21 Mayıs 2010 00:00
Pers Prensi, yani çakma Acem şehzadesi
GÜNÜN YAZILARI
Amerikalılar kendi destanları olmadığı için, bizim tarafların hikayelerine pek meraklı oluyorlar. Alıp onları evirip çevirip para getirecek hale soktuktan sonra, bize yeniden yedirmeye çalışıyorlar. Önce bilgisayar oyununda, şimdi filmde, Acem şehzadesinden çakma Pers Prensi yaptıkları gibi.
Bilgisayar oyunlarının adlarının Türkçeye çevrilmesi alışkanlığı pek yok, onun için oyunu bilenler yakın zamana kadar Prince of Persia adını kullanıyorlardı. Aynı adlı film, Pers Prensi adıyla, bir de Zamanın Kumları ekiyle ve büyük bir reklam kampanyasıyla karşımızda.
Hollywood sineması kıtlık yaşadığı için, çizgi roman, televizyon dizisi, halk efsanesi, bilgisayar oyunu, çocuk kitabı ne varsa sinemaya çevirmeye çalışıyor. O yüzden hikayesinde biraz iler tutar bir yan olan bilgisayar oyunlarını beyaz perdede görmeye alıştık artık. Oyunun hikayesi, aslında saraydan kız kaçırma temalı iken, sinemada işgal ve iktidar savaşlarına yelken açıyor. Oryantalistik bakışları da, açık Amerikan göndermelerini de eksik etmeden...
HANÇER PEŞİNDE
Destan, kahramanımızın adı. Necefte, (Dikkat; bugünkü Irak sınırları içinde bir Şii kenti), Acem şahı ya da Amerikalıların bize geçirdiği ifadesiyle Pers kralı bir gün dolaşırken, hırsızlık yapıp kaçan küçük bir çocuk görüyor. Çocuğun cesaretini sevip, onu ailesine katıyor. Aradan yıllar geçiyor, kralın iki öz oğlu ve evlatlığı Destanın komutasındaki ordunun Alamutu (Dikkat; oryantalistlerin en çok hikaye uydurdukları doğu kenti) işgal etmesi gündemde. İstihbarata göre, Alamutta üretilen silahlar Perslerin düşmanlarına satılıyormuş. Destanın kahramanlığı, bir kardeşinin hırsı, ötekisinin saflığı, berikinin ihaneti derken Alamut alınıyor, Destan ile birlikte Alamut prensesi kaçak yollara düşüyor. Sonrası da, öncesi gibi, kalede aksiyon, çölde aksiyon, sarayda aksiyon... Zamanı geriye döndürmek gibi birtakım doğaüstü güçleri olan bir hançer varmış, meğer işgalin arkasında yatan neden buymuş. Zamanın Kumları da, onun yakıtının adı. Prensesle birlikte hançeri koruma işini üstlenen Destan, itiş kakış falan filan bir şeyler yapıyor kendince.
AMERİKAYI TANIDIK
İlk göze çarpan şey, filmin Olmayan bir silah üretimini arama üzerine yapılan işgal meselesine dayanması ki, anlatılanın kendi hikayesi olduğunu en salak Amerikalı bile tanır. Bu gönderme tek başına, hâlâ devam eden işgali dayandırdıkları Amerikan yalanına bir eleştiri daha, şeklinde okunabilir. Ama üstüne hikayenin bugünkü Irak ile İranda geçiyor olmasını koyalım bakalım ne çıkıyor? Yer, bugün bu gerekçeyle yapılan işgalin sürdüğü Irak ve aynı şahinliğin savaş çığlıkları attığı İran. Bir zamanlar oralarda da aynı yalanların söylenmiş olduğunu mu varsayalım, ya da bu tür yalanların işgalciler için normal olduğuna ya da kandırılan işgalciler için normal olduğuna mı inanalım isteniyor? Belki de böylece Pers diyarında geçen bir film çeken Amerikalılar olarak Vallahi onlardan yana değiliz denmiş oluyordur. Çok masum durmayan, akıllara takılan bir gönderme bu.
Hasan Sabbahın yönettiği Alamut kalesi de, Marco Polo sağ olsun, batıda bizde bilindiğinden daha abartılı efsanelerin konusu, bu filmde de görüldüğü gibi. Haşhaşiler, İngilizcesiyle Assassinler, bayağı acımasız suikastçiler olarak resmedilmiş. Orijinalinden fazla uzaklaşmayarak Haşhaşileri biraz garip bir tarikata bağlasa da, mistik ve savaşçı adamlar olarak doğulular manzarasında insan batı kafasını gayet net seçebiliyor.
OYUN GİBİ AKSİYON FİLMİ
Pers Prensinin görüntüleri, bilgisayar oyunu estetiğinden epey bir şey almış. Bu film, oyun uyarlamaları içinde, belki oyunun yaratıcısının en fazla işin içinde olduğu örnek; onun etkisi olabilir. Zaten filmde daha birinci dakikadan itibaren çok aksiyon var. Oyundaki gibi, kahraman dövüşmekten de çok, sürekli bir yerlerden atlayarak hareket halinde. Ve aynı bilgisayar oyununda olduğu gibi, oyuncu, kadrajın tam ortasında, ne çok büyük, ne çok küçük ama mutlaka düz şekilde duruyor. Bazen, kamera açısının yamulması pahasına, kahramanın düz olması, bayağı bilgisayar oyunu efekti aslında. Pek sinemada alışık olunmayan bir unsur olduğu için, oyunun bir katkısı sayılabilir, fena da görünmediği yerler var.
