuç kopuş olacaktır diyen Çubukçu, Kürtlerin her kazancının aslında Türk işçi ve emekçilerinin kazancı olduğunu belirtti.
AKPnin açılım dediği süreçle ilgili zaten en başından beri bir çok kaygı vardı. DTPnin kapatılması, KCK adı altında yürütülen operasyonlar, askeri operasyonların artması, binlerce çocuğun cezaevine atılması bu kaygıları iyiden iyiye arttırmış ve açılımın aslında bir tasfiye girişimi olduğu yorumları güç kazanmışken, , şimdi bir de Barış Grubu üyeleri tutuklandı. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz? Neler oluyor sizce?
Birincisi açılım denen şey gerçekten Kürtleri siyasi bakımdan etkisizleştirmeye yönelik yanlarıyla öne çıkan bir planı ifade ediyordu. Şöyle ki; Kürt halkının bazı temel hak ve talepleri üzerinden örgütlenmiş bulunan PKK ve legal parti, yalnızca siyasi oluşumlar olarak değil, son derece güçlü toplumsal örgütler olarak da geliştiler. Kürt halkının neredeyse bütününü kucaklayan, aralarında sınıf farkı gözetmeksizin, her Kürdün kendisini ifade edebileceğini düşündüğü siyasi oluşumlar bunlar. Şüphesiz böyle bir ortamda, Kürt sorununa dair, eğer samimi bir çözüm isteniyorsa ancak bu siyasi örgütlerle bir araya gelinerek çözülebilirdi. Fakat başından beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti esas mesele daima PKKyi bitirmek olarak kaldı. PKKnin silahsızlandırılması, legal siyasi alana çekilmesi bir an için akıllarına gelmiş gibi göründü. Fakat içerdeki başlıca faşist mihrakların buna ağır bir tepki göstermesi karşısında, hükümet buna ilişkin adımlardan çok çabuk caydı. Habur Sınır Kapısından giriş sırasında meydana gelen olaylar, yani Kürtlerin o büyük, coşkulu sevinç gösterileri bahane edilerek, oradan geri adım atıldı. Avrupadan ve Kandilden gelecek diğer gruplar için de artık yollar kapatıldı. Böylece Habur Kapısı olaylarından sonra açılım politikası aslında bitmişti. Yalnızca iç gerici odakların baskısı dolayısıyla böyle bir karar almaları yeterli bir cevap değil. Asıl mesele şu; Kürtleri siyasi bir güç olmaktan çıkaracak bir yol olarak düşünülen bu politikanın, onları siyasi bakımdan daha da güçlendireceği, daha ileri adımlar atmaları için fırsat yaratacağı görüldü. Çünkü Kürtler buna planlı olarak hazırlıklıydılar. Demokratik özerklik projesi için örgütlenmeye başlamışlardı. Yerel meclislerin kurulması, belediyelerde egemenliğin daha da sağlamlaştırılması, Mecliste bir grubun kurulmuş olması ve gerillanın her şeye rağmen tasfiye edilememiş olması, karşı karşıya gelinen güçlerle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin masaya oturamayacağı bir pozisyon yarattı. Devlet, karşısında zayıflatılmış bir Kürt iradesi görmek istiyordu. Politik balkımdan zayıf, toplumsal bakımdan bölünmüş, askeri balkımdan ise tasfiye edilmiş bir güçle masaya oturmak istiyordu. Oysa bunların tamamen tersi bir güçle oturmak zorunda kalacaktı bu da işine gelmedi. Kamuoyunda oluşmuş beklentiyi de gidermek gerektiği için; askeri operasyonları arttırarak, PKKyi tekrar şiddet ortamına çekmek ve kamuoyunda oluşmuş beklentileri eritmek yolunu seçtiler. Habur Kapısından giriş yapan sivillerin ve PKK militanlarının ağır ceza tehdidiyle mahkemeye çıkarılması ve bir kısmının tutuklanması da devletin attığı yeni bir kart oldu. Yani şiddet politikalarının tırmandırıldığı bir sürece girildi.
Barış gruplarının Haburdan giriş yaptıkları 19 Ekim 2009 tarihinde serbest bırakılmalarına vesile olan konjektürle, 17 Haziran 2010da onları mahkeme karşısına çıkarıp, tutuklanmalarına neden olan konjektür arasındaki fark neydi sizce?
