Vicdanlı davranmak kahramanlık istiyor
Çok ‘haklı’ olduğunu düşünüyorsunuz değil mi Asuman’ın. Öyle de zaten ya... Ya diğerleri de,.. herkesler de haklı olduklarını düşünüyorsa. Herkes kendisine haksızlık edildiğine inanıyorsa. Herkes sadece kendisi için bir adaletin peşindeyse. Kendi çok büyük derdi dışında, başkalarının her derdi önemsiz geliyorsa. Burada en çok üzerine konuşulan konu vicdan olabilir mesela adalet de... Nasıl olsa insanlar sahip olduklarından bahsetmez pek fazla.
Doktor Sema’nın evinde dört karakteri biraraya getiren Yönetmen-Senarist Ümit Ünal, narın kabuğunu çatlatıyor, her biri önce karşısındakinin sonra da kendisinin inancını sorgulamaya başlıyor. İnsanları birarada tutan narın zarı yırtıldı bir defa ya herkes kendi adaletini dayatacak kendi inancını biricik sayacak artık. Etrafa saçılan nar tanelerinin tekrar biraraya gelmesinin artık birtek yolu var; karşısındakini anlamak için çaba sarfetmek, vicdanlı davranmak... yani artık her şey daha zor. Ünal izleyiciyi sarsa sarsa örüyor hikayesini...
Hala haberi olmayanlar varsa bizden duysunlar. Halit Refiğ tarafından çekilen bir Türk sineması efsanesi Teyzem, senaristi Ümit Ünal tarafından tekrar çekilecek. Yeni teyze Şebnem Bozoklu olacak. Ünal böylelikle en büyük hayallerinden birini gerçekleştirmiş olacak. Teyzem sevenler tekrar çekilip çekilmemesi konusunda şimdiden ikiye bölünürken bize heyecanla beklemekten başka seçenek kalmamış gibi görünüyor.
Apayrı şeylere inanan dört kişinin birbirlerini ve kendilerini sorgulamaları düşüncesi nasıl doğdu?
Bir dönem İngiltere’de yaşadım ve oranın hayatı ile burayı karşılaştırma şansım oldu. O sırada aklımı meşgul etmeye başladı bu konu. Nasıl oluyor da toplum bu kadar uyumlu? Oranın da kendine göre uyumsuzlukları var ama İstanbul’a göre makine gibi işleyen bir toplum nasıl olabiliyor? Yakından tanıyınca şunu anladım; orada topluma yayılmış güçlü bir adalet duygusu var. Aslında iyi değil kötü bir şeyden bahsediyorum… İnsanları ikna ediyor toplum. Nasıl ediyor? Sen eşit fırsat verilerek büyüdün bu ülkede ve buna rağmen başarısız olduysan bu senin sorunun, “sen” başarısız oldun yani… Orada 25 yaşına kadar adam olduysan oldun, olamadıysan bir şekilde hayatına razı oluyorsun. Bir mucize olmazsa hayatın o şekilde devam ediyor. Belki bu da çok kötü ama aşırı vahşi, adeta kurt kanunu içerisinde yaşıyoruz burada… Bu her şeyde geçerli; trafikte en öne geçme kargaşasından tutun da iş yaşamında yeterince uyanıksan bir anda yükselebileceğin gibi. Bu da şöyle bir durum yaratıyor; taksi şoförü de, garson da, zengin de dâhil herkes kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyor. “Yıllar önce şöyle olmuş olsaydı ben şimdi çok başka yerdeydim” falan gibi inanılmaz bir adalet duygusu eksikliği var toplumda. Bu düşüncelerden kalkarak vardım Nar’a. Tabii bu düşünceleri çok uç bir biçimde anlattım.
