12 Şubat 2009 00:00

Sistemin krizinden yararlanmalıyız

Yeni dünya ekonomik krizine giden yolu açan bir politika hakkında aydınlatma yaşanmadan, krizden çıkış yolu bulunamaz.

Paylaş

2. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en derin ekonomik krizin henüz başındayız. Bu kriz bizi, ekonomik büyümenin ve istihdamın yoksuldan alınıp zengine verilmesiyle mümkün olduğuna inandırmaya çalışan bir politikanın ürünüdür. Sermaye trafiğinin önündeki sınırları kaldırmak için her türlü kuralsızlaştırmayı kendisine bayrak edinmiş bir politikanın ürünüdür. Kâra ve servete uygulanan , vergileri durmaksızın düşürüp sıfır noktasına yaklaştıran bir politikanın ürünüdür. Bankaların sattıkları ortaklık hisselerini satmaları durumunda elde ettikleri kazancı vergiden muaf tutan ve yatırım fonlarının kâr oranlarını giderek artırdıkları girişimlerine davetiye çıkaran bir politikanın ürünüdür. Bu politikanın sorumluları da vardır elbette. Ama bugün hiç kimse bu sorumluluğu üstlenmiyor. Özellikle de hükümetin üyeleri, koalisyon partilerinin yetkilileri hiçbir sorumluluk taşımadıklarını iddia ediyorlar. Neoliberalizmin en keskin savaşçıları bir gecede değişip, sermaye piyasalarının yeniden kurallaştırılması, bankaların denetim altına alınması, menajer ücretlerinin sınırlandırılması taleplerinin en keskin savunucuları haline geldiler.
Biz elbette hatalardan ders çıkaranlara hak ettikleri saygıyı göstermeyenlerden değiliz. Sosyal ve siyasal ilerleme, hatalardan ders çıkarmayla mümkün olacaktır. Ancak unutkanlık hastalığının egemen olduğu ortamda ilerleme de beklenemez. Bir buçuk yıl önce devlet yönetiminde neyi hedeflediğini bugün ‘unutan’ siyasi elite de, en fazla bugün çürük kredileri elinde kalmış bankalara duyulacak güven kadar güven duyulabilir. Bugün federal hükümetin yakalandığı unutkanlık hastalığını sineye çekmediğimizi göstermek için buradayız. Çünkü neoliberal düşünce tarzının başlıca özelliklerinde biri, tarihi unutmaktır. Yeni dünya ekonomik krizine giden yolu açan bir politika hakkında aydınlatma yaşanmadan, krizden çıkış yolu bulunamaz.
Bugün yaşadığımız, ekonomik krizin ötesinde bir krizdir. Sistemin bir krizidir, mali piyasa kapitalizminin krizidir. Astronomik boyutlara varan servetlerin biriktirildiği, toplumsal zenginlikleri yaratanların mülksüzleştirildiği bir sistemdir söz konusu olan. İnsanları, bir işte çalışmasına rağmen yoksulluğun pençesine iten bir sistem. İnsanları borç batağına iten, başlarını sokacakları dört duvar ya da ABD’de olduğu gibi özelleştirilmiş eğitim ve sağlık hizmetleri için çektikleri kredileri ödeyemez duruma düşüren bir sistem. Sosyal devlete savaş açmış, rejimin sosyal kurbanlarına karşı otoriter, gözetim altında tutan ve ceza veren devleti silahlandıran bir sistem. Kendi çalışanlarını sürekli gözetleyen, telefonlarını dinleyen tekellerin bu devlete sahip çıkması bizi şaşırtabilir mi? Bu tekellerin biri, bugün kamu malı olan ve özelleştirilecek olan Alman Demiryolları’dır. Yaşadıklarımız demokrasi ve insan haklarının altının oyulmasından, suç işlenmesinden başka bir şey değildir.