Mahkemede benim şahit olduğum durum şu; Haburdan giriş yapan Kürt gruplarını karşılayan mahkemeyle, tutuklamaları yapan mahkemeler aynı. Bir iki hakim değişikliğiyle, sorguları yapan ve geçebilirsiniz diyenlerle, bugün niye geldiniz diye soranlar aynı insanlar. Mahkeme bellikli daha başından, belli isimleri tutuklamaya kararlıydı. Bu mahkemenin kendi başına yaptığı bir şey değildir. Normalin dışında bir prosedürün işlediğinden hiç şüphe yok. Nasıl yok; Davadan iki gün önce Tayyip Erdoğan grup toplantısında, çözümün asli unsurlarının tamamını düşman ilan etti. Yani açıkça ben sizinle hiçbir şekilde muhatap olmayacağım. Bu meselede ne yapacaksam ben kendim yapacağım dedi. Burada şu soru önemli; sizsiz yapacağım dediği çözüm nedir? Bu çözüm; 1990larda denenmiş olan çözüm yoludur. Yani, Kürtleri imha ve inkâr ederek sorunu bastırmak. Denenmiş olanı, başarısız olmuş olanı, yeniden uygulamaya çalışmak. Bu yaklaşım, bir çözüm istenmediği, bu meselenin böyle sürüp gitmesinin, zamana bırakılması ve Ortadoğuda değişen dengeler içinde başka bir denklemin unsuru olarak kullanılması fikrinin olduğunu düşündürüyor. Şunu tespit edebiliyoruz; Ak Partinin dış politikası aslında bir iç politika olarak işleniyor. Ve dış ilişkileri iç politikada yalnızca malzeme olarak değil, bir istihkâm kaynağı olarak da kullanmaya çalışıyor. Bu nedir; bir kere derin strateji denilen yeni yönelim, Türkiyeyi Ortadoğuda merkez ülke haline getirmek istiyor. Ortadoğu da bir ülke merkez ülke olma iddiasıyla ortaya çıkıyorsa, askeri güç kullanmadan, belli seçilmiş düşmanlar ilan ederek onlar üzerinde bir politika uygulayıp diğer devletleri kendi etrafında toplamadan bunu başaramaz. Bu ise açıkça, bölgede savaş demektir. Ya da bölgede savaş çıkarmak istemese bile, gerginliklerle dolu bir atmosferin oluşmasına ihtiyaç duymak demektir. Ama merkez ülke olmak aynı zamanda iç sorunlardan arınmış bir ülke olmayı da gerektirir. Şimdi burada birbirine ters gibi görünen ama aslında birbirini tamamlayan iki politika görüyoruz. Türkiye Cumhuriyetinin dış politikası, cumhuriyetin kuruluşundan buyana yurtta sulh cihanda sulh sloganına dayanır. Bu gün ise bölgede savaş içeride savaş gibi bir eğilim var. Amerika ile işbirliği içinde sürdürülmeye çalışılan ama Amerikanın da kimi itiraz noktaları bulunan derin stratejinin böyle bir yolu gerektirmesi kaçınılmaz olarak Türkiyenin hem bölgede hem de içerde askeri gücü esas alan bir yola girmesini zorunlu kılmaktadır. O zaman Haburdan gelenlerin tutuklanmasını, bir anlamda açılım politikalarının artık son bulmasını bu bakış açısıyla ilişkili görebiliriz. Bölgede savaş yurtta savaş diyorsanız eğer, merkez ülke olmak gibi bir iddianız varsa ve burada silah şakırdatmak diye bir mecburiyetle karşı karşıyaysanız Kürtlerin siyasi temsilcilerini muhatap almaktan kaçınırsınız. Olaya en uzun vadeli hesaplar açısından baktığınızda ortaya çıkan sonuç bu oluyor.
Barış Grubu üyelerinin tutuklanmasının AKP, Kürt hareketi ve genel olarak barış mücadelesi açısından siyasal sonuçları neler olabilir?
Muhakkak ki bu Kürt siyasi hareketleriyle ilişkiyi imkânsız hale getiren sonuçlar doğuracaktır. Benim gözlemim, yalnızca siyasi örgütlerle yani PKK ve BDPyle değil Kürt halkıyla da bağlar iyice kopmuştur. Dava günü Diyarbakırda binlerce insanın attığı sloganlar; hem Tayyip Erdoğanın kişiliğine yönelik hem Ak Partiye, hem de genel olarak devletin Kürt politikalarına ilişkin, heyecanlı bir muhalefeti dile getiriyordu. Bunun eski yöntemlerle tamir edilmesi, Kürt kamuoyunun yeniden, Türk siyasi sistemine kazanılması pek mümkün değil artık. Tüm bunlar bu saatten sonra çok gerilimli ve kanlı bir yola girildiğine dair işaretler olarak görülebilir.
Kanlı bir yola giriliyor şeklinde ki uyarı son dönemlerde sıkça dile getiriliyor. Peki hükümet bu gidişatı göremiyor mu? Yok, eğer görüyorsa ne yapmak istiyor?