Bir hayli uç evet…
Serra’nın (Yılmaz) canlandırdığı Asuman karakteri, çok dindarken başına gelen felaketler nedeniyle her şeye inancını kaybetmiş, cahil ve çok yoksul bir kadın. İnanabileceği tek şey kalmış; batıl inançları. Gaipten sesler duyuyor ve onların sayesinde doğruyu bildiğini düşünüyor. Torunu hastanede ölmüş ve suçlunun kim olduğunu bildiğine inanıyor. Ve kendisi öyle demese de bir şekilde onun intikamını almaya, bir yanlışı düzeltmeye gelmiş. Bundan fazlasını anlatınca sürprizleri ele veriyoruz. (Gülüyor)
Değişik bir cahil ama Asuman; cahil olduğunun farkında bir cahil…
Başta hafif alçakgönüllülükle yapıyor bunu, daha sonra her şeyi bildiğini iddia ediyor. Asıl görmesi gerekeni, gözünün önündeki yalanı fark edememiş ama kapıcı Mustafa’nın geçmişindeki bir sırrı bilebiliyor. Nerden biliyor derseniz bilmiyorum. (Gülüyor)
Genç kadın, Asuman ve kapıcı, Asuman’ın hesaplaşma isteğiyle bir araya gelmiş olmaları dışında pek de nar tanelerini düşündürtecek bir ortaklığa sahip değiller aslında?
Nar çok genel bir ortaklığı ifade ediyor. Hepimizin iki gözü, iki kulağı bir burnu var gibi… Sınıfsal farklılıklardan falan bahsetmiyorum, onlar yakından baktığımız zaman gördüğümüz farklar (Gülüyor). Her yerde insan diye genel bir kabul var ya; sevgisi, nefretleri… Ona ithafen söylediğim bir şey nar.
Herkes kendi durduğu yerden bakarak ‘haklı’ olduğunu düşünüyor ve bu haklılığını tescil edecek bir adaletin peşinde. Herkes haklı olduğunu düşündüğünde adalet nasıl tecelli edecek?
Altını çizmek istediğim zaten o. Adalet dediğimiz şey aslında toplumsal bir anlaşma. Bazı şeylerin böyle gideceği yolunda peşin bir karar alıyoruz ve öyle davranıyoruz. Benim filmimde de toplumumuz gibi herkes gadre uğradığı inancında, en korkunç şey de o. Başkarakterlerden birinin ettiği laf; “Bazen büyük kötülükler olmasın diye küçük kötülüklere izin verilebilir” veya “bazen doğru olan yanlıştır”… Bunları demeye başladığın anda adalet bitmiş oluyor.
KARAKTERLERİME İYİ DAVRANMAYA ÇALIŞIYORUM
Kapıcı Mustafa ve Asuman’ın yani yoksul karakterlerin ahlaki savunuları ve adalet anlayışları toplumcu bir olanak taşırken burjuva karakterlerin ahlaki yaklaşımlarının özünde sahip olduklarını kaybetmeme mazereti var. Yani adaletin sadece kendilerini affetmesini istiyorlar. Kaybedecek çok şey olanlar hepimizi ilgilendirebilecek bir ahlak savunusu yapamazlar mı?
İlginç bir görüş aslında. Evet, sahip olduğunu kaybetmek duygusu çok hâkim onların davranışlarında. Diğerlerinin kaybedecek pek bir şeyleri zaten yok. O çıkıyor mu bilmiyorum ama zengin görünenler de yeni sınıf atlamış insanlar. Bir ara doktor karakterini çok zengin hayal etmiştim. Asuman’ın geldiği ev yüzme havuzlu, kocaman bir villa olacaktı. Hazırlıkları yaparken öyle bir eve paramızın yetmeyeceğini anladık (Gülüyor). Çok zengin değil ama şık bir apartman dairesi kullandık. Ancak bu, filme büyük bir katkı sundu. Çünkü özel bir hastanenin başında bulunan ve çok zengin birisi gerçekten yakayı ele verme kaygısı duyar mı bilmiyorum. Çok daha güçlü ve elindekileri kaybetmek konusunda daha güvende olur herhalde. Bizimki daha yeni bu güce kavuşmuş ve gerçekten kaybedebilecek biri. Ben karakterlerime iyi davranmaya çalışıyorum, belki de incelikli bir insan doktor ve hayatta yaptığı tek hata o bebeğin ölümüne neden olmak, bilmiyoruz.
