10 Aralık 2008 00:00

C.Tuncer ve F.M.Amaç


Zamanında her biri birer değer olan insanlarımızı öldükten bir süre sonra unutuyoruz. Yahut da adet yerini bulsun diye geçiştiriyoruz. Uğur Mumcu, Şükran Kurdakul, Asım Bezirci, Metin Göktepe ve birkaç kişinin dışında çoğunluk toprak altına girince unutuluyor. İşte Çetin ve Aydın Emeç’ler, Ecvet Güresin’ler, Oktay Kurtböke’ler, Zihni Anadol’lar, Abidin Nesimi’ler, Hüseyin Avni Şanda’lar ve diğer yüzlercesi… Türk futbol tarihinin en büyük iki isminden biri olan Metin Oktay bile unutulmadı mı?
Bugün Hasan İzzettin Dinamo adlı bir devi, Güngör Gençay gibi dostlarım gündeme getirmese, kimse sözünü etmeyecek…
Günümüzün ünlü gençleri, orta yaşlıları ileride yaşlanacak bir gün ölecekler. Adım gibi eminim ileride bir şey kalmayacak onlardan. Kitapları bile… Çünkü bir kitabın ömrü 150 yılmış, sonra çürüyormuş. CD’yi falan boşverin, onların da ömrü 15-20 yılmış…
Yayıncılık dönemimde iki dostum vardı: Cengiz Tuncer ve Faik Muzaffer Amaç. İkisi de kendi dallarında, o dönemlerin en çarpıcı adlarıydı.
Cengiz Tuncer
Cengiz Tuncer’i ‘Hacizli Toprak’ romanıyla tanımıştım. Daha sonra Son Posta, Gece Postası ve dönemin en ünlü gazetesi Akşam’da birlikte olmuştuk.
Yayıncılık dönemimde de birlikteydik. Cengiz Ağabey bir ara film yönetmenliğine başladı. ‘Tabancamın Sapını Gülle Donatacağım’ başlıklı bir filme adını koydu. Arkasından ‘Sevmek Seni’ adlı bir başka filme başladı. Selma Güneri ile unutmadıysam Yusuf Sezgin oynuyordu başrolleri. Bu filmde zaman zaman birlikte çalıştık. Yedikule’deki İmrahor Camii yıkıntıları içinde çekilen sahneyi unutamam… Bilge Karasu, bir İstanbul’a geldiğimde beni bu camiye götürmüştü. Yıkıntıydı, içinde atlar dolaşıyordu. Ama ‘Ahı gitmiş, vahı kalmış’ bir yapı olmasına karşın yine de görkemli bir yapıydı. Bilge Karasu’nun söylediklerine ben de bir şeyler katarak anlattım
C. Tuncer’e. O gece senaryoda bir mekanı değiştirdi. İmrahor Camisini koydu. Çok güzel görüntüler çıkmıştı ortaya. Neredeyse film sinemalarda oynamaya başlamadan ben ‘Sevmek Seni’nin senaryosunu yayınlamıştım, Habora Yayınları’nda…
Öylesine güzel, öylesine çok anılarımız olmuştu ki, Cengiz Tuncer’le. Nişantaşı’ndaki evlerinde onu ve eşi Neriman ablayı az mı kızdırdım… Cengiz Tuncel’i unutamam, hele ‘Hacizli Toprak’ı asla…
Faik Muzaffer Amaç
Bir gün miniminnacık bir adam geldi yayınevime. ‘Ben, Faik Muzaffer Amaç,’ diye tanıttı kendisini. Tanıyordum, çünkü tanımamak elde değildi. Bir Doğu Anadolu kentinde öğretmenlik yaparken pasaport almak istemişti. Vermemişlerdi, vatanın milletin dibine dinamit koymasından kuşkulandıkları için. Onun da tepesi atmış Hukuk Fakültesi’ni bitirip avukat olmuştu. Zamanın İçişleri Bakanı’nın da aleyhine dava açmıştı… Ve kazandı. İçişleri Bakanlığı da general general pasaport vermeyi kabullenmişti. ‘Hass,’ demiş Faik Muzaffer, almamıştı pasaportu… Yayınevime bu olayları anlatan ‘Milli Emniyet dosyası’ başlıklı kitabını vermişti, basılmak üzere. Yayınladım…
12 Mart döneminin aslan askerleri çok bozuluyordu ona. Çünkü o, 12 Mart mahkemeleri önünde gençleri savunuyordu. O duruşmalarda öylesine olaylar oluyordu ki. Hele bir ‘Sanıkların çişlerinin gelmesi’ öyküsü vardı ki, epeyce yankı uyandırmıştı ve yine aklımda kaldığı kadarıyla ülkeyi kurtaracaklarını sanıp da işi kakaya sardıran omuzu kalabalıklar mahkeme heyetini değiştirmek zorunda kalmışlardı…
Sık sık gelirdi yayınevime. Müşür Kaya Canpolat, Orhan Apaydın, Muvaffak Şeref’in yanında avukatlığımı yapmıştı. Ve bir duruşmada, yargıcının dilinin sürçmesini dile getirerek benim aklanmamı sağlamıştı…
Sonra Taşlıtarla’ya yerleşti (Gazi Osman Paşa) F.M.Amaç. Bir oda, odanın içinde mutfak ve tuvaletten oluşan bir gecekondu. Halk yiyeceğini, içeceğini veriyordu. O da, tek kuruş almadan onların mahkemelerdeki, kamu kuruluşlarındaki tüm işlerini hallediyordu.
Ve bir gün öldü. Üyesi olduğu İstanbul Barosu bile 5-10 gün sonra duyup da ilan verdi, gazetelere. Ama cenazesini 20 bin Taşlıtarlalı kaldırmış. Onlar unutmamışlardı. Bu az şey mi?
Yılar geçti aradan. Ama bu iki can dostumu da unutamıyorum…
Bülent Habora

Evrensel'i Takip Et