20 Eylül 2009 01:00
12 Eylül’ün 29. yılı da geride kaldı. Artık daha bilinir o günlerin zulmü. 12 Eylül’de bütün bir ülke açık cezaevine dönmüştü zaten. Cezaevleri birer işkence merkezi olmuştu evet. Mamak, Metris, Sağmalcılar… Ve daha bir çoklarında insanlığın bugüne değin tanık olmadığı, hani birisinin oturup ‘Acaba en kötüsü ne olabilir işkencenin’ diye düşünse aklına getiremeyeceği çeşitte işkence metotları uygulandı gençlere, yaşlılara, kadınlara ve erkeklere. Evet 12 Eylül de çok işkenceler edildi bu ülkenin halkına, sosyalistlere, devrimcilere, sendikacılara, aydınlara, bir eyleme katılmış olana, bir yerde düzene ‘bozuk’ demiş olana, hiç politikaya ‘bulaşmamış’ olana bile. Çok işkence edildi. Ama bir yer vardı ki orada yapılanlar insanlık tarihinin en kara sayfalarına yazılıdır artık. Giren herkesin bir an önce ölmeyi istediği bir yer vardı. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi. Ve orada bir kişi vardı en azılısı işkencecilerin. Cezaevi İç Güvenlik Komutanı Yüzbaşı Esat Yıldıran… Bu iki isimden biri diğerini hatırlatır. Diyarbakır Cezaevi’nde neler oldu o zaman? O günlerin bütün vahşetini yaşayan iki kişiyle konuştuk o günleri. Abdullah Delibalta ve Haşim Demir. Kenan Paşa ve arkadaşları ‘anarşi ortamına’ son vermek ve memleketi huzura erdirmek için yönetime el koyduğunda iki gençtiler. Birbirlerini tanımıyorlardı. İkisinin yolu da aynı cezaevine çıktı. İkisi de tanıdı Esat Oktay Yıldıran’ı ve Diyarbakır Zindanı’nın vahşetini. Anlattıkları dehşete düşmemiz için değildir, zalimlerin ve onların zulmünün karşısında. Hatırlamak ve bir daha yaşamamak için hesap sormamız gerektiğini hatırlatmak içindir. 12 EYLÜL’DEN ÖNCE VE SONRA Abdullah Delibalta, darbeyi cezaevinde karşılar. 1 Mayıs adlı kitapevini işlettiği sıralarda Urfa’ya sıkıyönetim gelir. Diyarbakır’a gider. 1979’un bir haziran gününde tam bir kitapevine girecekken yakalanır. 4 gün sorguda kaldıktan sonra tutuklanır ve 7. Kolordu Komutanlığı İstihkam Taburu’ndaki etrafı tel örgülerle çevrili cezaevine götürülür. “Çok işkence yoktu. Rahattık” diyor Delibalta o günleri anlatırken. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra yaşayacaklarıyla kıyaslayınca ‘rahattır’ o günler. Darbe olmadan kısa süre önce meşhur Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’ne taşırlar onları. “O güne kadar mazgal açılır, ‘sayım’ denirdi. Sayım verirdik, çeker giderlerdi. Tam 12 Eylül günü benim biraz kirli sakalım vardı. Asker kasaturasını sakalıma sürüp, ‘Yarın bu sakalı görmeyeceğim’ dedi.” O gün artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlar Delibalta. 30 Eylül’de çıkarıldığı mahkemede serbest bırakılır. Hakim, “Eğer aklınız varsa bundan sonra bu cezaevine düşmeyin” der. Hakimin bu uyarısının ne anlama geldiğini öğrenmesi uzun sürmeyecektir Abdullah Delibalta’nın. 1980’nin 30 Eylül’ünde tahliye edilir. “Serbest kaldıktan sonra Urfa’ya döndüm. Aradan 3 gün geçmişti ki yeniden arandığımı öğrendim. 30 Ocak 1981’de kaldığım ev basıldı. 15 gün sorguladılar. Çok işkence vardı. Mahkemeye çıktım ve tutuklandım.” Delibalta için çok zor geçecek 2 yıl böylece başlar. Tutuklandıktan sonra Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’ne götürülür. VE DİYARBAKIR 5 NOLUYLA TANIŞMA… Ondan sonrasını şöyle anlatıyor Delibalta: “Cezaevi Komutanı Mevlüt adında bir havacı astsubaydı. Daha götürüldüğüm ilk gün hiç iyi şeyler yaşamayacağımı anladım. 13 kişi 3 kişinin ancak sığabileceği bir hücreye konduk. Sürekli ayakta durmak zorundaydık. Burada 15 gün kaldık. Kapıya gelir, ‘Dayak vaziyeti al’ derlerdi. Ellerimizi dışarı uzatırdık ve coplarlardı. Ya da toplu dayak veya falaka. Sürekli marş okuturlardı. 