03 Mart 2009 00:00
Kriz ve Avrupada göçe muhtemel etkileri üzerine
Avrupanın göç tarihine baktığımızda, sanıldığının aksine kıta dışından göç alır bir duruma gelmesinin yeni olduğunu görmekteyiz.
Avrupanın göç tarihine baktığımızda, sanıldığının aksine kıta dışından göç alır bir duruma gelmesinin yeni olduğunu görmekteyiz. Yaşlı kıta, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında özellikle Amerika Kıtasına göç vermiştir. Avrupadan Yeni Dünya olarak adlandırılan bu kıtaya 1880-1916 arası yaklaşık 55 milyon kişinin göçtüğü hesaplanmıştır. 1920 sonrasından 1980li yıllara kadar ise 20 milyon kadar Avrupalı, Amerika Kıtasının ABD ve Kanada başta olmak üzere çeşitli ülkelerine göçmüştür.
19. yüzyılın başlarından Birinci Dünya Savaşına kadar olan döneme baktığımızda, gördüğümüz bir başka olgu ise göçün düzenlenmesinin Avrupa kapitalizminin doğal dinamiklerine bırakıldığıdır. Savaş ve yaklaşık on yıl sonrasında baş gösteren kriz, devletlerin göçle ilgili sınırlayıcı tedbirler almalarını ve göçü kontrol mekanizmaları geliştirmelerini de beraberinde getirmiştir. Bu dönemde Avrupa Kıtasındaki iç göçler, genellikle Batı Avrupa ülkelerine, Güney ve Doğu Avrupa ülkelerinden kısa dönemli işçi göçü şeklinde gerçekleşmekteydi. Bunun sonucu olarak, 1921-30 arasındaki savaş sonrası yeniden yapılanma ve ekonominin sınırlı genişleme döneminde Avrupa Kıtasında yaklaşık 7 milyon göçmen hesaplanmıştır. 1931-1940 yılları arasında ise bu sayı yalnızca 1 milyon 200 bindir.
Avrupanın kıta dışından göç alır duruma gelmesi 1950lerin ikinci yarısının sonlarına denk gelmektedir. Bunun nedeni, üretici sermaye dinamiğinin baskın ve fordizmin hakim olduğu ekonomik genişleme döneminin ihtiyaçlarına yanıt verecek işgücünün, Avrupada bulunamamasıdır. Çözüm olarak rotasyon temelinde göçmen işgücü getirmeye dayanan ikili anlaşmalar öngörülmüştür. Bu anlaşmalar, öncelikle İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkeleriyle imzalanmıştır. Fakat daha sonra bu ülkelerdeki işgücünün yeterli gelmemesi ve işgücü kaynaklarını çeşitlendirmesi amacıyla Türkiye, Cezayir, Tunus ve Fas gibi ülkelerle benzeri anlaşmalar yapılma yoluna gidilmiştir. Göçün devletler arasında ikili anlaşmalar temelinde düzenlenmesi, 1973-74te gerçekleşen petrol krizi olarak bilinen krize kadar sürmüştür.
KRİZ VE GÖÇ
Yukarıda ifade edilenler, krizin göçe etkilerine dair fikir sahibi olabilmemiz için 1929 krizinin sağladığı sınırlı deneyim dışında, elimizdeki en iyi örneğin 1973-74 yıllarında patlak veren kriz olduğunu göstermektedir.
Bu krizle birlikte önemli oranda göçmen barındıran Batı Avrupa ülkelerinin göçe ilişkin ilk tepkisi, göçün durdurulması ve sınırların göçmenlere kapatılması oldu. Ayrıca bu ülkeler, göçmenlerin ülkelerine geri dönmelerini özendirici politikaları uygulamaya koydu. Fakat bu politikalar, krizin daha fazla vurduğu ve işsizlik ödeneği gibi sosyal hakların bulunmadığı ülkelerine gitmek yerine, göçmenlerin çoğunluğunun ailelerini yanlarına almasına neden oldu. Bunun sonucu olarak, kısa bir azalma döneminden sonra Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen sayısı yükselme eğilimine girdi.
