‘Böylesi derin bir acıyı yalnız yaşamalarını istemedik’
Uzun yıllar ayaklarımız Sivas’a doğru yönelmedi 2 Temmuz günü Sivas’a gitmek zorunda kaldığımız günlerde dahi. 2 Temmuz anma yürüyüşü bittiği andan itibaren kaçıp gitmek istedim bu bizi istemeyen ilden. Nedeni korku, ölüm değildi, bu farklı bir durumdu. ‘Toprak’ dediğin yerler yabancılaşmıştı sana belki de sen de bu toprakların yabancısıydın artık kim bilir?
2 Temmuz 2011yılı Anma Etkinlik Komitesinin yargılanmasına karar verilmişti. Kararın uygulanma tarihi olan gün elbette bütün Demokratik Alevi Örgütleri Sivas’ta olmalıydı. Öyle de yaptık. Buz üzerinde dans eden bir araba ile hiç gözümüzü kırpmadan girdik şehre.
Ben bu şehrin hep yakan tarafını bilirim; temmuz ayının yakan sıcağına ocak ayının yakan, kavuran soğuğu eklenmişti ve soğuk da yakıyordu. Nefes donarken girdik şehrin merkezine. İçimizi ısıtmak üzere içtiğimiz çorba belki midemizi bulandırdı, ama ben bu şehirde bu mide bulantısını çok sık yaşarım ve kurtuluşu adeta farklı bir şehir diye gördüğüm Alibaba’ya atmada bulurum. Bu sefer uğrayamadık Alibaba’ya. Bizi Eğitim Sen’de canlar bekliyordu, gidip kısa bir muhabbetin ardından düştük yola.
Bir yere gidiyorduk, neresiydi. Aslında ayağım gittiğim yeri biliyordu ama zihnim bu haliyle hiç mi hiç anımsamıyordu Madımak Otelini. Zaten Madımak Oteli de artık yerinde yoktu.
Yenilenen otelle hafıza, geçmiş, mazimiz silinmişti. Ama program öyle idi.
Elimizde çiçeklerimizle gittik bu, bize ve en önemlisi 1993 tarihine yabancılaşan yere. Açıklamadan sonra, ellerimizdeki karanfillerimizi bırakıp uzaklaştık yeni görüntüsüne asla alışamayacağımız otelden.
Yeniydi bina, adeta derisi soyulmuştu ama fark etmeseler de biraz tırnakla boyası kazınsa altında vahşi bir katliamın izleri sinmiş duruyordu. İzler durmuyordu sadece, kent de aynı şeyleri yapmak üzere bakıyordu adeta.
Mahkeme salonunu doldurduk katılımcı örgütler, Sivas’tan destekleyen kurumlarla birlikte. Bütün katılımcı örgütler üst düzeyle temsil ediliyordu ve “Suçlu varsa, öyle bir karar verilecekse hepimizi yargılayın, katılan 50 bin kişiyi” dercesine dimdikti.
Teker teker ifadesi alınan komite aslında 2 Temmuz 1993 yılının değil onun önüne sürülen acıların ve yorgunluğun izlerini ne yazık ki yüzlerinde taşıyordu.
Bir devlet için ne kötü bir maziydi bu, vatandaşlarının çok büyük bölümü alacaklı göçüp gidiyordu yaşamdan ve bu gidişe dur diyen ne yazık ki yoktu.
Mahkeme yaklaşık 2 saat sürdü ve elbette ki bir başka tarihte Sivas’ı bizlere göstermek istedikleri için ertelendi, salonu boşalttık ve yola koyulduk, Ankara’dan geldiğimiz 18 kişilik minibüse 24 kişi binerek.
Bu otobüsle hızla gara gidip, yol arkadaşlarımızdan orada ayrılarak uzun bir yeni yolculuğa başladık. Otobüsümüz Malatya’ya yola çıkmak üzere biz 10 kişiyi bekliyordu. Buz, kar, tipi ve koca otobüste 14 kişi koyulduk yola.
