16 Kasım 2008 00:00

‘zenciler birbirine benzemez’


Attila İlhan’ın romanlarından birinin adı ‘Zenciler Birbirine Benzemez’dir (1957). Attila’nın tüm yapıtları gibi İş Kültür Yayınları arasında yer alan bu roman, “küçük burjuvadan çok işçiye yakın” bir sınıftan Mehmet Ali’nin “soğuk savaş” yıllarında yaşadığı iç çatışmaları konu alır. Aynı yıllarda (1952 ve 1960 arasında) Kenyalı direnişçilerin Britanya sömürgeci yönetimine karşı sürdürdüğü ayaklanma, Mau Mau İsyanı olarak adlandırılır. Bu isyan, askeri açıdan başarısız olmasına rağmen Kenya’nın bağımsızlık sürecini hızlandırdı. Ercüment Behzat Lav, onlar için yazdığı kitap Mau Mau’yu 1962’de yayımladı.
O romanın yayınlandığı günlerde Afrika’daki başkaldırıların ‘yamyam ayaklanması’ olarak nitelendiğini, Kongo’daki bağımsızlık savaşçıları aleyhine yazılanları anımsayan var mı? Öldürülen Lumumba’yı?.. O yıllarda Kongo’da olan Hıfzı Topuz’un ‘Kara Çığlık’ı (Remzi Kitabevi) bu konudaki en iyi kaynaklardan biridir.
Dünyada zenci/negro sözü kölelik dönemini anımsattığından yasaklandı. Onlara ‘Afro’ ekiyle sesleniliyor. Oysa bu topraklar için zenci tanımı çok yeni... Bizim insanımız ‘Arap’ diye niteler kara deriliyi. Arap soyundan olup da rengi kara olmayanını da ‘Ak Arap’ diye adlandırır. Köle düzeninin geçerli olduğu yıllarda Afrika’dan birbirine benzemez kara derililer, Kafkasya’dan birbirinden güzel nice sarışın gelmiş. Erkeklerin çoğu erkekliklerinden edilip getirilmiş. ‘Ak Ağalar’, ‘Hadım Ağalar’ gün gelmiş gizli açık karışmışlar devlet yönetimine. Hayatlarının, sakatlanmalarının öcünü almışlar... Paşa olanı, sadrazam olanı az değil.
Afrikalıların kadınlarıysa hiç şanslı değil. Ev hizmetlerinde kullanılmışlar. Gövdelerine uzananlar, onlar çocuğa kalınca kapı önüne bırakmışlar... Bir sevgi ve heykel ustası olan Kuzgun Acar’ın annesinin yaşamında böyle bir acı vardır. Tam adıyla Abdülahet Kuzgun Çetin Acar, 1928’de İstanbul’da doğdu. Libya’dan İstanbul’a getirilmiş bir Habeş olan Zehra Hanım’ın oğlu. Yoksulluğu tüm zorluklarıyla yaşadı. Dünya görüşünü şekillendiren budur. Bu yüzden “Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır” der.
Sinemamızın, sahnelerimizin Afrika kökenlileri de da az değildir. Dursune Şirin ile Esmeray’ın yanında kara derili ünlü baletimiz, mankenlerimiz de oldu.
Çoğumuz için ‘Arap bacı’larla aynı evde yaşamak varlıklılık alametidir. Oysa galiba esirliğin kalkışıyla ortada kalan bu insanlar, emektar olarak eski kapılarında yaşamayı seçmişlerdir. Sevgi dolu ve biraz fazla saftırlar. Ahmet Rasim’in anılarında ‘Kara Annem’ diye andığı böyle bir dadısı vardır. Çoğu yazar da ortaoyununda olduğu gibi bu kadıncıkları bir gülmece ögesi olarak kullanır. Sami Paşazade Sezai’nin Taaşşuk-i Talât ve Fitnat’ında (Talat ve Fitnat’ın Aşkı) böyle bir ‘Arap Dadı Ayşe Kadın’ vardır. Gülünen yalnızca onun konuşma biçimine değil dünyayı algılayışınadır:
“(...) âlem nasıl yapar, biz de oyle yapar. Sen feraceyi al, ben de baş ortisi (baş örtüsü) alır, bugun bir mahalle, yarın bir mahalle gezer, gorur. Kız bagandı (beğendi) alır.”
Bir evin emektarı olarak yaşayan bacılar, kendilerini evin yaşayışına uydurmaya çalışırlar. ‘Şıpsevdi’ romanının aşçı Zarafet’i evin hanımları gibi alafrangalığı yanlış yorumlayıp çapkınlığa kalkışınca aslında trajik olan komik bir duruma düşer.
Özgür bırakılan Arap bacılar, İstanbul’da uzun süre dolmacılık yaparak, dolma satarak geçinmişler. Bu geçim yolu epey yaygın olmalı ki, bir zamanların ‘Kabakçı Arap’ şarkılarında dile getirilir:
“Dingala kadın dolma sarar
Seni severim
Dingala kadın dolma ister
Seni döverim.”
Bacıların emeklerini hesaplamadan sattıkları lezzetli dolmalar nedense hep aşçılık yaptıkları evlerden pirinç ve yağ aşırdıklarına yorulmuş. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘Menekşe Kalfa’nın Müdafaası’nda böyle bir ima da vardır, kölelerin yaşadıkları evin suyuna gitmeleri de, yakınılan huylarının çevreyle etkileşimden kaynaklandığı da:
