Bu defa Hacivat kazandı
‘Entelköy Efeköy’e Karşı’nın çekimleri sürerken bir grup gazeteci film setini ziyaret etmiştik Nisan ayında. Öyle enteresandı ki herşey. Bir tane seyircisi yoktu setin... Seyirci olabilecek herkes de bizzat oyuncusuydu filmin çünkü. Köy’e yeni bir yaşam kurmak için İstanbul’dan gelen Entelleri canland
Filmin konusunu özetleyim ki ne demek istediğim anlaşılsın; İstanbul’dan organik tarım yapmak için gelen bir grup entel, köye termik santral kurulacağını öğrenince hemen karşı kampanya örgütlerler... Köylüler ise iş, aş bulacakları düşüncesiyle santralin kurulmasından yanadırlar. Köyü ve tarımı savunan entellerle, köyün yıkımı anlamına gelecek santral projesinden yana olan köylüler arasında türlü komik bir çatışma peydahlanır.
Filmin oyuncusu organik köylüler rollerini öyle derinlemesine kavramışlar ki aslında gerçek hayatta -çok yakınlarındaki Yatağan Termik Santralinin yaptığı tahribatın tanığı olduklarından- santrale karşı olacak köylüler çektikleri filmin içinde yaşıyorlardı. Kendilerine dışardan bakabilecek bir bilgelik mertebesindeydiler adeta.
Kendisi de Egeli ve köylü çocuğu olan Yüksel Aksu, ‘Dondurmam Gaymak’tan sonra yine bir Ege hikayesiyle karşımıza çıktı. ‘Günlük düşünen’ köylüler saçlı, sakallı, kıllı, tüylü, işe yaramaz entellerden öyle büyük bir ders alıyorlar ki... Darısı bütün başka dostların da başına...
Türkiye Sineması köylü-kentli karşılaşmasının ekmeğini çok yedi. Genelde köyde komik duruma düşen kentli, kentte komik duruma düşen köylü hikayeleriydi anlatılan… Köylüler tipik köylü, kentliler tipik kentlidir. Senin doğaya kaçmak üzere köye giden entellerin ise doğadan kaçmakta olan köylülerle karşılaşıyor… Bu ‘yeni’ espriyi nasıl ürettin?
Fantezi ve tasarımdan öte tanıklık ve gözlem ürünü aslında… Türkiye’de Özal ile beraber köylünün darmadağın olduğu bir süreci gözlerimle gördüm. ‘70’li yıllarda tütüncü bir bölgenin çocuğu olarak yaz tatillerinde ninemin, dedemin yanına giderken, onlardaki zenginliğin giderek inanılmaz bir yoksulluğa dönüştüğüne ve kitle iletişim araçlarıyla beraber hızla ilerleyen yozlaşmaya, yer değiştirme ve zihin evrilmesine tanık oldum. Tarım bilen yok artık, köylülükle ilgili iyicil anlamdaki meziyetler de yok, köyün kültürü kalmamış. 50 yıllık köyden kente göç sosyolojisinin sonucu olarak İstanbul’un koca bir köye döndüğünü, köylerin de saçma sapan varoşlara döndüğünü gördüm. Son olarak Sarıkeçililer’i çekerken canım yandı. Dağda “Közde Türk kahvesi içeriz ne güzel” diyordum, ama Allah’ın dağında, kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde kahve istediğin zaman rahatlıkla “Nasıl olsun abi” deyip, ‘üçü bir arada’ getiriyorlardı. Çok canım sıkıldı… Her yere laminant yapılmış, naylon poşetler bütün Toros Dağlarında. Bunun yanı sıra köylülüğün, tarımın, ekolojinin, bir yaşam alanının politik bir hareket olduğunu görmeye başladım. Tuzu kuru olanların yarı Bodrum yazlık yarı İstanbul ama tuzu kuru olmayanların da gidip bayağı bayağı doğaya yerleştiğini gördüm. Birkaç örnek var; İmece Köyü, Buğday Grubu’nun İda Dağlarında yaptığı pratikler falan… Biraz oralardan şekillendi bu fikir ve açıkçası riske girdim.