Buzda dans yapmayı televizyondan çok özel kıyafetler, uygun çiftler ve müthiş bir estetikle binlerce kez seyretmeme rağmen bu başka bir şeydi. Direksiyonu kaptan tutuyordu ancak, direksiyon verilen talimata ne kadar uyuyordu onu çok anlayamadım. Bizim yörelerde çok kullanılır aynı onun gibi otobüs adeta gaybete gidiyordu. Tanıdık ilçelerdi çoğu ama ne mümkündü kafamızı uzatıp da havasını koklamak.
Kaptanın o bölgenin insanı olması ve otobüsün yolunu bilmesi bizi Malatya’ya ulaştırdı.
Yol elbette bitmiyordu biz de alışmıştık adeta buz üzerinde ki bu dansa ver elini Diyarbekir.
Sakinlemişti hava; esen, savuran, tozlarını, dumanını yüzümüze çalan hiddeti sinmişti ama o arada bizler de İsrafil’in sayesinde biraz içimizi ısıttık, çay vs.
Diyarbakır’a geldiğimizde bir grup arkadaşımız da otele gelmişti ertesi güne ait ufak bir organizasyondan sonra sabah 5’te buluşmak üzere yaklaşık 4-5 saatlik ara verdik yola ve buza.
Sabah saat 5’te 2 minibüs yola koyulduk son durak Ortasu köyüne idi. Bu ilk buluşmaydı.
Yol uzundu, dağlar vardı etrafımızda 30 senenin kaderini çizen dağlar. Anaların evlatlarını bazen koruyan bazen de açığa çıkaran dağlar. Gençleri toprak yapan dağlar.
Sessizdi, susmuştu, belki uykuda idi, belki pusudaydı. Ama hangi koşulda olursa olsun yılları anımsamanın ürpertisi de vardı. Ne çok ev içine ateş düşmüştü buralarda, ne tarihler yazılmıştı, kimler yanıltılmıştı, kimler için pusu vardı düşünmeden edemedim.
Yol çok uzundu 6-7 saatlik bir yolculuktu Ortasu köyüne ulaşmak.
Bir terk edilmişlik vardı, uyuyanlar ve uyananlar vardı, koku vardı buralarda, hicran, hasret, ayrılık kokusu vardı.
Topraklar çatlaktı yağmur ve kara rağmen.
Güzergah üzerindeki her yerden geçerken ilkokul anılarım geldi geçti gözümün önünden, çocukluğumda ki cezalandırmalar geldi geçti., “Şunu yaparsan, şuna sahip olamazsın, böyle görünürsen bunu alamazsın” gibi binlerce tehdit. İşte bu yerler öyle olmuştu adeta. Asla bunun tek sorumlusu “şudur budur” diyemeyeceğim ama devletin vatandaşına karşı sorumluluğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
İl yapmıştı, tabela asmıştı buralara, ama “Bu koşullarda nasıl yaşanırın” yanıtı yoktu adeta.
Bırakılmışlık ve terk edilmişlik vardı, havada kokan koku, esen rüzgar Orhan Veli’nin yalnızlık şiirini yazmıştı elektrik tellerine ve yayılıyordu bu şiir dağlardan, tepelerden ta sınırlara.
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
insan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler”.
Saatler ilerledi yol bitmiyordu ve en sonunda gelindi acının köyüne, asıl orada sessiz bir bekleyiş vardı. Yol, su, elektrik belki hiçbiri o an için önemli değildi, derin bir sessizlik vardı.
Arabaların sesi yardı sessizliği belki korku verdi, belki de sevinç.
Korku ve sevincin yüze yansımasını birkaç kez yakalamıştım kendi yüzümde de. Bırakmak istediğim ama elimi yakan bir ateş ve sarılıp her şeyden arınarak eridiğim bir beden.
Taziye için köyün camisini hazırlamışlardı. Kapıda bekleyen herkesin elini sıkıp başsağlığı dileyerek sıra sıra içeriye girdik.
