10 Şubat 2009 01:00
Termik santraller ve çevresel etkileri
Hızla gelişen, kentleşen, sanayileşen ve nüfusu artan dünyada, bu gelişime paralel olarak enerji ihtiyacı da hızla artmaktadır. Dünya nüfusunun yüzde 20lik bir kısmını oluşturan gelişmiş ülkeler, sürdürülebilir kalkınma anlayışını, daha fazla üretim-daha fazla ekonomik güç olarak algılamakta ve bu neoliberal politikalarını sürdürmeye devam etmektedirler. Gelişmekte olan yaklaşık 5 milyarlık nüfus ise toplam enerjinin sadece kalan yüzde 40lık kısmını kullanmaktadır. Buradaki en önemli sorun, dünyadaki enerji kaynaklarına olan ihtiyacın yaklaşık yüzde 90ının fosil yakıtlardan karşılanmasıdır.
Ülkemizde de enerji ihtiyacının yüzde 80.2si doğal gaz, fuel oil ve kömürle çalışan termik santrallerden, yüzde 19.6sı hidroelektrik santrallerden ve yüzde 0.02lik bir kısmı da güneş enerjisinden karşılanmaktadır (IEA, 2004). Özellikle son yıllarda kullanılmaya başlanan jeotermal enerjinin enerji kullanımı içindeki payı yok denecek kadar azdır. Tüm bu verilere bakıldığında, Türkiyenin enerji politikasının termik santraller üzerine kurulduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Bilindiği üzere termik santraller, katı, sıvı ve gaz halindeki yakıtlarda var olan kimyasal enerjiyi ısı enerjisine, ısı enerjisini hareket (kinetik enerji) enerjisine, hareket enerjisini de elektrik enerjisine dönüştüren tesislerdir. Ancak termik santraller, linyit kömürünün çıkarılmasından yakılan kömürün oluşturduğu külün depolanmasına kadar geçen birbirine bağımlı birçok prosesle çevrelerinde önemli çevre kirliliği oluşturdukları gibi, bu kirlilikten insan, hayvan ve bitkiler de olumsuz etkilenmektedir. Türkiyenin en fazla fosil kaynaklı yakıtı linyit olup, Afşin-Elbistan bölgesi Türkiyenin en büyük linyit rezervine sahip bölgelerinden biridir. Ancak linyit kömürü, düşük kaliteli ve yüksek derecede kirliliğe yol açan yakıt kaynağıdır. Linyit kömürünün kullanımı ile soluduğumuz havaya yüksek miktarda karbondioksit (CO2), kükürtdioksit (SO2), azot oksitler (NOx), ozon (O3), hidrokarbonlar ve kül karışmaktadır. SO2 ve NOx gazları asit yağmurları oluşturarak toprağı, yeraltı ve yerüstü sularını kirletirler.
Ayrıca asit yağmurları, bitkilerin yapraklarına düşer ve yaprakların stomalarına girerek yaprağın su dengesini sağlayan stoplazmanın asitleşmesine neden olurlar. Bunun sonucunda yaprak sıvı kaybeder ve kısa sürede ölebilir. Bu şekilde bitkilerin hastalıklara dayanıklılığı azaldığından, zararlı böceklere karşı savunmasız kalır ve işlevlerini yerine getiremezler. Eğer herhangi bir filtre kullanılmazsa 100 MW gücünde kömürle çalışan termik santral, yılda 45 bin ton kükürtdioksit, 26 bin ton azot oksit, 32 bin 500 ton katı partiküler madde ve 5 bin 660 ton külü atmosfere verir; atmosferik olaylara göre bu gazlar ve maddeler çeşitli bölgelere yayılarak, canlı varlığını tehlikeye sokar, toprağı verimsizleştirir ve bitkiler üzerinde olumsuz etkilerde bulunurlar.
Ayrıca termik santrallerin işlevini yerine getirebilmesi için tonlarca su kullanması gerekir. Kullandıkları soğutma sularını deşarj ettikleri su ortamındaki normal sıcaklık derecesi zamanla yükselerek, termik santral kurulmadan önceki doğal halinden farklı yeni bir sıcaklık dengesi oluşturur. Sıcaklık, sulardaki canlılar ve canlı metabolizması üzerinde hızlandırıcı, katalizleyici, kısıtlayıcı, dondurucu ve öldürücü etkilerde bulunur. Bunun yanında bir diğer sorun da, küllerin depolandığı alanda oluşan radon gazı, havaya karışarak kısa bir sürede polonyuma ve aktif kurşuna dönüşebilmektedir. Bu nedenle kül yığınları çevreye radyoaktivite yayabilir. Termik santralin olumsuz etkilerini azaltmak için desülfürizasyon ünitesi ile elektrostatik filtreler kullanılabilmektedir, ancak bu iki yöntem, sadece kükürtdioksit ve partiküler maddenin yarattığı kirliliği önlemeye yöneliktir ve kömürle çalışan termik santrallerin diğer atıklarını filtre etmez. Buradaki bir diğer düşündürücü konu da desülfürizasyon ünitesinin kurulum maliyetinin, termik santral kurulum maliyetiyle neredeyse aynı olmasıdır.
Sonuç olarak ekonomik çıkarların ekolojik değerlere üstün geldiği dünyada, hızla tükenen ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan doğal kaynaklarımız, gelecek nesillere yaşanılabilir bir dünya bırakma zorunluluğumuzu riske etmektedir. İvedilikle, sürdürülebilir bir enerji politikasının üretilmesi ve uygulanmaya konması gerekir. Doğal kaynaklar üzerindeki baskıları azaltmak için alternatif enerji kaynaklarına, yani hiç atık üretmeyen ve insan sağlığı için tehdit oluşturmayan güneş, rüzgar ve jeotermal enerjiye geçiş yapılması gerekmektedir. Ancak bu geçişten önce, üretilen enerjiden sızıntı, kaçak vb. sebeplerle yüzde 25lere varan oranda kaybolan enerjinin kazanımı sağlanmalıdır.
Sadece bu kayıp ve kaçak enerji kaybının yarıya düşürülmesi, ülke ekonomisinin milyarlarca dolar kâr etmesini sağlayacaktır. İnsana uyumlu çevre yaratılması fikrinin insanla birlikte çevre fikriyle yer değiştirmesini sağlamak ve bunun için ülkesel ölçekte çalışmalar yapılması, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarıyla bu çalışmaların desteklenmesi sağlanmalıdır. İnsanoğlu için bir vazgeçilmez olan enerjinin elde edilmesi, şekli, usulü ve kullanımı bağlamında, konusunda uzman kişilerle el ele çalışılması gerekmekte; toplumumuzun da bu enerjiyi tüketmesi esnasında gerekli olan miktarda kullanımı alışkanlık edinmesi sağlanmalıdır. Böylelikle insanoğluna, nesilden nesile taşınması için ödünç bırakılan su, toprak, hava gibi doğal kaynaklarımızın sürdürülebilir kullanımı sağlanacaktır.
SERDAR SELİM - Peyzaj Mimarı (Muğla Ü. Öğretim Görevlisi)
Evrensel'i Takip Et