18 Nisan 2009 00:00
Silopili çocukların elleri
Tüm ayrıntısıyla panzer resmi çizen 8 yaşında bir çocuk gördünüz mü? Sümüğünü koluna silen, küçük plastik topuyla çalım atan, bez bebeğinin saçını okşayan; oyun oynadığı toprak ya da çalıştığı tamirhanedeki makine yağı bulaştığı için kararmış, ama hala çocuk elleriyle bir ilkokul öğrencisi, silahlar, taşlar, kavgalar nasıl çizer?
Tüm ayrıntısıyla panzer resmi çizen 8 yaşında bir çocuk gördünüz mü?
Sümüğünü koluna silen, küçük plastik topuyla çalım atan, bez bebeğinin saçını okşayan; oyun oynadığı toprak ya da çalıştığı tamirhanedeki makine yağı bulaştığı için kararmış, ama hala çocuk elleriyle bir ilkokul öğrencisi, silahlar, taşlar, kavgalar nasıl çizer?
Eylemcileri dağıtan panzer çizer de, özel tim polisinin etrafı kestiği parmaklıklı penceresini, insanları ezip geçen demir kalkanı bile nasıl es geçmez?
Diyarbakırlı, Hakkarili ya da Vanlı çocuklar... Neredeyse her ailede mutlaka bir ölüm, yıkım, göç ya da işkence hikayesi olan Silopili çocuklar Bu resimleri yapanlar onlardır. İlkokul 3. sınıf öğrencileri. 8-9 yaşındaki Kürt çocuklarıdır.
Öğrendikleri ilk Türkçe kelime polistir belki.
Öğretmen Koş Ali koş derken, onlar Silahı sana doğrultmuş polisten kaçmak için koş anlarlar.
Resimlere iyice bakın. Etrafında halay çekilen ateşi söndürmeye çalışıyor panzer. Çocuklar sapanları ile taşlıyorlar onu.
Şimdi bu resmi çizen küçük çocuğun ismini yazsak, yarın tutuklanmayacağının, hapishanede çocuk döven gardiyan resmi çizmek zorunda kalmayacağının garantisi var mı?
POLİS VE ÇOCUK
Silopili çocuklar.
Yüzünde güneşler açan, gözleri newroz ateşi gibi rengarenk yanan, güzel çocuklar. Başbakan için iki dakikada slogan üretebilen, oyun oynamaları gereken sapanlarıyla, polis amcalarıyla kavga etmek zorunda kalan çocuklar.
Bir öğretmen anlatıyor: Polis bir ilköğretim okulu önünde öğrencilere şeker dağıtır. Bir çocuk şekeri almaz, polise taş atar. Şekerci polis amca evire çevire döver onu. Hapse girsin de görsün cümlesini kurabilecek kadar da küçük vicdanlıdır. Gözaltında almaya çalışır, öğretmenler zor kurtarır.
Bir küçük taş ve bir küçük çocuk böyle kazır şeker pembesine boyanan Çocuk seven polis imajını. Kürdün, çocuk olanından bile nefret etme cinnetini, böyle ortaya çıkartır.
BENDEN NEFRET EDİYORLAR
Silopide ya da bölgenin başka illerinde çocuklar erken büyüyor. Köy yakma, göç, ölüm, işkence hikayeleri küçük kafalarına sığmayacak kadar çok; biriktirdikleri acılar küçük yüreklerini zorlayacak kadar ağır çünkü.
Umut Kartal, Silopinin Doruklu köyünde yaşıyor.
Babası Ömer Kartalın başına gelenleri önceki gün anlattık. Hatırlatalım:
31 Aralık 1995. Yılbaşı için karakola, emniyete hindi götürmeye gitti babası. Gidişinin 2. gününde o doğdu. Adına Umut dediler. Ama annesi, aylarca ortaya çıkmayan babasından umudu kesmek zorunda kaldı. Arabası emniyet müdürlüğünün arkasında bulundu. Nereye gömüldüğü bilinmiyor.
Beni sevecek, yeri geldiğinde dövecek, öpecek bir babam olmasını çok isterdim diyor Umut. Çok ağladım diye de ekliyor: Annemle ağladım, babaannemle ağladım, çok ağladım
Umut nasıl ağlamasın, nasıl kızgın olmasın?
Silopide Türk asıllı bir lise öğretmeni Benden nefret ediyorlar diyor öğrencileri için. Sırf Türk olduğu için, başka yerden geldiği için büyük ihtimalle. O başka yerlerden sadece nefret gördükleri için. Bu nefretin kaynakları kurumadıkça, huzur bulmadıkça çocukların vicdanlarındaki taşlar da büyüyor. Hem dağlar da uzak değil. Silopinin arkası Cudi, önü Kuzey Irak.
Sınırda yaşıyorlar.
Sevgi ile nefret; taş ile silah arasındaki sınırda...
Doğdukları şehirler ve ölecekleri dağlar arasındaki o kısacık mesafede bir yerlerdeler. Nereye daha yakınlar, görmesi zor.
Yine de net görülen bir şey var ki çocuklar tutuklandıkça; hapisle, dayakla, kinle, ölümle karşılaştıkça, taş ile silah arasındaki mesafe kısalıyor.
Silopili çocuklardan öğrendiğimiz özetle şudur:
Ellerindeki taşı, kelepçeyi alıp, elimizi koymanın zamanıdır
BİTİRİRKEN
Silopide yalnız iki gün kalabildik. Ama o 2 günde öğrendiklerimizi, dinlediklerimizi, gördüklerimizi bu yazı dizisine sığdıramadık bile. Başta Türkler olmak üzere ülkede yaşayan diğer halklardan ne kadar çok şey saklanmaya çalıştığını fark ettik. Biz bildiğimizi sanıyorduk, bilmiyor- muşuz. Onu anladık.
Başkasından duymakla, gazeteden okumakla olmuyormuş. Bir ananın, çocuğunun adını söylerken sesinin nasıl ince ince sarsıldığını duymadan, 20 yıl yaş akıtıp da kurumamış gözbebeklerinden sızım sızım sızan hasreti görmeden olmuyormuş.
O bir damla gözyaşı elinize düşse taşıyamazsınız. O kadar ağırdır yükü.
Yakar elinizi. Öldü mü, ölmedi mi bilinmezliği ile zehirlenmiştir.
Gazeteci taraf tutmaz demeyin. Tutmuyor zaten hiçbir tarafımız. Yara bere içinde kalmayan tarafımız yok.
Gazeteci miydik?
Biriktirdiğimiz ne kadar sıfat varsa bıraktık Silopide. BOTAŞ kuyularına gömdük. Geriye bir tek insan kaldı bizden.
Ne Kürtçe ne Türkçe cümlelerin tarif edemeyeceği duygular da, içimizdeki kuyulara yuvalandı.
Eğer anlatılması gerekeni anlatmayı beceremediysek, Silopili çocukların resimlerine bakın. Analarının işkenceyle, ölümle zehirlenmiş sütleriyle beslenen, acı yiyerek büyüyen bu çocukların resimlerine.
O resimler ciğerinizde iğne deliği kadar bir kuyu açsa yeter. İğne deliği kuyudan çıkan parçanız burada kalır.
Eksik parçanızı bulmak için Silopiye gelirsiniz belki.
Gelemiyor musunuz?
Kendinizi tamamlayacak bir yol bulmak, boynunuzun borcu olsun
BİTTİ
Hazırlayanlar: Elif Görgü / Derya Karaçoban