Kriz, göçmenlerin eski biçimiyle üretimin organizasyonundaki (fordizm) rollerin sürdürülemeyeceğini gösterdi. Yani binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda, özellikle yerlilerin yapmaktan geri durduğu zor ve vasıf gerektirmeyen işleri yapan milyonlarca göçmene gerek kalmamıştı. Ama kriz başka şeyler de gösterdi.
Birincisi, kriz göçmenlerin konjonktürel düzenleyici rolünü ortaya çıkardı. Dolayısıyla krizin yarattığı işsizlik, öncelikle ve en sert şekilde göçmenleri vurdu.
İkincisi, göçmenler kriz sonrasında üretim sürecinin yeniden yapılanmasını, yani post-fordizme geçişi kolaylaştırdı. Çünkü krizin en ağır sonuçları, öncelikle onlara yansıtıldı. Bu ise muhtemel toplumsal hareketleri önleyen bir işlev gördü. Ayrıca göçmenler, varlıklarıyla üretim sürecinin yeniden organizasyonunda oldukça önemli bir yer tutan esnek çalıştırma biçimlerinin ve taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılmasında kolaylık sağladı.
Krizin Batı Avrupa ülkelerindeki göçmenlere etkileri üzerinden baktığımızda, durumu şöyle özetlememiz mümkün:
1. Avrupa ülkelerinde krizin faturası öncelikle göçmenlere çıkarıldı. Kriz öncesi durumun tersine, göçmenler arasındaki işsizlik yerlilerinkine oranla bir ya da birkaç katına çıktı.
2. Krizle birlikte bu ülkelerdeki göçün yapısında köklü değişmeler oldu. Genç ve bekar erkeklerden oluşan geçici göçmenler, ailelerini yanlarına alıp yerleşik duruma geçtiler.
3. Vasıfsız durumdaki göçmenlere yasal giriş kapıları büyük oranda kapandı ve bunlar yasadışı konumda çok daha zorlu sömürü koşullarında çalışmaya itildi. Dahası, eskiden pek dert edilmeyen yasadışı göç bir suça dönüştürülmeye başlandı.
4. Nitelikli işgücü göçünün sınırlı da olsa önü açılmaya başlandı.
TARİHSEL DENEYİMLER IŞIĞINDA YAŞADIĞIMIZ KRİZE GÖÇMEANLER AÇISINDAN BAKARSAK...
Öncelikle niteliği açısından 1974te yaşanandan daha ağır bir krizle karşı karşıya isek, ödenecek bedellerin daha fazla olacağını söyleyebiliriz. Bu genel saptamadan sonra, daha özel planda baktığımızda, yaşanmakta olan krizin göçmenlere etkileri ile ilgili şu belirlemelerde bulunabiliriz:
1. Göçün konjonktürel rolünün yeniden işlevini göstermesi ve göçmenlerin işten çıkarmalardan en fazla etkilenen kesim olması mümkündür.
2. 1973-74 krizinden farklı olarak, bu sefer Avrupa ülkelerinin, göçmenleri geldikleri ülkelere geri gönderme politikalarının onlara pek bir faydası olmayacaktır. Göçmenlerin önemli bir bölümü vatandaş olduğu ya da süresiz oturum hakkını edindiği için sınır dışı etme eskisi kadar kolay değildir. Fakat yasadışı konumdaki göçmenleri ve iltica başvurusunda bulunanları bu saptamanın dışında tutmak gerekiyor. Ne yazık ki en zayıf kesimler olarak bu iki kategorideki göçmenler, kriz dolayısıyla en fazla yüklenilecekler olabilir.
3. Zaten vanalar haddinden fazla sıkılmış durumda ve sınırlar kapalı tutulmaktadır. Avrupa ülkelerinin göç politikalarında, 1973-74 sonrasında olduğu gibi büyük bir değişiklik olacağını beklemek pek gerçekçi olmaz. Buna karşılık göçe yönelik büyük sınırlamalar getiren ve göçmenlerin hayatını zorlaştıran politikaların daha da sertleşeceğini söylemek mümkündür.
4. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın artması şimdiden görülebilecek bir eğilimdir. Bu eğilimin özellikle krizden en fazla etkilenen kesimlerde yaygınlaşması, tarihsel deneyimlerin gösterdiği bir gerçekliktir. Söz konusu kesimlerin emekçiler olacağı göz önüne alındığında, bu durumun olası mücadele dinamiklerini dinamitleyen bir özelliği olacaktır.
5. Buna karşılık göç kökenli topluluklarda, artan işsizlikle birlikte içe kapanma ve gettolaşma eğilimleri daha da artabilir. Sanılabileceğinin aksine, ne kadar yorucu ve yıpratıcı da olsa, iş yaşamı sadece para kazanmaya olanak sağlamamaktadır. Çalışanlara, kendilerinden etnik ve kültürel açıdan farklı olan, fakat aynı sınıfsal konumu paylaştıkları kişileri tanıma olanağı da vermektedir. Kriz, bu olanağı önemli bir kesim için ortadan kaldırabilir. Bu durum ise pek çok sağlıksız eğilimin boy vereceği bir toprağı hazırlayacaktır.
Bu çerçevede göçmenlerin bir önceki maddede ifade ettiğimiz eğilimlerden bağışık olmadıklarını belirtmek isteriz. Elbette ki ırkçılık ve yabancı düşmanı eğilimler ele alındığında hakim olan olgunun, yani içinde yaşanılan toplumdaki ırkçılık ve yabancı düşmanı eğilimlerin öncelikle eleştirilmesi doğaldır. Fakat bu durum, göç kökenli toplulukların bu eğilimlerden bağışık olduğu anlamına gelmemektedir. Özellikle eskime süreciyle birlikte, göç kökenli toplulukların içerisinde bu yönlü eğilimlerini açık bir tarzda ifade edenleri görmek, ne yazık ki mümkün olmaktadır. Bunların bir bölümü, işi ırkçı ve yabancı düşmanı partilerde kendilerini ifade etmeye kadar vardırmaktadır. Yeni dönemde bu eğilimlerin güçlenebileceğini söylemek sanırız yanlış olmaz.
İşaret ettiğimizin karşıtı olarak güçlenebilecek bir başka eğilim ise içinde yaşanılan toplumun dışladığı kimlikleri ve bu çerçevede kendilerine atfedilen karikatürize edilmiş imajı ham haliyle benimseyip savunma eğilimidir. Bazı göçmenler, bu ham imajı benimsemekle yaşadıkları dışlanma karşısında bir çeşit savunma mekanizması geliştirmektedirler. Fakat iş bununla kalmayabilmekte; sözü edilen göçmenler, geldikleri ülke kaynaklı milliyetçi ve/veya dinci eğilimleri sahiplenmek yoluna da gitmektedir.
NE YAPMALI?
Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok, fakat göğü keşfe var...
Avrupa ülkelerinde yaşayan 3-4 milyonluk Türkiyeli kitlenin önemli bir kesiminin, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız krizin muhtemel etkilerinden en fazla etkilenecekler arasında olması mümkündür. Bu kesimde sanılabileceğinin aksine, içe kapanma eğilimleri zaten var ve ayrıca işaret ettiğimiz diğer hastalıklı eğilimlerin ne yazık ki çok da uzağında değil. Diğer taraftan, krizin faturasını ödememek için toplumsal duyarlılığa ve örgütlenmeye en çok ihtiyaç olmasına rağmen, neredeyse her çeşit örgütlülüğe ilginin en aza indiği ve toplumsal duyarlılığın dibe vurduğu bir dönemde krizi karşılıyoruz.
Fakat deyim yerindeyse, Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Kapitalizmin krizinin faturasını ödememenin tek yolu, yine tarihsel deneyimlerin gösterdiği gibi, tüm çalışanlara eşit haklar öngören bir mücadelenin toplumsal hayatın her alanında yerli ve yabancı denmeden omuz omuza verilmesidir. Dolayısıyla krizin artırabileceği hastalıklı eğilimlerden kurtulmak, daha iyi bir yaşam için verilen ortak mücadelenin getireceği temiz havayı içe çekme olanağını yakalamakla mümkündür.
İBRAHİM SOYSÜREN Hukukçu-Araştırmacı