23 Şubat 2009 01:00

Dünya 50-60 yılda bir karşılaştığı ekonomik kriz karşısındadır. Benzer şekilde ekolojik kriz; kuraklık, iklim dengesizlikleri ile Türkiye’yi etkilemektedir. Birbiri ardına göller ortadan kalkıyor. Ekonomik kriz tarihin ilk krizi olmadığı gibi yalnızca finansal krize de indirgenemiyor. Kriz yapısal olarak çalışanların gelirinin üretim değerinden geri kalmasından yani eksik tüketimden kaynaklanmaktadır. Yatırımlarla artan üretim kapasitesi atıl kalmakta bu da 50-60 yılda bir krizlere neden olmaktadır. Her iki krizin de Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmaz. Daha önceki dönemde dünyadaki yüzde 3-4’ler düzeyindeki faiz oranlarına karşılık Türkiye bazen yüzde 50’lere varan ancak genel olarak yüzde 16’larda dolaşan faizler ödeyerek cari açığını kapatma politikası izledi. Bu politikanın artık sonuna geliniyor.
Krizler aynı zamanda insan ve ülkeler için yaratıcı derslerle de doludur. Yeniliklerin yaratıcısı da olabilirler. 1929 krizinde Türkiye sanayileşme atılımı ile çevre ülkeler arasından sıyrılarak büyük bir atılım yapmıştı. Bu daha sonra devam ettirilemedi ve ülke tekrar merkez ülkelerinin hegemonyasına girdi.
Et, süt, tütün, içki, gübre vb. alanlarda birçok sanayi tesisi özelleştirildi ve yabancı şirketler bu alanlarda oligopol ve oligopson piyasaları yarattılar. Üretici sütünü 40 kuruşa zor satarken tüketici 2 TL’den daha fazla ödemektedir. Tohum yasası çiftçinin kendi tohumunu satmasını yasaklayarak çiftçiyi büyük tohum devleri ile karşı karşıya bırakmıştır. Organik, permakültür ve düşük endüstriyel girdiye dayalı tarım sistemleri yayılamamaktadır. Çiftçi girdi satanlarla ürününü işleyenlerden oluşan makas tarafından ezilmektedir. Endüstriyel tarım ekolojik sistemleri de tahrip etmektedir. Dünya çapında tarımın sera gazlarındaki payı yüzde 20-30 arasındadır.
ABD ve gelişmiş ülkelerde yürütülen tarım politikaları serbest piyasa anlayışından uzak bir şekilde dampingli ürünlerin gelişmekte olan ülkelerin piyasalarını işgal ederek çiftçileri tasfiye etme esasına dayanmaktadır. Pamuk, pirinç, mısır, et, süt ürünleri bunlara örnektir. Bu nedenle bu haksız rekabete engel olunmalı, temel ürünlerimizin tümünde gümrükler düşürülmemeli ve yüksek tutulmalıdır. Süt ve ürünleri, sigara gibi oligopol yapıların kurulduğu alanlarda ya kamu veya kooperatifler eliyle ürün işleme kapasiteleri yaratılarak rekabet sağlanmalıdır. Ekonomik kriz çiftçiyi köyünden çıkmaya zorlamakta ancak kentlerde işsizlik buna imkan vermemektedir. Ekonomik kriz en çok işsizlik şeklinde kendisini göstermektedir.
Ekonomik ve ekolojik krizden çiftçinin çıkabilmesi için endüstriyel tarım sistemi yerine üretici tarafından yönetilen organik, permakültür, düşük endüstriyel girdili sürdürülebilir tarım sistemlerine geçiş zorunludur. Bunun gerçekleşmesi üretici temelli örgütlenmelerden geçer. Ekonomik alanda da doğrudan pazarlama, kooperatif pazarlama seçeneklerinin kullanılması zorunludur. Kentlerde belediyeler ve sivil toplum kuruluşlarının oluşturacağı tüketim kooperatifleri ile de ittifak bu strateji için gereklidir. Aksi takdirde her iki krizin etkisi ile kentler işsiz köylülerle dolacak, kırsal alanlarımız tahrip olacak, göller ve nehirler kurumaya, topraklar tuzlulaşmaya, biyoçeşitlilik yok olmaya devam edecektir.
Ülke çapında dev bir kırsal kalkınma projesi yürürlüğe sokularak çok büyük sayıda işsize iş imkanı yaratılmalıdır. Bu proje çerçevesinde mera ıslahı, öz tüketimi de amaçlayan hayvancılığın geliştirilmesi, köy yolları ve sağlık tesislerinin yapımı, ormanların geliştirilmesi, erozyonla mücadele vb. birçok alanda iş yaratılabilir. Finansmanın bir kısmı ithalata dayalı lüks tüketimi vergilendirerek yapılırsa cari açığın kapatılmasına ve yurt içi üretimin desteklenmesine de yardım edilmiş olur.
TAYFUN ÖZKAYA Prof. Dr. (Ege Ü. Tarım Ekonomisi Bölümü)

EVRENSEL'İNMANŞETİ

İhyanın aslı

İhyanın aslı

Maraş depremlerinin ardından geçen iki yılda ne yiten on binlerce canın hesabı sorulabildi ne de kalanların bir derdine derman olundu. İki yıl sonra iktidar, ”Asrın İhyası” sloganıyla toplumu aldatmaya çalışıyor. Oysa asıl ihya ihaleler, inşaatlar, rezerv alan ilanları, teşvikler, vergi indirimleriyle, depremi gerekçe eden siyasi baskılarla geldi.

Teslim edilen konut sayısı ihtiyacın 3'te biri.

Deprem bölgesinde 'rezerv alan' kılıfıyla halkın evleri, arsaları gasbedildi.

Deprem işçiye yoksulluk, sermayeye 'fırsat' oldu.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
Sezgin Tanrıkulu: "Depremin maliyetini en aza indirmek için her ay vergi veriyoruz. Nereye harcandığını bilmiyoruz"

Evrensel'i Takip Et