Bu tip bir komedi mi riskliydi?
Komedinin ekmeği, kentlinin köye yerleştikten sonra madara olmasında. Onun kötü bir parodisi de yapıldı televizyonlarda ‘Ünlüler Çiftliği’ diye. İnek sağmaya çalışan Banu Alkan falan filan. Bu akla ilk gelen şey ama ben bunu tercih etmedim. Köylü ve kentli çatışmasında düz popülist akıl, mazlum köylüyü kayırır, enteli mağdur duruma düşürür. Tıpkı Hacivat ve Karagöz’de günün sonunda Karagöz’ün Hacivat’ı dövmesi gibi. Ben köylüyü dövdürdüm entele, bu bir risk. Özdeşleşmeyle ilgili ciddi bir seyirci sorunuyla karşı karşıya gelebilirim ama bugünün sosyolojisi bu. Bugün ekolojik anarşist, doğacı veya çevreci bir sürü genci, HES’lere, termik santrale, nükleer santrale karşı mücadele eden çocukları ulvi, değerli insanlar olarak görüyorum. İstedim ki bir kez de Hacivat haklı olsun. Yani bu da tam doğru örnek değil ama…
Ekoloji meselesinin gündemimize bu kadar geç girmesini neye bağlıyorsun?
‘70’li, 80’li yılların kör dövüşü içerisinde, solun kapışmasının tozu dumanı içerisinde; kadın hakkıymış, doğa hakkıymış, hayvan hakkıymış ya da muhtelif olma biçimleriymiş pek tartışılmamıştı. ‘90’larda vakit vardı, çünkü arbede yoktu. Yeni yeni Dolce Bahro, Ekotopyalar çevrelenmeye başlamıştı. Caretta carettadan dolayı birkaç çevreci oluşum dünyada ve Türkiye’de acil gündem yaratmaya başlattığında, biz kentleşmenin o çarpıklığı içerisinde “Şehirde yaşamayalım, köye yerleşelim, eski evleri restore edelim, orada öğleye kadar ziraat, öğleden sonra balıkçılık yapar, akşam romanımızı yazar, heykelimizi yaparız” diye hayaller kuruyorduk. Zor bir ütopya da değildi aslında, belki de yaşlılığa kaldı. Senaryosunu yazmak, onun filmini yapmak, evrenini kurmak daha çok işime geldi.
KÖYLÜ YETİŞTİRMEK İÇİN ÜNİVERSİTE KÜRSÜSÜ KURMAMIZ GEREKECEK
Sete geldiğimde duymuştum, önceden çöp kutusu yokmuş köyde. Bu her şeyi kullandıkları, hiçbir şeyi atmadıkları anlamına geliyor. Bildiğini unutmuş bir köylü… yüzyıllardan damıttığı bilgiyi unutunca haliyle cahil kalıyor…
‘Gocana’ cahil değil mesela. Gocana’nın okuma yazması yok. Okuma yazma bilmeyen inanılmaz entelektüel, bilgili, hikmetli insanlar gördüm. Nâzım’ın deyişiyle “Topraktan öğrenip kitapsız bilen.” Bence sorun tam da burada. Geleneksel ve kadim olan, yüzyılların diyalektik mirasını bırakıyor, metropollerden yayılan çarpık çurpuk ilaçlamadan, modern tarımdan medet umuyor. Onu da bilinçsiz bir şekilde yapıyor. Çünkü onunla ilgili teknolojik, teknik ve fikri bir hazırlığı yok, öyle bir tedrisatı yok köylünün. Genel olarak Türkiye halkı bu. İyi bir milli eğitimi yok. Dolayısıyla arada kalıyor. Öbürü cahil değil ümmi, nenesinden, dedesinden öğreniyor; yarma aşı, karma aşı, bir hayvanı veterinersiz soğan sararak, tarhana sararak iyileştirebiliyor, çok kolay doğum yaptırabiliyor… Ama daha sonraki yıllarda bütün bunlar darmadağın olmuş. Köylü yetiştirmek için tekrardan üniversite kürsüsü kurmamız gereken zamanlara geldik sanırım.