Başbakan Angela Merkel, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ile birlikte 8 Ocak 2009’da gerçekleştirdiği bir ortak konferansta, Alman hükümetinin görevinin ‘piyasa ekonomisine’ güveni yeniden tesis etmek olduğunu açıklamıştı. Oysa kuralsızlaştırılmış mali piyasalara duyulan ‘güven’, sermaye piyasasına endekslenmiş emeklilik sistemlerinin üstünlüğüne duyulan ‘güven’ ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine duyulan ‘güven’, mali piyasa ekonomisinin sistemsel tehlikelerine karşı sergilenen körlüğün kaynağı olmuştur. İşletmelerin hissedarı olma sistemine, sınırlarından azat edilmiş piyasaların yönettiği sisteme ‘güven duyanlar’ bugün kaybetmiştir.
Başta Irak ve Afganistan olmak üzere, dünyada her yıl savaşlara devasa kaynaklar ayrılıyor. Silahlanma harcamalarını gösteren yıllık raporlar, her yıl silahlanma alanında yeni rekorlar kırıldığını gösteriyor. Buna karşılık küresel açlıkla mücadele için parasızlık gerekçesiyle kaynak ayrılamıyor. Aynı şekilde, küresel ısınma konusunda karşı karşıya olduğumuz yıkıcı tehlikenin boyutlarıyla yapılan iyi niyet açıklamaları arasında da derin bir uçurumla karşı karşıyayız. Kavramların önüne ‘sürdürülebilir’ sıfatını koyup, ardından somut konularda izlenen politikalarda ısrar etme, bugün insanlıkla alay etmenin en yaygın örneği durumuna geldi. Artık bundan bıktık ve daha fazla sineye çekmek istemiyoruz.
Günümüzde egemen politika, krizden çıkış için, işletmelerin ve ekonominin demokratikleştirilmesi gibi alternatif ekonomik ve toplumsal çözüm yollarına başvurmaya yanaşmıyor. Tersine, sadece Almanya’da değil, dünyanın dört bir köşesinde demokrasinin altı oyuluyor. Gerçi biçimsel olarak, bağımsız kurumların erkler ayrılığına dayalı demokratik-parlamenter hukuk devletinde yaşıyoruz. Ama siyasal gerçeklik farklı: Bu kurumların demokratik içeriği her gün daha fazla şüphe götürür bir hal alıyor. Örneğin krize karşı kararlaştırılan kurtarma paketindeki 480 milyar avronun nasıl dağıtıldığını kim denetliyor? Federal Meclis’teki milletvekillerinin denetlemediği kesin. Almanya’daki ABD üslerinin Irak savaşında kullanılması konusunda Federal Hükümeti kim denetledi? Ya da hukuk dışı bir şekilde CIA tarafından tutuklanmış insanların doldurulduğu uçaklara Alman hava sahanlığını kullanma izni veren hükümetin bu kararını kim denetledi? Bu sorulara bugün hâlâ bir yanıt verilmiş değil. Seçim öncesinde verdiği vaatlerin mütemadiyen hatırlatılmak istenmediğini söyleyen siyasetçinin adını hatırlıyor muyuz?
Son dönemlerde yaşadığımız seçimler, cumhuriyetin giderek daha fazla seyirci demokrasisine dönüştüğünü gösteriyor. Bu demokraside seyirciler, giderek daha fazla rasyonel davranıyorlar ve seçim vaatlerine inanmayıp oy kullanmıyorlar. Ancak bu tarz bir ‘rasyonallik’ de bizim kabullenebileceğimiz bir durum olarak görülmemelidir. Bunun nedeni, bu tavrın bir değişikliğe yol açmamasında yatmıyor. Tersine, her türlü değişiklik aleyhimize oluyor. Bu durumu kabullenmemizi gerektiren asıl nedeni, esas olarak Almanya’nın tarihi gösteriyor. Sistemin derin krizinden çıkış adına gösterilen sağ çözüm önerilerinin ne denli tehlikeli olduğunu defalarca gördük. Bugün bu tehlikenin önü alınmak zorundadır. Diğer bir deyişle, seyirci demokrasisinden kurtulmamız gerekiyor. Krize sosyal çözümler üretebilmek için katılım, çaba ve en geniş kesimleri harekete geçirmek gerekiyor. Her ortamda öne çıkmamız, kavramlar ve içerikler uğruna mücadeleyi kazanmamız, alternatif çözüm önerileri için kavga etmemiz gerekiyor.
(Junge Welt, 9 Şubat) Çeviren: Mehmet Çallı
HORST SCHMİTTHENNER IG Metall Sendikası Yürütme Kurulu üyesi
ÖNCEKİ HABER

Maliki’nin seçim zaferi

SONRAKİ HABER

İhmal yine can aldı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa