22 Eylül 2009 01:00

‘Kalkınma’ masalıyla sömürgeleştirme


“Dünya insanların gereksinimlerini karşılayabilir amma ihtiraslarını asla.” Gandhi
Dünyanın 20. yüzyıldaki toplumsal yaşamını ve düzenini kapitalizm belirlemiştir. Bu nedenle günümüzün tüm toplumsal sorunlarında olduğu gibi, çevresel ve ekolojik durumun değerlendirilmesi de, doğal olarak kapitalist üretim biçiminin değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bugün kriz düzeyinde yaşadığımız çevresel ve ekolojik yıkımın baş sorumlusu, dünyaya egemen olmayı başarabilmiş kapitalist politikalardır. Kapitalizm, insanı ve doğayı ekonomik çıkarlarına uydurmağa çalışmaktadır. Kapitalizm, tüm bilimsel verileri ve teknolojik olanakları sadece kâr amacıyla kullanmaktadır. Kapitalizm için insansal ve doğal değerler kâr sağlamıyorlarsa hiçbir anlam taşımamaktadır. Ünlü deyiştir:Kapitalizm, gölgesinden yararlanamayacağı ağacı keser.
Gerek kapitalizmin sömürgeci doğasıyla tanımlanabilen “kalkınma”, gerekse bu kalkınma anlayışı ile biçimlendirilmiş olan yaşam alanları, insanın kendisine, üyesi olduğu topluma ve parçası olduğu doğaya yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Yaşamın sürdürülebilmesi için, insanlığın her türlü üretim etkinliğinin, doğanın yaşamını sürdürülebilirliği sınırları içinde kalması zorunludur. Bu da ancak, ekonomik, bilimsel, teknolojik etkenlerin toplum yararına kullanıldığı; sınıfsız, dizgesiz, eşitlikçi, katılımcı, sömürüsüz, paylaşımcı, demokratik toplumsal yapıyla olasıdır. Bu yapının siyasal adı da “eko-komünal toplumdur.”
20 0cak 1949’da yeni bir çağ başlıyordu: Kalkınma Çağı! ABD’nin Yeni Başkanı Harry S. Truman, göreve başlarken yaptığı konuşmasında: Az gelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi yeni bir cesur programla bu bölgelere sunmamız gerekiyor… Eski emperyalizmin başka ülkelerden kâr elde etmesi gibi bir anlayışın bizim programımızda yeri yoktur. Bizim tasarladığımız demokratik ve namuslu alış veriş yapma ilkesini temel alan bir kalkınma programıdır… diyordu. Yeni dönemin yeni retoriği artık “kalkınma” idi.
“Az gelişmiş bölgeler” kavramını da 1942 yılında ilk kez, ILO Sekreterliği Emekli Üyesi Wilfred Benson kullanmıştı. Kavram, ancak Truman’ın kendi politikasının simgesi olarak sunmasından sonra benimsendi ve bu anlamıyla “Beklenmedik derecede sömürgeleştirici bir zehir işlevi gördü.”
ABD kalkınmacı retoriğe sarılarak, komüncülüğün yayılmasının önünü kesmek ve Amerikan yatırımlarının önünü açmayı amaçlıyordu. Kalkınmacı retorik, emperyalizmin “Yeni Sömürgecilik” evresindeki egemenlik ve sömürü ilişkilerini meşrulaştırmanın bir aracı olarak ortaya atıldı. Sömürgeci güçler, batı kültürüyle koşullandırılmış yerli yönetici elit kesimi de göreve getirerek, çıkarlarını güvenceye aldılar.
1997’de Yayınlanarak 40 dile çevrilen, Booker Prize ödüllü “Küçük Şeylerin Tanrısı” ile 1999’da yayınlanan “Yaşamın Değeri” adlı kitaplarıyla dünya çapında ün yapan Hintli Yazar, Savaş Karşıtı Eylemci Suzanna Arundhati Roy, “... Kalkınma adı altında seçilen yol, bunu ‘ödeten’ ile ‘ödeyen’in arasında biçimleniyor. Hindistan 50 yıl öncesine göre 20 kere daha fazla elektrik üretiyor ama size demiyorlar ki evlerin yüzde 80’inde elektrik yok ve bu nüfusun yüzde 90’ı yoksul. Sadece zirvede yaşayan nüfus gitgide daha çok elektrik kullanıyor ve bu yüzde 10’luk nüfus daha fazla tükettiği için ülkenin ‘kalkındığından’ söz ediliyor. 15 yıldır Yeni Delhi’de yaşıyorum, insanların bir kısmı zenginleştiler, daha büyük arabalar, daha büyük evlere sahip oldular ama hava ‘siyah’laştı ve yoksullar kentin her köşesinde kalabalık yığınlar halinde yaşıyorlar. Bir gün zenginler tüketim tarzlarını değiştirebilmeyi başarabilecekler mi bilmiyorum, ancak itiraz edilemez bir bencillikleri var. Şunu söyleyebilirim; Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi organlar, üçüncü dünya ülkeleri ile Batı ülkeleri arasında bir koalisyon kuruyor ve ‘yardım’ maskesi altında üçüncü dünya ülkelerinin doğal kaynakları satılıyor. Hindistan bugün yönetimini büyük uluslararası organların hizmetine sunmuş durumda” diyor.