İMECEYİ UNUTUYOR AMA KADINA ŞİDDETİ UNUTMUYOR
Varoş dediğin tam da bu değil mi? Kadim bilgisiyle arasına bir duvar örmüş, kaybolmuş…
Aynen. Varoş, kentli de olmayan, köylü de olmayan aslında. Artık aşılama bilmez, bağ bahçe bilmez, çiçek yetiştiremez ama zincir sallar. Toprak insanları bir şekilde bilgili hale getirir. Bugün bir köy genci akşama kadar okey, 66 oynuyor, saçını jöleliyor, televizyon seyrediyor, İnternet’e bakıyor falan ama 10–15 keçiyi gütmeye gitmiyor. Keçi gütmeye gitse, ayakları rahatlayacak, tabiatın içerisinde olup bitenlerden tefekküre, düşünceye, refleksiyona dalacak, birazcık ampirik de olsa doğanın diyalektiğini görecek… Kentte de kentli kalmadı. Yere çöp atıyor, tükürüyor… “Niye yere çöp atıyorsunuz?” diyen insanlara da entel dantel diye veriyor sopayı. O kadar bir cehalet hakimiyeti, köylülük kutsaması var ki, o konuda biraz endişeliyim bir köylü olarak. Misafirperverliğini, imecesini, yardımseverliğini unutmuş ama kadına şiddeti, töreyi, kan davasını unutmuyor. Kadim ve değerli olanı bırakıp gidiyorsun yerine bunların tam tersi olanları ikame etmeye başlıyorsun. Üretimin içinde değil, kendini oldurma ilişkileri içerisinde değil, kentsel anlamda bir gelecek tasarımı da yok. Ortaya amorf bir kitle çıkıyor… Köylü köyde yaşayan insan değil artık; köylünün nerede yaşadığı belli değil.
ÇÖPLÜK KAPİTALİZMDİR
Köylü yok yerine çöp kutusu var öyle mi?
Çöplük kapitalizmdir yahu, oyuncu arkadaşım Hamit Demir’in dediği gibi. Tarihte çöplük diye bir şey var mı? Kapitalizme kadar, hatta birinci, ikinci dönemine kadar tüketici yok kullanıcı var. Eskiden Vita yağının ambalajı saksı olurdu veya zaruri hale gelmiş naylon poşet başka bir saklama kabına dönerdi. Herkes fileyle, sepetle alışveriş yapardı. Şimdi her yer poşet, çöp. Filmde bir tirattı; “Karpuz kestin ne yaparsın? Yersin, kabuklarını ineklere verirsin, çekirdeklerini tavuklara, bir miktarını da tohumluk olarak saklarsın. Hiçbir şey atılmaz. O hayvanlar da yediklerini sıçar gübre olur.”
Bunun uzun versiyonu benim çok beğendiğim bir Yörük kıssasıdır; bir Yörük kadınından dinledim: Dağdan iki dal çalı kesersin –olmuşundan- hayvanlar için. O kestiğin çalı zaten kesime hazırdır aşağıdan daha iyisi tiksirir. Çalıyı alırsın, yapraklarını keçilere yedirirsin ama çalısını atmazsın. Odunsu tabakasını tarlada fasulye sırığı yaparsın. Fasulyeler ağmaşır, gelişir, büyür. Fasulyelerini toplarsın, yaprak tarafını ineklere verirsin, fasulyeni pişirir yersin, kalan sırığı yine atmazsın. Tutarsın ocak tutuşturursun, suyunu kaynatırsın. O odun kül olur, külüyle çamaşırını yıkarsın, artanını pestil yapmada kullanırsın, daha da artarsa lahanayla karnabaharın zamanı gelmiştir, onların dibine atarsın…
Bütün döngüyü anlatıyor. Tavuk bahçede dolaşır aynı zamanda oraya buraya pisleyip gübre yapar. Keçi dolaştığı bölgeyi, tarlayı öğütür, tohumların tohumlara karışmasını sağlar. Doğanın kendi diyalektiğini biz öyle bir sabote etmiş durumdayız ki çöplükle kapitalizm aynı şey…
Yüzlerce yıllık Yörük öğretisinin bugün entellerin ütopyası olması trajik bir şey değil mi?