Hükümet bunu görüyor. Ama bunun denetlenebilir bir süreç olduğunu zannediyor. Yani bir miktar sertleşen, ceset sayısının nispeten arttığı bir süreci, denetleyebilecekleri bir düzeyde tutabileceklerini ve yönetebileceklerini sanıyorlar. Yani PKK şiddeti arttırsın. Biz operasyonları hızlandıralım. Kürt ve Türk halkları arasında gerilim ve düşmanlık artsın. Ama bu gerilim üzerinden bu şiddet ortamı üzerinden de biz rant elde edelim. Böyle bir plan olduğundan benim hiç şüphem yok. Bunu iki halkın birbirini boğazlamasına, bir iç savaş çıkmasına kadar götürmek istemezler. Böyle bir durum memleketin yıkılması demektir. Aksine devleti güçlendirelim, biz de iktidarımızı sağlamlaştıralım. Fakat bu süreci de denetimli şekilde ilerletelim diye düşündüklerini zannediyorum.
Peki bu denetlenebilir bir süreç midir gerçekten?
Bütün mesele bu. Cin şişeden çıktıktan sonra, tekrar şişeye sokulabilir mi? Dünyanın pek çok böyle etnik çatışmalara sahne olmuş ülkesinde, hükümetler bu faktörü denetimli şekilde kullanabildikleri süreçler yaşamışlardır. Etnik gerilimi muhafaza etmek ama son noktasına gelmeden de müdahale ederek, onu bitirmek. Sonra tekrar yükseltmek, tekrar gevşetmek gibi bir yöntemi, yönetim anlayışının bir parçası olarak uyguladıkları yerler vardır. Ancak bu, Türkiyede bu şekilde yürütülemez. Tükiyenin şartları artık o şekilde denetim kurulabilir olmanın çok ötesine geçmiştir. Açık bir şekilde söylenirse bu mesele önümüzdeki ilk üç yıl içinde çözülmezse eğer, ondan sonraki 15 yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti artık yoktur.
Peki böyle mi sürecek? Nasıl çözülecek bu mesele?
Her ne sebeple olursa olsun. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Ak Parti hükümeti bir yol açmıştır devlet için. Yani açılım politikasının telafuz edilmiş olması bile, dağdan indirilmiş olanlara, siyasal ve sosyal hayatta bir yer açılabileceğinin düşünülebileceğini, en azından böyle bir yol daha var denilebileceğini göstermiş olması bakımından önemlidir. Öyle sanıyorum ki bu yolu sonuna götürmek, yani Ak Partinin düşünüp sonradan vazgeçtiği işi yapmak, MHP ve CHPye düşecektir. Onlar açılım politikaları çıktığında, avazları çıktığı kadar bağırdılar. Fakat sonunda eğer böyle bir hükümet kurulursa ilk yapacağı işlerden birisi de, Ak Parti yapamadı ama biz yaparız bu işi diye ortaya çıkmak olacaktır. Aslında Türkiyenin başka bir yolu da yoktur. Devlet bunu görmüştür. Ama savaşın sürmesinde çıkarı olan lobilerin faaliyeti bu sürecin çökmesinde epey etkili olmuştur. Fakat bu yolu tekrar, tekrar ve tekrar denemek de Türkiye Cumhuriyetinin alnında yazılı bir kaderdir.
YARIN: Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar
PEN Yazarlar Derneği İzmir Temsilcisi Hayri K. Tetik
KÜRTLERİN KAZANCI TÜRKLERİN DE KAZANCIDIR
Tüm bu gelişmelerin Türk ve Kürt halkına halka yansıması nasıl olacak sizce?
Benim dava günü Diyarbakırda gördüğüm, bütün sınıflarıyla, bütün sosyal tabakalarıyla Kürt milleti bir bütün halinde bu davanın halledilmesi yönünde kararlıdır. Ne olursa olsun teslim alınamayacak, ne olursa olsun hak ve özgürlüklerinden arttık vazgeçmeyecek bir noktaya gelmiştir. Dolayısıyla o kararlılık Türkiye tarafında bir demokratikleşme faktörü olarak kullanılmazsa, Kürtlerin taleplerini, Türklerin talepleri olarak geliştirecek bir yol bulunmazsa, sonuç kopuş olacaktır. Şimdi bizim üstümüze düşen, Kürtlerin her kazancının aslında Türk işçi ve emekçilerinin kazancı olduğunu anlatabilmektir. Kürtler hak ve özgürlüklerini tam olarak kazandıklarında Türklerin de bayram yapabileceklerini görmemiz lazım. Onların kazancı bizim de kazancımız olacaktır diyebilmelidir Türk işçisi ve köylüsü. Bunu anlatmakta Türkiyeli devrimcilerin görevidir.
ABDNİN TÜRKİYEYE BİÇTİĞİ ROL
Hükümet ne yapmak istiyor? Bu şekilde nereye kadar gidilecek?