Ama hatasını savunma şeklinden onun rahatlıkla bu suçu bir daha işleyebileceğini düşünebiliriz. Zira sahip olduklarını koruma isteği olası bir suçu işlemiş olmasından daha değerli ona göre…
Evet, muhtemelen bu olay olduğundan beri bunu düşünüyor ve kendi kendine rasyonalize etmiş her şeyi.
VİJDAN DEĞİL VİCDAN OLARAK YAZILDIĞINI HATIRLATMAK GEREKİYOR
Kapıcı Mustafa çocukken suskun kalarak ortak olduğu suçun rövanşında bu defa vicdanlı davranıyor. Vicdanlı olmak yetmiyor bir de vicdanlı davranabilmek mi gerekiyor?
Aslında hepimiz bir sürü suçun ortağıyız, göz yummayı öğrenerek sistemin bir parçası haline geliyoruz. Asuman’ın torununun başına gelenler gibi neler neler oluyor toplumda, ses çıkarmayarak ortak oluyoruz bütün bu suçlara. Kahramanlık istiyor sonuçta vicdanlı davranmak, vicdanının sesini dinlemek. Şimdi vicdana “vijdan” diyorlar ya… Vicdanla bile dalga geçecek hale geldiyse insanlar… Filmdeki vicdan sahnesini çok seviyorum ben, eski Türk filmlerindeki gibi… Sadri Alışık diyalogları gibi… O yüzden yazdım; “vicdan, eski moda bir kelime işte” diyor. Yeniden kelimenin kendisini hatırlatmak gerekiyor. Aynı kapıcı, filmin başında, yoksul görünüşlü ve türbanlı diye Asuman’a tepeden bakıp “Doktor Sema’nın senin gibilerle ne işi olacak!” gibi konuştuğunu görüyoruz. Onun da o kimlikten sıyrılmasının nedeni birkaç saat içinde yaşadığı değişim.
Aynı sınıftanlar oysa…
Evet, yaşadıklarının ardından vicdan diye bir şeyin varlığını hatırlaması hoşuma gidiyor.
Hele ki kendi gibi olmayana da vicdanlı davranabilmek…
Türkiye korkunç günler geçiriyor, büyük bir kutuplaşma var. Başkalarıyla özdeşleşebilen, empati kurabilen insan böyle olmaz zaten, bu köreltilmiş. Herkes birbirine inanılmaz önyargılarla yaklaşıyor. Kimse kimseyi anlamaya çalışmıyor. Anlamak elbette çok zor… Anlamasa bile kabullenip saygıyla yaşamak, ortaklık kurmak mümkün.
Genç kadın sevgilisi hakkında çok büyük bir yanılgı yaşıyor. Bütün hayalleri, inançları yıkılıyor. İnsan bu kadar büyük yanılabilir mi?
Bu kadar büyüğü olmasa da oluyordur tabii… Ben yaşadım. Aşık olduğun zaman kendi içindekini karşındakine yansıtıyorsun, yansıttıklarını sevmeye başlıyorsun… O ayna kırılırsa bir şekilde, karşındakinin ‘o’ olmadığını, başkası olduğunu anlıyorsun. Benim bu filmi yazma hikâyem genç kızla doktorun tartıştığı sahneyle başladı. Borges’in ‘Yolları Çatallanan Bahçe’ diye bir hikâyesi vardır. Orada bütün geçmişini bir anda silen bir karakter anlatılır. Çok değerli bir geçmişi olan Çinli bir karakter… Bana çok ilginç gelmişti. Öyle bir an yakalamak çok istiyordum. Suçlu bir insana, en çok sevdiği insan, hiç inanmadan “Bunu gerçekten yapabilir misin?” diye soruyor. Suçlunun bir anlık bakışı… Onu hayal ettim. Doktorun bir süre konuşamayıp, gülmeye falan çalışarak, ikna etmeyi denemesi… Sonra bundan vazgeçerek ezmeye başlaması sevdiğini, köprüleri atması… Aslında doktor kadın da kendini yok ediyor. Bütün hikâye oradan çıktı. Ben “şöyle bir fikir” anlatayım diye yola çıkmıyorum, zihnimde belirsiz diyaloglar ya da bir bakış falan doğuyor. Falcı kadın en son çıktı mesela. O bakış bana filmi yazdırdı. Hepimizin hayatında mutlaka benzer bir kıyamet kopması vardır.