Evet, trajik! Zaten benim filmim de bu yüzden trajikomik.
İNSANLIK BUYSA BİZ EŞEĞİZ
Eşek, Entelköy’ün simgesi oldu, hikayede de önemli bir yeri var… Eşeklerin tescil edilmesi için Ankara’ya bir yürüyüş de yaptınız. Aynı şeyi diyeceğim; eşeğin de mi itibarını iade etmek gerekiyordu?
Eşek meselesini zaten yazıyordum senaryoda fakat sete çıkmazdan bir sene önce Beş Parmak Dağlarında azat edilmiş eşeklerin kaderine terk edildiğini öğrendim. Eskiden kurt vardı, aslan vardı ona yarıyordu, acı çekmeden ölüyordu, şimdi o da yok. Dağlarda perişan bir sürü eşek. 15–20 tanesini toplayıp bir barınak yaptırdık, bir sene bakıldı eşeklere. Set geldi çattı, eşekleri aldık geldik, -sen de gördün- bırak rol oynamayı, kıpırdayacak halleri yok. Sonra zaten ağırlıklı olarak genç eşek kullandık. Bir arkadaşımızın “Eşek bizim sembolümüz olsun” demesiyle “tamam” dedik. Eşeğin neden sembolümüz olduğunu da yazdık… Evliyalar ve bilgeler eşeklidir... Eşek, sabırlı ve sebatlıdır, can ve insan dostudur, bir dönemin yaygın binek otosudur. Eşeksiz bir uygarlık düşünülemez. Eşeğin ıslahı ve evcilleşmesi uygarlık hayatında bir sıçrama, bir devrimdir. “Eşekler ve filozofların çektikleri çile aynıdır” diye slogan yaptık. “Hayvan aleminin proletaryası eşeklerdir”, diyebiliriz. Sonra bir baktık, eşeğin dünyada ve Türkiye’de acayip bir şekilde nesli azalmaktaymış. Sebep; köyden kente göç ve sanayi devrimi. Kimse bir şey yapmıyor! Ne tarım bakanlığı, ne orman bakanlığı, ne Birleşmiş Milletler, ne Unesco… Niye? Tescili yok. Eşek sıfırlansa gitse kimsenin haberi yok. Varsa bile bununla ilgili resmi politika uygulayabilecek merci, mecra, kurum ve kuruluş yok. Hadi dedik bunu tescillendirmek için bir kampanya başlatalım: Anadolu Eşeği Hareketi. “Hepimiz eşeğiz, insanlık buysa biz eşeğiz” dedik. Gittik Meclise dilekçe verdik, o dilekçe üzerinden bir şeyler yapmaya devam edeceğiz.
ENTELLERLE DEĞİL MAGANDALARLA ALAY ETMELİYİZ
Köylüleri entellere dövdürttüğün gibi entellerin karizmasını da çiziyorsun. Zor bir denge kurmuşsun. Asıl önemlisi ‘80’de siyasaldan atılan, yıllardır köyünde deli muamelesi gören komünist karakter Aşırı’nın filmin aklı olması. Bir yerde devrimcilere itibarlarını iade etmiş mi oluyorsun?
Bence filmin vicdanı Aşırı ve Türk solu. Aşırı 80 öncesi bir siyasi… Kenti görmüş, 12 Eylülü görmüş, köyü görmüş ve iki tarafa da ait değil artık. Biraz oranın kadim bilgisiyle harmanlamış kendisini. Kentte de, köyde de sürgün... Dolayısıyla vicdanı temsil ediyor. Bugün zaten hikmetli, iyi bir Türk solu olmadığı için Türkiye’de ciddi eksiklikler var. Aşırı’yı hep doğru lafı yanlış zamanda söyleyen adam olarak kurguladım, bu bir Türk solu metaforudur.