Bu ülkelere yardım(!) da edilmesi gerekiyordu. Marshall Yardımı devreye sokuldu. Bu yardım, tulumbaya verilen bir maşrapa su gibiydi. Bu yardımı verdikten sonra, yardım edilen ülkenin tulumbasından istediğiniz kadar su çekilebilirdi. Bu geri ülkelerin sömürgeci kültürüyle yetişmiş veya gerici, işbirlikçi yeni yöneticilerinin de çıkarına geliyordu. Geriliklerini ileri sürerek yardım isteminde bulunan sömürgecilere bağımlı yöneticiler, yardımlardan aldıkları payla sürekli zenginleşiyorlardı. 23 Ağustos 2009 Tarihli Hürriyet gazetesinde Şükrü Kızılot şöyle yazıyor: Bijan’ı duymuşsunuzdur. Ancak randevu alınıp gidilebilen dünyaca ünlü bu mağazada gömlek 3-5 bin dolar, mont 25 bin, takım elbise 20-50 bin dolar. Daha pahalı olanlar da var. Vitrinine bakıyorum, alış-veriş yapan, birkaçı da Türk olan isimleri cama, gruplar halinde yazmışlar. ‘Acaba kimler?’ diye merak edip isimleri tek tek inceliyorum. O da ne? Vitrin camında tanıdık bir isim; ‘Recep Tayip Erdoğan, Prime Minister of Turkey’.
Kalkınma retoriği ve Marshall Yardımı toplumsal çöküşlere neden oluyordu. Yardımlar, egemenlerce hortumlanıyor, devlet sürekli borçlandırılıyor, zengin-yoksul kutuplaşması görülmedik ölçüde artıyor, çevresel yıkım da derinleşiyordu. Daha 1960’ların sonuna gelindiğinde “kalkınma” ile ilgili söylemle, gerçekleşenler arasındaki uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Beklentilerin aksine yoksulluk, işsizlik ve açlıkla birlikte “doğal tahribat”ta ilk kez gündeme geliyordu. “Büyümenin Sınırları Raporu” ile Roma Kulübü, büyümenin neden olduğu ekolojik sorunlara dikkat çekiyor ve “sıfır büyüme” öneriyordu. Oysa kapitalizmin karakteri gereği büyümenin durdurulması hiçbir şekilde olası değildi. Gelen tepkiler üzerine geri adım atıldı. Ortalığı gereksiz telaşa boğmanın alemi yoktu. “Kapitalizm koşullarında sıfır büyüme olanaksızdı!” Artık “kalkınma” kavramı önüne bir başka sözcük eklenerek kullanılmalıydı.
“Sürdürülebilir Kalkınma” son dönemde en uygun bulunan ve kullanılan sıfattı. Kalkınmanın sürdürülmesi ne demekti? Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nca hazırlanan bir raporda, “Sürdürülebilir Kalkınma, en genel anlamıyla karar vermede ekonomik ve ekolojik düşünceleri bütünleştirme ana teması ile bugünün gereksinimlerini ve beklentilerini geleceğin gereksinim ve beklentilerinden ödün vermeden karşılamanın yollarının aranması” olarak tanımlandı. 1989’da Dünya Bankası’ndan John Pessey, “Sürdürülebilir Kalkınma”nın 37 farklı tanımının yapıldığını saptamıştı. François Partant de aynı dönemde 60 tanıma ulaştığını ileri sürüyor ve bunları ekonomik merkezli ve antropolojik merkezli olarak iki guruba ayırıyordu. Bunlardan birincisi insanın gönencini esas alırken, ikincisi genellikle temel amaç olarak yaşamın korunmasına önem veriyordu. Tüm canlıların, hiç olmazsa henüz yok olmamışlarının yaşamalarının sağlanmasını amaçlıyordu.
İlk bakışta içerdiği bütün ‘iyi(!)’ niyete karşın sürdürülebilir kalkınma kavramı da uygulamaya yönelik taşıdığı belirsizlikler ve muğlaklık nedeniyle, gelişmiş Kuzey Ülkeleri’nde ve geri kalmış, sömürülen Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde tamamıyla farklı sonuçlar doğurmaktaydı. Özgür Üniversite Formu’nun 19. sayısı (Temmuz-Eylül 2002) “Sürdürülebilemez Kalkınma” da, Georgescu-Roegen Nıcholas’ın “Şüphesiz sürdürülebilir kalkınma en zehirli reçetelerden biridir” diyor.