Ama herhalde bunun bir anlamı şu olabilir. Bilgisayar oyunu, zaten özdeşleşme mantığı üstüne kurulu bir hadise. Filmdeki özdeşleşmeden de öte, oynayan kişi, oyundaki karakter oluyor. Onun için, ekranın tam orta yerinde hiç değişmeden kahramanı görebilmek, eğer sahneyi kahramanın gözünden izlemiyorsanız, özdeşleşme için kurulabilecek en iyi mizansen. Pers Prensi filmi de, daha çok bu noktaya oynamış gibi görünüyor, oyunun meraklıları için olduğu kadar, başka aksiyon filmi seyircileri için de. Çocuklar arasında bir salgına dönüşürse, şaşırmamak gerek.
KADERLİ, KADERSİZ
Filmin merkezindeki şu hançerin, zamanı geriye mi çevirdiği, yoksa sahibine zamanda bir ileri bir geri yolculuk yapma olanağı mı sunduğu, biraz karışık kalmış, sanki üstüne yeterince düşünülmemiş gibi.
Olay örgüsünün, karakterlerin, diyalogların üstüne söylenecek çok bir şey yok, çünkü bildiğimiz yolculuklar, romantizm, didişme hali, kader vurgusu ama iki dakika sonra İnsan kaderini kendi yazar çıkışı, yerli yerinde. Esas oğlan Jake Gyllenhaalun karakter rollerinden aksiyon kahramanına hangi ara dönüştüğünü bilmiyorum ama bu filmdeki oyunculuğunda yeteneğini öncekiler kadar gösterdiğini söylemek zor. Sert amcada Ben Kingsley ile neşeli ve isyankar hırsız rolünde Alfred Molina, filmin en iyi karakterlerini, oyunculuklarıyla da vermeyi başarmış. Gemma Artertonun canlandırdığı huysuz prenses için ise güzelliği dışında dikkate değer bir yorum yapmak zor.
Nihayetinde karşımızda bilgisayar oyunundan bozma, altı şalvarlı, üstü çıplak ve çok hareketli çakma bir Acem şehzadesi var işte...
Pers Prensi: Zamanın Kumları
Orijinal adı: Prince of Persia: The Sands of Time
Yönetmen: Mike Newell
Senaryo: Boaz Yakin, Doug Miro, Carlo Bernard, Jordan Mechner (oyunun yaratıcısı, hikaye ona ait)
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Ben Kingsley, Gemma Arterton, Alfred Molina
DİĞERLERİ BÖYLE AYRILIK
Bir kadın hikayesi Ayrılık. Yönetmeni, Avusturyalı Oyuncu ve Yönetmen, Züli Aladağın eşi. Çoğu Türkiyeli olan oyuncularla Türkiye ve Almanya arasında geçen bir öykü anlatıyor. Umay, çocuğunu da alıp kendisini döven eşinden ayrılmak istiyor. Ayrılıyor da. Ama ailesinin yanına gelince burada barınamıyor ve bir kadın olarak tek başına ayakta durmaya çalışıyor. Önce olumsuz olandan başlayalım, hikaye biraz arabesk; ne yazık ki, töre falan işin işine girince onu sahici bir şekilde anlatmak yerine bu yola giriveriyor sinemacılar. Özellikle sonda töresel kararın verilişi gibi sahneler eğreti duruyor. İyi tarafına gelirsek, filmdeki aile, özellikle baba, süper kötü, zalim, dayakçı, baskıcı adamlar falan değiller. Ama masum görünümlü bir Elalem ne der kaygısı tarafından yönetiliyorlar ve tek başına bu, bir genç kadının hayatını cehenneme çevirmeye yetiyor, dayağın falan ötesinde. Bunu göstermek de güzel. Sibel Kekilli, biraz fazla Alman kalan bir oyuncu olmayı bu rolünde de sürdürüyor, yüzünden duygularını çıkarmak zor. Derya Alabora biraz fazla kentli kalıyor ama Settar Tanrıöğen bayağı başarılı. İlk film olarak dikkate değer bir kadın hikayesi.
(Die Fremde Yönetmen: Feo Aladağ)
ELM SOKAĞINDA KABUS
Korku klasiğinin yeni uyarlaması, kim bilir kaçıncı Freddy Krueger filmi. Yanmış suratıyla rüyalara girip bıçaklı eldiveniyle kesme biçme işlemi yapan esprili katil, kaldığı yerden doğramaya devam ediyor. İlk filmdeki kimi klasik sahneleri biraz daha teknolojik bir şekilde yeniden yapmış olabilirler ama galiba türün meraklılarının bile etkilenmesi zor. Ha, etkilenseler ne kazanırlar, etkilenmeseler ne kaybederler, bir gençlik korkusudur işte, hem de taciz ekleyerek işe güncel bir katkı yaparak. Yeni Freddy Jackie Earl Haleyyi de yadırgamaya hazır olunuz.
(A Nightmare On Elm Street Yönetmen: Samuel Bayer)
BAHTI KARA
Bir Sonradan Türkiyeli, burada üniversitede sinema konusunda hocalık yapan Theron Pattersonun ilk uzun metrajlı filmi. Hayatta tutturamayan ve kendini salan bir adamın hikayesi. Adnan, eşi ölmüş, oğluyla arası iyi değil, birlikte kaldığı kardeşi ve ailesi tarafından da epey itilip kakılıyor. Film, ilginç bir teknikle, senaryo oyuncular tarafından okunmadan çekilmiş. Senaryosuzluktan ya da daha önemlisi, yerlilik konusunda biraz sıkıntıları olduğundan, Bahtı Karanın olmamış bir hali var. En iyi yanı, doğaçlama sayesinde diyalogları ve oyunculuk.
(Yönetmen: Theron Patterson)
Çağdaş Günerbüyük
Evrensel'i Takip Et