Neyi tercih ettiklerini anlamaya çalışalım. Çiller-Güreş dönemine dönülebilir mi? Oraya mı gidiyor iş? Yani faili meçhullerin, köy yakmaların, köy boşaltmaların, kitle halinde sürgünlerin yaşandığı bir döneme mi gireceğiz? 90lara mı dönülecek, yoksa başka bir yol mu uygulanacak? Oraya dönüş mümkün değil. Çünkü artık eskisi gibi sinmiş, kolayca köyünü yaktırtacak, bohçasını alıp başka bir ülkeye kaçacak yığınlarca Kürt yok. Kürt halkı artık başka bir noktada. O uygulanamaz. Peki uygulanmak istenen ne? Burada Amerika, Barzani, Talabani, Türkiye kombinasyonunun ne yapmak istediğine bakmalı. Barzaniyle esas olarak Türkiyeyle Irakın bölünerek yönetilmesi, yani Erbil-Bağdat ilişkisinin koparılması ve Erbilin ayrı bir devlet olarak ortaya çıkması koşullarında neler yapılacağı konuşuldu. Çünkü Amerika, Iraktan çekildiği zaman Türkiyenin hem Bağdattaki Irak merkezi hükümetiyle ilişkiyi ekonomik ağırlıklı olarak sürdürmesini, Erbil hükümeti ile de sosyal ve siyasal bir ilişki sürdürmesini istiyor. Irakı politik olarak bölmüş, her ikisiyle de ayrı ayrı ama bütünlüklü bir politika uygulamaya yönelmiş olmayı istiyor. Amerika Türkiyeye bu rolü veriyor. Peki Türkiye bu rolü oynayabilecek mi? O zaman Türkiyenin şuna ihtiyacı var; oradaki Kürtlerle ilişki kurabilmesi için, buradaki Kürtlerin de oranın iradesini az çok tanıyor olması lazım. Yani Türkiyede oluşmuş siyasi hareketlerin işlevlerini Irak hükümetine bir ölçüde olsun devredebilmek mümkün müdür değimlidir buna bakılıyor.
DEVLET PKKYİ SİLAHA MECBUR BIRAKIYOR
Tüm bu süreç yaşanırken Öcalanın açıklamaları oldu. PKK son gelişmelerin ardından pasif savunma yerine aktif savunma yöntemini benimseyeceğine dair açıklamalar ve hamleler yaptı. Kürt hareketinin yönelimleri bakımından gözlemleriniz neler?
PKK uzun tecrübe dönemlerinden sonra gördü ki; Ne zaman askeri olarak kendisini geri plana çekerse, bu karşı tarafta bir zayıflık alameti olarak değerlendiriliyor. Ateşi kesmesi; PKK zaman kazanmak istiyor, köşeye sıkıştı, artık gücünü kaybetti onun için geri çekildi diye yorumlanıyor, öyle propaganda ediliyor. Hiçbir zaman, Bu siyasette yapılmış bir hamledir. Bunu karşılığı da bu değildir. Bunu bir değerlendirelim gibi akıllı bir şekilde ele alınmadı. Hiçbir ateşkes süreci, çözüm için bir imkân olarak değerlendirilmedi. Aksine PKK aleyhine yürütülen propagandaların bir başkası olarak kullanıldı. O durumlarda PKKyi şu düşünceye ittiler; Biz tetikten elimizi çektiğimiz zaman tartışılmaya değer bir hareket olarak da görülmüyoruz. Taleplerimizi, halkımızın haklarını korumak ve bunlar hakkında bir politika yürütebilmek için askeri gücümüzü ölçülü, zamanında ve gerektiği şekilde kullanmaktan çekinmemeliyiz. Vardığı nokta burası. Öcalanın son kararı, bir çok yolu denemiş, bir çok defa çeşitli görüşme yollarını açmak için çalışmış, ama bunların hiç birinden ciddi yanıt alamamış olan bir siyasetçinin yaptığı iştir. Ondan anlamıyorsanız buyurun bir kere daha bunu deneyelim demiştir. Ve bir kere tetiğe bastıktan sonra da işte görüyoruz kan hakikaten bol miktarda akıyor. İkna yollarından biri olarak askeri aracı kullanmaya ama Türkiye Cumhuriyeti devleti zorlamaktadır PKKyi. Yani onun gücünü küçümsemek, onun ateşkes çabalarını, barışçıl çözüm yollarını, geliştirmek için bir fırsat olarak değerlendirmek yerine, onun sustuğu yerde daha çok operasyona başvurmak, adeta onu ateş kesme bizimle savaşmaya devam et der gibi bir ortama çekmeye çalışmak da geldiğimiz durumun başlıca sebeplerinden biridir.
Erdal İmrek
Evrensel'i Takip Et