15. gün hücreden çıkarılıp koğuşa götürüldük. Tam 160 kişi oraya konduk. Koğuşa konduğumuz sıralarda Esat Oktay Yıldıran geldi bir gün. Yanında kocaman bir kurt köpeği vardı. Adı Co. ‘Ben sizin komutanınızım. Çok iyi geçineceğiz’ dedi. Ezberlememiz gereken 32 marş vardı. İstiklal Marşı, Mehter, Harbiye, Türkiyem vs. Çok yaşlı olanlar, Türkçe bilmeyenler ezberleyemez ve çok dayak yerlerdi. Hiç unutamadığım bir gün var. O gün koğuş kapısı açıldı ve içeri 9-10 asker girdi. Başlarında Esat Oktay Yıldıran vardı. “Sayım düzeni al” ve ardından da “Soyun” dediler. Aralarında ‘Karabela’ dediğimiz bir tim komutanı vardı. Bir de ‘Laz’ dediğimiz biri. Hepsinin elinde kalas vardı. Sonra Ali Sarıbal’ın, Hasan Çakır’ın ve Celal Türkmenoğlu’nun isimlerini okudular. Celal mahkemedeydi o gün, kurtuldu. Ali Sarıbal ve Hasan Çakır’ı ortaya alarak kalaslarla 15 dakika boyunca dövdüler. Biz esas duruşta duruyorduk. Hiç bir şey yapamıyorduk. ‘İşleri bittiğinde’ Ali Sarıbal’ın boğazından hırıltılar geliyordu. Biraz sonra askerler gelip götürdüler. Ali o gün öldü. Hasan Çakır’ın durumu da çok ağırdı. Ama o iyileşti. Sonradan öğrendik ki bir süre önce bizim koğuşa getirilen birkaç kaçakçı onlar için ‘Komutanlarımıza küfrettiler’ demişler. O dayağın ve Ali’nin ölümü bu yüzdendi. NE KADAR ANLATSAK EKSİK KALIR Delibalta işkencelerin bir kısmını şöyle anlatıyor: Havalandırmaya birkaç kişiyi çıkarırlar, rögar kapağını açar, oradan sarkıtırlardı. Komaya sokana kadar döverlerdi. Orada yaşananları ne kadar anlatırsak anlatalım eksik kalır. 24 saat işkence yapılırdı. Her sabah susuz tıraş olmak zorundaydık. Gece girerlerdi içeriye ve ‘dayak düzeni’ al derlerdi. Fare yedirirlerdi. İçeri giriş, çıkış, yemek hepsi dayak ve işkence demekti. Çok çirkin şeyler yapıldı. Yakalanan bir arkadaş eğer içerden birinin adını verirse gelip içerden onu alırdı polis. Biz, ‘Keşke bir arkadaş yakalansa da ismimizi verse’ derdik. Çünkü polisteki işkenceyle, buradaki işkence kıyaslanamazdı. Ve biz cezaevinden çıktığımızda tanınmaz halde olurduk. Herkese komutanım demek zorundaydık. Görüşe ve duşa gitmek tam bir işkenceye dönüştürülürdü. Esat Oktay Yıldıran, insandan ziyade bir yaratığa benzerdi. Çok çirkin bir adamdı. Nazileri aratmayacak işkence yöntemlerini bilirdi. İşin doğrusu o öldürüldüğünde ben sabaha kadar rakı içip, halay çektim. Çok sevindim onun ölüm haberine.” BİZDEN ÖZÜR DİLEMELİLER Abdullah Delibalta 1983’te tahliye edilir. Askere alınır. İstanbul’da askerliğini yaparken tekrar tutuklanır. 3 ay Selimiye’de tutulduktan sonra Metris Cezaevi’ne götürülür. 1986’da tahliye edilir ve cezaevi günleri sona erer. Delibalta kendilerine işkence edenlerden, darbeyi gerçekleştirenlerden hâlâ hesap sorulmamış olmasına kızgın. “Kenan Evren şimdi hasta. Bu şekilde ölmemeli. Ölmeden önce mutlaka yargılanmalı. O zamanın tüm komutanları yargılanmalı” diyor. “Devlet ölen arkadaşlarımızın ailelerinden ve bizlerden özür dilemeli. Cezaevini okul yapacaklarmış. Orası ancak bir müze olabilir. Unutulmaması için İşkence aletlerinin, işkence yöntemlerinin sergilendiği bir müze...” Delibalta kendilerine yapılan işkencelere komuta eden Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran adının Fatih Belediyesi’nin yaptırdığı ‘şehitler anıtı’nda yer almasının da kendisini çok rahatsız ettiğini söylüyor. “O adamın adının bir anıtta yaşatılması işkencenin münferit değil, sistemli olduğunu, bir devlet politikası olduğunu ve devletin işkencecilerine sahip çıktığını gösteriyor.” Delibalta başlarından geçenlerin özellikle gençleri korkutmaması gerektiğini söylüyor. “Bunların bir daha yaşanmaması için mücadeleden başka çare yok. Eğer bu düzene karşı savaşmazsak Diyarbakır Cezaevi’nde o gün yaşananların her zaman tekrar yaşanması hem de herkesin bunu yaşaması riski var.” Delibalta o günlerin aydınlanması içinse bir çağrı yapıyor, “Bize işkence edenler içinden bir kişi eğer biraz namus ve onur taşıyorsa ortaya çıkmalı ve neler yaptıklarını anlatmalı diyor.
DİYARBAKIR ZINDANI’NDA 4 YIL Haşim Demir Diyarbakır Dörtyol’da 8 Ekim 1980’de yakalanır. 4 yıl kaldığı Diyarbakır Zindanı’nda vahşetin her türlüsünü yaşar. Çok ağır işkencelerden geçirilen Demir’in iki kaburgası ve burnu kırılır. 4 yılın ardından Bursa’ya nakledilir. 12 Eylül’de Diyarbakır Zindanı’ndaki her türlü işkenceyi yaşayan Haşim Demir’le o günleri konuştuk. 12 Eylül ile işkence sözcükleri yan yana geldiğinde ilk akla gelen yerlerden biri Diyarbakır Cezaevi. Bize o günlerde cezaevindeki atmosferini biraz aktara bilir misiniz? Orası 12 Eylül darbesinden önce planlı olarak Kürt hareketinin tasfiyesi (Buna fiziki tasfiye, yada yok etme de dahil ) amaçlı kullanılan bir özel cezaeviydi. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra Milli Güvenlik Konseyi’nin emri ile sistematik işkencelerin uygulandığı bir merkeze dönüştürüldü. On binlerce Kürt yurtseveri, devrimci ve sosyalist kadro 5 Nolu’da tutsak edildi. Korgeneral Kemal Yamak ve Cezaevi Müdürü Binbaşı Alahattin Bayar, Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran ve Üsteğmen Ali Osman Yıldırım özel eğitim almış kişilerdi. Bu ekibe o zaman Diyarbakır emniyetinde siyasi polis müdürü, son yılarda Emniyet genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkan Vekili Bülent Orakoğlu’da yardım ediyordu. İşkencelere bizzat katılırdı bunlar. 1980 Aralık - 5 Eylül 1983 yılları arasında hiçbir devrimci ve yurtsever burada sağ çıkacağını düşünmüyordu. Nasıl işkenceler uygulanıyordu? Saygon zindanlarında, Nazi Almanyası’nın toplama kamplarında, Evin Hapishanesi’nde uygulanmayan işkence yöntemleri burada denendi. Hiç bilmediğimiz 500mg’lık iğnelerle omuriliğimize ilaçlar zerk ediliyordu. Üç gün kendimizden geçiyorduk. Bir hafta boyunca belimize kadar foseptik çukurunda tutuluyorduk. Vücudumuzda mantar büyüklüğünde yaralar çıkıyordu. Tek kişilik bir hücreye 50-60 kişi konuluyorduk. Yemek ve su verilmiyordu. Dışkı yedirilme, diş macunu, tütün, mintaks deterjan, hamam böceği, fare, kurbağa, solucan yutturma artık olağan hale getirilmişti. Bu uygulamalarda kusanların kusmukları zorla bir başkasına yediriliyordu. Plastik ve naylon türü maddeler yakılarak vücudumuzun değişik yerlerine damlatılıyor, el ve ayak parmaklarının arasına kağıt konularak yakılıyordu. Yemeklere dışkı, kum ve idrar karıştırılıyordu. Kol ve bacak kırma sık sık yapılıyordu. Ayakta bekletme, suy içinde yatırma. Tecavüz, jopla tecavüz alçakça uygulanıyordu. Tutsaklar bir birlerine tecavüze zorlanıyordu. Eller ve avuçlar jopla parçalanıyordu. Üzerimizde beşe on kalaslar kırılıyordu. Hücre kısmında bulunan rutubetli kör hücrelere atılıyorduk ve burada zatürreeye veya tüberküloza yakalanıyorduk. Erkekler çırılçıplak soyularak kadınlar koğuşuna götürülüp, teşhir ediliyordu. Kadın arkadaşlarımıza da aynı yöntemler uygulanıyordu. Bu uygulamalara kadın arkadaşlar kahramanca direniyordu. Esat Oktay Yıldıran’dan bahseder misiniz biraz? Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, acımasız, ırkçı, Türk-İslam sentezini ideolojik olarak benimsemiş, Nazi artığı biriydi. Mossad ve İngiliz istihbaratının kamplarında eğitim aldığını bizzat kendisi söylüyordu. Devrimci örgütlerle ilgili geniş bir bilgiye sahipti. Hangi gün hangi işkence türlerinin etkili olacağını iyi kestirirdi. İşkenceyi aylara yayardı. Psikolojik olarak teslim alınan bir önderin cezaevi ses sistemi aracılığı ile teslimiyet çağrısı yapmasının etkisini iyi kestirir, bunu sıkça yapardı. ‘Buradan çıkışın olmadığını’ sıkça tekrarlardı. Aşağılık komplesine sahipti. Sistematik işkenceler esnasında kahkaha atardı. Uyuşturucu kullanırdı. Bunu işkenceci ekipte de serbestleştirmişti. İtirafçılar aracılığı ile her koğuşta ajan çalışması yapardı. MHP’liydi ve Ülkü Ocakları’ndan devşirme, erlerden bir işkence kolu kurmuştu. 1974 Kıbrıs savaşında esir Rumların yattığı cezaevinde psifikasyon müdürü olarak görev yapan biriydi. Psikolojik işkenceyi iyi biliyordu. Cezaevinde yaşananlara ilişkin bazı anılar paylaşır mısınız? 1980 Aralık’tan 1981 Haziranına kadar süren direnişte Diyarbakır Eski Belediye Başkanı Mehdi Zana ile aynı hücrede 5 ay kaldık. Zana’ya görülmemiş işkenceler yapılıyordu. Aynı işkenceler yan hücremizde yatan Ahmet Türk, CHP Urfa Milletvekili Celal Paydaş, Devlet Eski Bakanı Mustafa Kılıç ve Şerafettin Elçi’ye de yapılıyordu. Ben 1984 Haziran’ında polis sorgusuna tekrar götürülmeden önce 55 gün 31.33. ve 30. koğuşların merdiven boşluklarında kurulan sorgu odalarında ağır işkence gördüm. Sorguma PKK İtirafcısı Şahin Dönmez katıldı, bana işkence yaptı. Direnişten yeni çıkan biz 65 kişiyi D Blok 22. koğuşa gönderdiler. Bir gün silah yakalatan yaşlı ve günde 5 vakit namaz kılan İbiş Ural adlı bir amcaya bir hafta boyunca ağır işkence yaptılar. İbiş amca ajan olmayı kabul etmediği için gözlerimizin önünde öldürüldü. TDKP davasından yargılanan Namık Tarancı ile hücrede kaldığım dönemde bizimle kalan PKK Davası Tutuklusu Hasan Ölçmez, PKK imzalı bir mektup yakalattı. Bizi Esat Oktay’ın sorgu odasına götürdüler. Kan kusuncaya kadar işkence yaptılar. İdrarımızdan kan geliyordu. Kışın çırılçıplak kara gömülürdük. Dayak nedeniyle TKP- ML TİKKO Davasından Tutuklu Medet Özbadem ve Ali Sarıbal hayatını kaybetti. Üsteğmen Ali Osman Yıldırım’ın ismi yaptığı işkencelerden dolayı ‘Doktor Mengele’ olarak anılıyordu. O Kürdistan İşçi Partisi Genel Sekreteri Necmettin Büyükkanat’ın öldürülmesinde bizzat yer aldı. 1982 yılında 80 gün süren ölüm orucunda yaşamını yitiren Kemal Pir ve Mehmet Hayri Durmuş hücrelerinde ölmeden önce vücutları fareler tarafında parçalanmıştı. Bedenlerini ateşe veren dörtlerin ölümleri Esat Oktay tarafından ‘tüp patladı 4 mahküm’ öldü olarak basına verilmişti. Diyarbakır Cezaevi’nin okul yapılması tartışılıyor.. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Bir ibretlik olarak müze olmasında fayda var. Onlarca devrimci ve yurtseverin kanı ve parçalanmış bedenlerinin bir simgesi olarak teşhir edilmesi daha uygundur. Gelecek kuşaklar ve Kürt özgürlük hareketi açısından da özel bir yeri var. 1981 direnişi, 5 Eylül 1983 direnişi ve 5 Ocak 1984 direnişlerinin sembolü olarak da müze olmalıdır. 5 Nolu cezaevi aynı zamanda büyük cesaretle direnmenin ve devrimci iradenin teslim alınamayacağının da sembolüdür.
Erdal İmrek

Evrensel'i Takip Et