İki tarafa da mesafeli yaklaşma Brecht’ten öğrendiğim yöntem. Karakteri dövdürdüm en başında, ezdirdim… Sonunda da bilgeliği ve tezi onun üzerinden yürüttüm. Dolayısıyla da olan bitene ve seyirciye gol attım. Karakterlerimin hepsini seviyorum ama onlarla özdeş değilim. Seyircinin de hepsini sevmesini ama onlarla özdeş olmamasını istiyorum. Komik duruma düşürmenin değerini çok önemsiyorum. Moliere’in meşhur bir lafı var, “İnsanları ağlatabilirsin, acıtabilirsin, üzebilirsin ama insanları bir kez komik duruma düşürdüğün zaman ömür boyu unutamayacakları bir ders verirsin” der.
Bir iade-i itibar da entellere yapıyorsun değil mi?
Evet, entel-dantel dediğiniz adamlara böyle yapmayın diyorum. Neden? Entel-dantel deyince aklımıza Murat Belge gelmiyor. Biraz özentisi, çakması, yarım yamalağı… Ama bunun kime ne zararı var? Kimi vuruyor, kimi öldürüyor, hangi ihaleye giriyor, hangi mekanda yolsuzluk yapıyor, hangisi sokağa tükürüyor, hangisi karısını öldürmeye teşebbüs ediyor bu insanların, var mı böyle bir şey? Yok! O zaman bu insanlarla uğraşmak yerine esas magandalıkla alay etmeliyiz veya bir itibarsızlaşma olacaksa; karısını, çocuğunu döveni, yere tüküreni itibarsızlaştırmak lazım. Sen çete kurmaya gelince vatanseversin, ihalede, bilmem ne de öylesin… Türkü derlemede yoksun, masal toplamada yoksun, mimariyi korumada, restorasyonda yoksun, kadim bilgilerini gelecek kuşaklara aktarmada yoksun, çevreni, doğanı korumada yoksun, ama adam vurmada on numarasın! Sen Mevlana’nın torunu musun? Yunus Emre’nin torunu musun? Adolf’un torunu musun? Bir karar vereceksin.
HERKES KENDİSİNİ OYNADI
Köylüleri oynatmakta büyük bir başarın olduğu muhakkak… da bu çok yorucu ve riskli değil mi?
Bu büyük bir risk evet ve çok yoruldum. Ben inşaatta çalışmış, kamyon şoförlüğü, barmenlik yapmış bir insanım ama bu kadar yorulmadım hiçbir şeyde. Üretim biçimi ile önerdiğim şey arasında paralellik oluşturmaya çalıştım. Kolektivizmi öneriyorsak, kadim Anadolu bilgisini öneriyorsak o zaman İstanbul’dan o köylü rolünü oynayacak oyuncuları taşıyamam. Filmin bütününde mahalli saz sanatçısı da var, Nejat Yavaşoğulları gibi bir müzisyen de. Köylüyü köylüler oynuyor, başrol hariç. Ekolojisti ekolojistler oynuyor. Nejat abi yerine başka birini oynatmadım çünkü o bu işlere koşuyor. Öbür taraf,davul zurnasıyla “Ölürüm Türkiye’m” diye geliyor. Bir yerde flüt çalıyor… Aşık Veysel… Merkel oynamak isteseydi,popülaritesinden dolayı istemezdim. Onun yerine dünyada doğacılığı politik bir meseleye dönüştürmüş ve bu konudaki en büyük politik temsiliyete sahip Claudia Roth’a rol veriyorum ve kendisini oynuyor. Yüksel Yalova da merkez sağ bakanlardan… o da merkez devleti temsil ediyor. Ama temsiliyetlerin ötesinde her ikisi de oyuncu. Okuma yazma bilmeyen köylü ile Almanya’da başbakan adayı olan insanı aynı karede oynatırsan çok yorucu oluyor haliyle. Biriyle yarım yamalak İngilizce, Yüksel abi ile diplomatik bir dil, bir başkasıyla bağırarak çağırarak, bir başkasına yalvararak konuşuyorsun. Herkesin terminolojisi farklı. Biz aslında ortaya orta oyunu koyduk; esrittik, mecde geçtik, afyonladık, coştuk ve yürüdük. Ne bakanı kaldı, ne başbakan adayı, ne bir şeyi… Hepsi bir alaşım oldu. Yönetmenden ziyade derleyen gibiydim.