İçerisi doluydu, kapının girişinde erkekler yörenin alışılmış kıyafeti ile diğer yarısı da kadınlar matemin rengi siyah elbiseleriyle... Kadınların olduğu duvara gözüm iliştiğinde 2 Temmuzu bir kez daha en acı haliyle yaşadım. İşte bu resim tam da 2 Temmuz 1993’tü. Gençti resimdekiler, çocuktu, gözleri Koray’ın hiç unutamadığım bir toplantıda masada karşı karşıya oturduğumuzda bakan gözleriydi.
Ya kadınlar onlar da bizim gibiydi yalnızlık ve çaresizlik vardı.
Dönüşü olmayan bir yola yollanan evlat acısıyla kavrulan, yürekleri kanayan analar, bacılar vardı karşımızda sıralanmışlardı, ellerinde resimler göğüslerine bastırılmıştı.
Tek tek sarıldım analara. Orada sadece analar vardı benim için, nereliydi, hangi dili konuşuyordu, hangi dindendi hangi şehrin insanıydı bilmedim, sormadım ve hiç düşünmedim.
Sarıldım her birine, kimine üç kez ...Gençleri alınlarından öptüm, ellerindeki resimleri öyle sıkmışlardı ki, adeta eller kanayacak kadar şişmiş, su toplamıştı.
Sivas 2 Temmuz 1993’ü gördüm ben orada o gün.
Demokratik Alevi Hareketinin genel başkanları birer konuşma yaptık, ben konuşmamı bitirdikten sonra yanıma belki adı da Dilan olan bir kız sokuldu, kolumun altına girdi ve bir yazı verdi, “Bunu oku abla, ben sizler için yazdım, okuyabilir miyim” dedi.
Bunları yazarken de şu anda göğsüm sıkışıyor.
Okurken ağladım, kardeşine yazmıştı.
Elbette dedim ve arkadaşlara söyledim, okudu. İsyan vardı 16- 17 yaşının isyanı, acı vardı kardeş acısı, evlat acısı. Sönen ışığın acısı vardı. Yıllardır topraklarda sönen binlerce ışığın acısı düştü orta yere, vatan hizmeti diyerek gelen askerlerin acısı ile karıştı orada ki acılar. Kimdi bu yavrular, kimdi makamlarda oturanlar, sıkılmadan, utanmadan başlarını yastığa koyup uyuyanlar. Kimdi bu acı karşısında sessiz kalanlar, kimdi sorumlular, neredeydi, kimlerin kanatları altına sığınmışlardı.
Sorumlusu kimdi anaların yüreklerini yakan, ateşe salan acıların?
Doğa, soğuk, kar, kış, acı hepsinin ötesinde bir şey vardı YALNIZLIK, bilerek yapılmış bir YALNIZLAŞTIRMA...
Aslında çoğumuz yalnızdık bu topraklarda. Farklılıklar zenginleştireceğine başka bir şeyin tohumlarını atmıştı aramızda. Bu da bizlerin kendi tercihleri değildi. Besleniyordu kocaman bir hortumla fil, bu toprakların insanlarını birbirinden uzaklaştırarak büyüyordu, hortumu salladıkça her dokunduğu, her değdiği, her çarptığı yerden bir şeyi alıp koparıyordu, kendi büyüyordu ardında kalanlar boyunlarını büküp çaresizliğe kurban gidiyordu.
Bu bir ilkti, bu bir buluşmaydı. Kimdi bizleri düşman eden ortada duruyordu ama her şeye rağmen bizler Alevi örgütleri doğru bir karar alarak yollara düşmüştük bu acıyı paylaşmak ve buluşmak için.
İstememiştik böylesi derin bir acıyı sadece bu köyün yaşamasını, çünkü biz 2 Temmuz 1993 yılında çok yalnız yaşamıştık acıları.
*Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Eğitim ve Araştırma Vakfı Genel Başkanı
Evrensel'i Takip Et