Senaryosu size ait olan ve 26 sene önce Halit Refiğ tarafından çekilen Teyzem’i tekrar çekeceğinizi ve Müjde Ar’ın canlandırdığı Üftade rolünü bu defa Şebnem Bozoklu’nun oynayacağını açıkladınız kısa süre önce. Neden tekrar çekmek istiyorsunuz bu efsaneleşmiş filmi?
İÇİMDE YAŞAYAN MAHLUKATI SUSTURMAK İÇİN YAZIYORUM
Bana yönetmenlik öğrenilebilir ama senaristlik yani yazarlık ‘insanın içinde olacak’ bir şey gibi gelir… Ne dersiniz?
İSTİKLAL CADDESİ’Nİ İKİ KİLOMETRELİK BİR AVM’YE DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYORLAR
Emek Sineması için alınan yürütmeyi durdurma kararı reddedildi. Emek Sineması’nın koltuklarında sinemayla tanışmış, sinemayı orada sevmiş insanlar için Emek’in anlamı çok büyük mutlaka. Ama Emek’e hiç yolu düşmemiş İstanbullular Emek’i kaybederlerse neyi kaybetmiş olurlar?
Teyzem en başta benim gerçek hikâyem. Ben 17–18 yaşındayken öldü. Tam ne olduğu bilinmiyordu ama filmdekine benzer bir ölümdü. Çok etkilendim onun ölümünden ve daha üniversitedeyken senaryoyu yazmaya başladım. 21 yaşındaydım film çekildiğinde. Bir kere ben çocuktum, ilk işimdi. Çekilmesi için her tür tavizi verdim. Halit Bey tabii ki çok değerli bir yönetmen ama benim kafamdaki film bu değildi. Zaten daha sonra yaptığım filmlere bakarsanız kafamdaki üslubun farklı olduğunu anlarsınız. Filmi seyrettiğim ilk andan bu yana “ben bu filmi tekrar çekeceğim” duygusuyla yaşadım. Başka hiçbir senaryoma karşı böyle bir hissim yok. Sırtımda bir yüke dönüştü bu. Her şeyden önce o yaşlardaki kendime karşı bir borcum var. İkincisi de hikâyeyi gerçekten yaşamış insanlara borcum var.
Yorum farkının yanı sıra, o dönem Türk sinemasının değişim zamanıydı. Muhsin Bey’e ya da Züğürt Ağa’ya bakarsanız Teyzem’den çok daha yeni duruyorlar. Hâlbuki aynı dönemin filmleri. Teyzem 1970’ler gibi duruyor. Ve o teknik şimdi bir sürü insana hitap etmiyor. Hâlbuki o hikâye daha uzun zaman dayanabilecek, genç kuşakları da etkileyebilecek ve bence yurtdışında da ses getirebilecek bir hikâye. O yüzden yeniden yorumlamayı kendime bir görev sayıyorum. Bu yaşa kadar bunu yapacak param yoktu, yapımcıyı da ikna etmem zordu, çünkü küçük bütçeli bir iş değil. Bir de oyuncu olarak o sıcaklıkta kimin olabileceğini bilemiyordum. Şebnem Bozoklu ile ilerlemeyi düşünüyoruz bu projede. Çok sıcak ve iyi bir oyuncu Şebnem.