Yeni sömürgecilik döneminde, önlerindeki tüm ulusal yasal engelleri kaldırtabilen ve işbirlikçilerini yönetime getirebilen çok uluslu şirketler, hızlı bir biçimde geri kalmış, sömürdükleri ülkelerde ‘yatırım’lara giriştiler. Bu da çevre sorunları açısından iki önemli sonuç doğurdu:
1. Üretim için gerekli kaynakların üçüncü dünya ülkelerinden Kuzey Ülkeleri’ne aktarılması (Hammadde ve madenlerin yağmalanması, vb). Sömürgen ülkeler, bu sömürgeci politikaları gereği olarak, kendi ülkelerinde doğal kaynakların hammadde olarak dışalımını özendiriyorlar. Örneğin, OECD ülkelerinde çeşitli hammadde dışalımlarına uygulanan ortalama gümrük vergisi oranları şöyledir: Bakırda; bakır cevheri ve konsantresi yüzde 0, bakır tel yüzde 4.6, bakır boru ve tüpler yüzde 4.12, bakır mutfak eşyası yüzde 3.98’dir. Alüminyumda cevher ve konsantresi yüzde 0, hurda olmayan metal yüzde 4.10, tel yüzde 6.13, masa ya da mutfak eşyası yüzde 5,83’dir. Bu oranlar petrol için yüzde 0, reçine, politerpen için yüzde 7, naylon kumaş için yüzde 8.47, PVC için yüzde 7.52, polikarbonatlar için yüzde 7.84. Bu dağılım çinko, kalay, nikel, kurşun için de benzer bir görünümdedir.
2. Çok su ve enerji gerektiren yatırımlarla eskimiş teknolojilerin ve sömürgen ülkelerde toplumsal tüketim ve endüstriyel üretim sonucu oluşan atıkların üçüncü dünya ülkelerine aktarılması. (Madencilik, gemi sökümü, demir-çelik, deri sanayi, çimento, kültür balıkçılığı, v.b.) Altın madenlerinde su tüketimi için, Maden Müh. H. Gökvardar ve Yrd. Doç. Dr. E. Yaser Küçükgül’e göre 1 ton kayaç için 3 ton su kullanılması gerekmektedir.
Anlaşılacağı gibi, yeni sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerim madenlerine el koymaktadırlar. Tüm ülke ulusal gelirinin içinde, maden dış satışlarından elde edilen gelirin oranı ne kadar yüksekse, o ülke o kadar geri kalmış demektir. Örneğin, Bostwana’da elde edilen tüm ulusal gelirin yüzde 35.1’i maden dış satışlarından elde edilmektedir. Bu ülkenin dünya insani gelişmişlik sırasındaki yeri de 122.liktir. Bu veriler Sierra Leone için yüzde 28.9 pay ve 174. sırada; Zambiya için yüzde 26.1 ve 153.lük; Birleşik Arap Emirlikleri için yüzde 18.4 ve 45.lik, Bahreyn yüzde 16.4 ve 41.sırada, Şili yüzde 11.9 ve 38. sıradadır. Madenlerimizi çıkartıp, satmakla zengin olacağımızı düşünmek ham bir hayaldir. Bu sömürgecilerin propagandası sonucu oluşturulmuş bir önyargıdır.
Aynı şekilde dışsatımda hammaddelerin oranı arttıkça büyüme hızı düşmektedir. Maden yoksulu 7 büyük ülkenin 1970-93 arası ulusal gelir artış ortalaması yüzde 3.7 iken, maden kaynak zengini 16 küçük ülkenin 1970-93 ulusal gelir artış ortalaması yüzde -0.2’dir. Bütün ülkelerin 1970-93 arası ulusal gelir artış ortalaması ise yüzde 1.1’dir.
Sömürgeci devletler bu sömürü düzenini sürdürebilmek için, sömürdükleri üçüncü dünya ülkelerini gittikçe derinleşen bir dış borç çıkmazına sürüklemekte, Kuzey’den üçüncü dünya ülkelerine kaynak akışını zorunlu hale getirmektedirler. 1982-1990 yılları arasında üçüncü dünya ülkeleri, Kuzey’e 1.345 milyar USD “borç” ödedi. Ancak aynı yıllarda üçüncü dünya ülkelerinin Kuzey’e olan ‘borçları’ 900 milyar USD’dan 1.470 milyar USD’na yükselmişti. Bu koşullar altında güney ülkeleri “çare”yi ellerindeki doğal kaynakları pazarlamakta aramaktadırlar.