“Arap Menekşe Kadın, on dört yıl önce evimizde aşçı idi. Bir gün hışımla büromdan içeri girerek, İkdam gazetesi sohbet yazarının son makalesinde yazmış olduğu; ‘Söyleyin bana bakayım, şu Menekşe Kalfa’nın medeniyetle bağıntısı nedir? Dünyanın ilerlemesine patlıcan kızartmaktan başka kaç paralık hizmet etmiştir?’ cümlesini okuyunca, soluğu bizim evde almıştı. ‘Al bakalım şunu oku… Bu ne kapazelik ayol? Bu gazeteciler benden ne isteyo? Şimdi bunun cevabını yazacaksın, yoksa sana emeklerim helâlühoş olmasın...’ diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Komşulardan meseleyi anlamaya gelen yaşlı bir hanım, olayı dinleyince; ‘Sen bu işi bedava mı yaptıracaksın? Hayatta olmaz...’ dedi. Menekşe buna karşılık ‘Fakirim ama gönlüm zengindir. Ne isterseniz evimi satar veririm’ demesin mi?
Yaşlı kadın gayet ciddi; ‘Evini satmaya gerek yok, bize turfanda patlıcan dolması pişirir misin’ diye sordu.
Devir savaş ve kıtlık devri. Patlıcanın bey olduğu zamanlar. Menekşe Kadın ‘Başım üstüne’ demez mi?!
Menekşe’ye pek kıymamak için avukatlık ücretini yirmi patlıcan dolmasına kesiştik.
Ben de aşağıdaki müdafaayı yazdım:
‘Biz zencilerin kabiliyetindeki çalışma, bulunduğumuz memleketin medeniyetiyle orantılı olarak gelişiyor. Amerika’da meşhur artist Çikolata, Fransa’da avukat Prens Unanıla… gibi. Türkiye’ye gelince acaba bulunmadığımız bir alan var mıdır? Saray entrikalarına bulaşmamış kaç hadım ağası vardır?.. Çocuklarınızın dadısı kimdir?.. Arap aşçılar hırsız olur derler. Ama söyleyiniz, kim değil? Rızkına razı olan kimse var mı? Esnaf müşteriden çalar, müşteri, kazancını artıracak helal haram yolları bulur. Her insan akılca kendisinden bir gömlek aşağısını görünce kandırır, birbirini soyar, bu böyle gider… Bunun adına yeni felsefede hayat mücadelesi derler…’”
Eski Afrikalı kadın kölelerin İstanbul’da para kazandıkları bir iş de bugün unutulmuş ‘tütsü’ tedavisiydi. Bu tedaviyi uygulayan uzmanlar, Kasımpaşa-Dolapdere arasında küçücük kulübelerde yaşarlardı. Kölenin dokunulmazlığını sağlayan ‘babası tutmak’la , animist geleneğin ‘cinlerle konuşması’nı sürdürüyorlardı. Malik Aksel, İstanbul’da zencilerin yılın belirli bir gününde ‘çoğunlukla Veliefendi, Bayrampaşa, Çırpıcı, Kağıthane ve Üsküdar’da Çilehane’ semtlerinde toplandıklarını, bir tür ayin olan bu toplantılara halk arasında ‘Arap Bayramı’ dendiğini yazar. Bu bayramı Leyla Saz da anar.
İstanbul’un unutulan bir folklor ögesi de Kabakçı Araplardır. Münir Süleyman Çapanoğlu’na göre Kabakçı Arapların çaldıkları alet, ‘içi boş bir bal kabağına, uzun bir sap geçirilmiş, üzerine üç dört tel takılmış bir saz’dır. Adı da Bodengo. Malik Aksel de ‘kabak çalanın başında bir tilki kuyruğu vardır’ diye ekler. Kabakçı Araplar yaz aylarında Boğaziçi köylerinde dolaşır, çarliston müziğine benzer bir havayla bir şeyler okurlarmış.
Sayıları bugün için 3 milyon olduğu sanılan Afrika kökenli yurttaşlarımız özellikle Ege ve Marmara bölgesi’nde yaşıyor. Onların İzmir’deki yaşamlarından ilk söz eden Reşat Nuri Güntekin’dir. Halid Ziya Uşaklıgil de İzmir Hikayeleri”nde ‘dana bayramı’na değinir. Konuyu bilimsel olarak Pertev Naili Boratav irdeler. Bugün Ege’de yaşayan Afrika kökenlilerin bir örgütü, bir de sözcüleri var: Mermer ustası Mustafa Olpak. Ailesi, 1890 ila 1895 yılları arasında, bugünkü adıyla Mombasan olarak bilinen Köle Sahili’nden kaçırılarak Anadolu’ya getirilmiş. Kökenine olan ilgisini ‘Arap Kadın Kemale’ ve ‘Köle/Kenya-Girit-İstanbul Kıyısından İstanbul Biyografileri’ adlı iki kitaba dönüştüren Olpak, Osmanlı köle ticaretinin, 1847-1857 fermanlarıyla bile bütünüyle engellenemediğini söylüyor. Türkiye’de yaşayan Afrika kökenli halka, 1936 yılındaki nüfus kanunu ile kimlik verilmiş. Ancak köleliğin inceltilmiş hali olan ‘Evlatlık Yasası’ ise 1964 yılına kadar uygulamada kalmış.
Bilirsiniz, Amerika kıtası’na toprak işlemek için getirilen Afrikalı kölelerin hakları önce edebiyatla savunulmuştu. Sonra bunun için savaşıldı. Tom Amca romanını yazan saygıdeğerdir ama Afro-Amerikalılar, düzenle ve egemenlerle uyuşanlara Tom Amca derler.
Bilmiyorum şimdi Beyaz Saray’da bir Tom Amca mı var; yoksa Tom Amca’yı bile özletecek biri mi!.. Ercüment Behzat Lav’ın dizeleriyle mi vaaz edecek bize:
“Hak taâlâ hazretleri/Karaları sınamak için yarattı/Beyaz Efendileri!..”
Sennur Sezer

Evrensel'i Takip Et