Teyzem’in yeniden yorumlanacağı haberini heyecanca karşılayanlar olduğu kadar “Teyzem’e dokunma” düşüncesinde olanlar da az değil…
“Büyüyü bozma”, “hayallerimize dokunma”, “o film tekrar yapılmaz” diyen bir sürü mesaj aldım twitter’da. Bir yandan filmi çok sevenlerin o bağlılığına çok saygı duyuyorum, bir filmin 26 sene sonra hala seviliyor olması çok hoş. Ama ben de kendimi mecbur hissediyorum. İnsanlar çok umursamıyor ama birçok sorunu var filmin. Bir kere çocuk büyümüyor, Teyzem’in sevgilisi kablosuz bir basgitar çalıyor, Müjde’nin sevgilisini Yaşar Alptekin gibi korkunç bir oyuncu oynuyor, o duyguların hiç biri çıkmıyor, hayal sahneleri kâbus gibi çekilmiş falan… Bugün yirmi yaşında birine o filmi seyrettirmek ve beğendirmek çok zor. İlk filmi çok sevenler hayal kırıklığına uğrayabilir ama bugünkü gözle baksalar ne demek istediğimi anlayacaklar.
Bütün sanat dallarında “müzik kulağı” meselesi gibi açıklanamayan bir taraf var. Sinemanın tekniği… Evet, öğrenilebilir, öğrenip yapan bir sürü insan var, burada da yurtdışında da… Ama gerçek yetenek hikâye anlatmakla ilgili bir şey. Askerde bir çocuk vardı, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma fıkrasını anlatsın, ona bile gülüyordun. Çünkü inanılmaz güzel anlatıyordu. Bazı insanlarda hikâye anlatma yeteneği var, bazısında yok. Bu öğrenilen bir şey değil. Mesela diyalog yazmak anlatılamıyor, beste yapmak gibi. Ben kendimi yönetmen olarak değil, hikâye anlatıcı olarak tarif ederim. Çocukluğumdan beri anlatacak sorunlarım oldu dış dünyayla (Gülüyor), “hayır gördüğünüz gibi değil” deme mecburiyeti hissettim. Küçükken yazıp çiziyordum, sinema okuyunca film yapmak istedim. Kısa filmler yaptım, film yapma imkânı yoktu, senaryolar yazdım. Film yapamazsan yine yazacağım. İçimde duracak gibi bir şey değil. Altyazı dergisi, 100 sayısı için herkesten “Neden film yapıyorsunuz?” sorusunun cevabını istemişti… Yazı, fotoğraf, resim… nasıl cevaplarsan artık. Benim çocukluğumdan beri çizdiğim şeyler vardı. Yarı kuş, yarı insan, kafasından yumurta çıkan bir mahlûk çizdim. Ve altına da şöyle yazdım; “İçimde böyle bir şey var; onu beslemek, susturmak, onu herkesten gizlemek için yazdım, çizdim, film çektim…”
Festivaller için Dubai’ye, Moskova’ya gittim. Oralardaki büyük zenginliği ve korkunç yoksulluğu gördüm. Göğe yükselen kuleleri, mine süslemeli çöp kutularını, Moskova’da dünyanın en lüks lokantalarını, cadillac cipleri, şatafatlı görgüsüzlüğü gördüm… İstanbul’da da öyle bir şey yapmayı tasarlıyorlar. Demirören’in İstiklal’e diktiği binaya bakın, Dubai ya da Moskova’nın görgüsüz binaları gibi. O kentlere benzemek istemiyorsak ortak geçmişimize, kentimize sahip çıkmak zorundayız. Emek Sineması’nın sokağı; sinemaları, büfeleri ile çok canlı bir sokaktı. Kaldı ki sadece Emek Sineması’ndan değil onun bulunduğu koca kompleksten ve hatta bütün İstiklal’den bahsediyoruz. Masaları kaldırtmakla başladılar işte… Şimdi bütün caddeyi iki kilometrelik bir büyük AVM haline getirmek istiyorlar. Böyle bir ülkede yaşamak istemiyorsak herkesin ses çıkarması lazım.
Evrensel'i Takip Et