Delawara Kabilesi reisi Okanıcon, yaşam alanlarını talana ve işgale gelen beyaz adam için, “…Bizim küçük bir memleketimiz vardı. Onların ülkesi genişti. Biz, büyük ruh’un bizim için yarattığı şeylerden hoşnuttuk. Onlar ise değildi. Uygun bulmazlarsa ırmakları, dağları bile değiştiriyorlardı” demiştir. Bugün ise böyle bir karşı çıkış yoktur. “... Sizin gibi şirketleri çekebilmek için ... Dağlarımızı düzledik, ormanlarımızı tıraşladık, nehirlerimizin yollarını değiştirdik, şehirlerimizi kaydırdık ... Tüm bunlar sizin için, şirketleriniz için, burada Filipinler’de daha kolay, daha kârlı iş yapabilmeniz için ...” diyerek, Filipinler Hükümeti’nce “Fortune” dergisine, böylesine onursuzca ve aşağılık bir ilan verilebilmektedir.
27 temmuz 2009 tarihli Der Spiegel Dergisinin haberinden: Türkiye Tarım Bakanı Çin, Japon, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine sesleniyor: “Gelin, beğenin, Türkiye’den istediğiniz toprağı alın...” Toprak satan öteki ülkeler ise başta Fortune dergisine ilan vererek ülkesi topraklarını ve doğal kaynaklarını çeken Filipinler, sonrasında Afrika ülkeleri, Kamboçya, Pakistan, gibi üçüncü dünya ülkeleri. Alman dergisine göre petrolle eş değer Yeni Sömürgecilik: Toprak satın alan ülkeler, ürettikleri sebzeyi ve meyveyi kendi ülkelerine doğrudan götürecekler. Tarlaları bizim suyumuzla sulayacaklar, ürün toplayacaklar. Böylece salt meyve ve sebze değil suyumuzu da götürmüş olacaklar.
Geri ve kirli teknolojilerini ihraç ediyorlar, sömürge yatırımları yapıyorlar, iç savaşları kışkırtıyorlar. Böyle yaklaşımların da, çevresel ve toplumsal sorunlar bakımından sonuçları oldukça ağır olmaktadır. Bu anlayışlarıyla yaptıkları yatırımlarla, sömürgeci devletler ve korudukları şirketler, son 30 yılda dünyanın yaşam kaynaklarının yüzde 30’unu yok etmişlerdir. Teknolojinin sunduğu olanakların, doğanın sınırları içinde kalması gereklidir.
Canlıların yaşamı pahasına “kalkınma” gerçekleştirilemez. Yaşam yoksa, kalkınmanın ne anlamı olabilir ki? Yayımladığı “Sessiz Bahar” isimli kitabı ile dünyada çevresel hareketi başlatan ABD’li ve DDT adlı bir böcek ilacının zararlı olduğunu kanıtlayan çevre dostu bir bilim kadını olan Rachel Carson, “Modern dünya, hız ve miktar tanrısına, çabuk ve kolay kâr tanrısına tapar; her türlü bela da bu sapkınlıktan doğar. En belalı ekolojik sorunlarımızın ardında yatan doğanın hızlı ekonomik getiriler uğruna fabrika benzeri bir işletmeye indirgenmiş olmasıdır” diyor. John Bellamy Foster de Monthly Review (Ekim 2001, cilt:53, sayı:51) dergisinde: Çok açık bir tercih yapmak zorundayız: Ya “kâr tanrılarının” ekolojik sorunlarımızın çözümüne vakıf olduğunu reddetmek ve daha adil ve eşitlikçi bir sosyal düzen kurma yolunda, doğayla insan toplumunun uyumlu bir arada evrimini temel bir unsur olarak görmek, ya da kısa sürede kontrolümüz den çıkacak, geri dönüşsüz yıkıcı sonuçlarıyla hem insanları hem de bağlı olduğumuz diğer türleri mahvedecek ekolojik ve sosyal bir krizle yüz yüze kalmak.
Evet, kalkınma masalı ile sömürgeleştiriliyoruz. İnsanlar sermayenin çıkarları için köleleştiriliyorlar. Hatta köleleştirilmiyorlar bile; kullanılıp atılıyorlar. Bu koşullarda seçimimiz hangisi olacak? Sermaye kullanılıp atıldığımız sermayenin düzeni mi, yoksa insanca yaşanabilecek; özgürlükçü, eşitlikçi, sınıfsız, doğanın kabul edebileceği sınırlar içinde yaşamsal ve zorunlu toplumsal gereksinimler için üretim ve tüketim yapılan bir düzen mi? Kararımızı ve yaşamımızı eylemlerimiz belirleyecektir.
ERTUĞRUL BARKA - Elele Hareketi Dönem Sözcüsü, Kimya Müh.

Evrensel'i Takip Et