28 Eylül 2008 05:00

‘demokrasilerde kesip atmak diye bir şey yoktur’


cem başeskioğlu
‘Sen Ne Dilersen’ filminin yazar-yönetmeni Cem Başeskioğlu ile politika, yeni oyunu, yazarlığı, yönetmenliği ve gelecek projeleri hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Öncelikle Cem Başeskioğlu kimdir?
Cem Başeskioğlu Cem’in hiç olmak istemediği biridir. Yani ben hep Cem olarak anılmak istediğim halde yönetmenler konjonktür gereği adları ve soyadlarıyla anılıyor. Bu yüzden Cem Başeskioğlu oluyorum. Kimdir, Mütevazı bir hayatı olan, çekirdek bir arkadaş ve yakın çevresi olan, çok fazla yeni insanla tanışmayı, insanları hayatına sokmayı pek sevmeyen, güzel müzik dinlemeye çalışan, güzel film seyretmeye çalışan, güzel kitap okumaya çalışan, yerinde oturamayan, aile hayatını ve eski İstanbul mahalle kültürünü yaşamaya çalıştığı için doğduğu mahalleye dönen ve orda yaşamaya devam eden bir adamdır. Çok söylediğim bir lafım var. Bana çok yeteneklisin dediklerinde, ‘eğer benden bir şeyimi almak zorunda kalsalardı yeteneğimin alınmasını dilerdim, Çünkü sıradan insanlar daha mutlu. Görmek insanı üzüyor ve duymak. Bugün İhsan Oktay Anar’ın son kitabını okumaya başladım Suskunlar’ı. Orda Mevlana’nın bir sözü ile başlıyor. ‘Kulak eğer iyi duyarsa gözdür’ diyor. Aynen o durumdayım yani.

Sen Ne Dilersen filmine dönecek olursak, filmde üç kuşak bir rum ailesinin parçalanışını resmettiniz. Nasıl doğdu bu proje?
Ben filmde sadece üç kuşak bir Rum ailesinin parçalanışını anlatmadım. Bu topraklarda yaşayan bir ailenin nasıl parçalandığını anlattım. Bu yüzden, aslında Türklere söylemek istediğim bir şey var. Bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslüman-Türk ailelerine söylemek istediğim bir şey var. Bizden farklı bir kültürde olduğu için uzak durduğumuz her açıdan çok uzaklarda olduğuna inandığımız ailelerde bile aslında bizim yaşadığımız şeyler yaşanıyor. Bu sadece onların kolay sindirebilmeleri için yapılmış bir yöntemdi. Kendi dinlerinden, kendi milletlerinden olmayan bir ailenin de tıpkı kendi yaşadıklarını yaşıyor olmasını onlara göstermekti. Eğer bir Türk aileyi fon oluştursaydık belki ‘Sen Ne Dilersen’ gişe açısından çok daha başarılı bir film olurdu, ama sanatsal açıdan bu derinliği yakalayamazdı. İşte bu senin tavizler vermen gereken noktalar.

Sizce bu bir taviz mi?
Yapımcılara göre bu bir taviz. Ama eminim ki ‘Babam ve Oğlum’ gibi ben de bir Türk ailesinin hikayesini anlatayım, bu da bir ana-kız hikayesi olsun yapımcılar bunu isterlerdi. Bana CNN’de 5n1k programında ‘kadınları yazıyorsun’ diye sordular. Dedim ki: ‘Eğer aklıbaşında bir insan olsaydım bende erkekleri yazardım. Ama ben aklıbaşında bir insan değilim kadınları yazmaya devam edeceğim. Onları yazmaya daha değerli ve daha anlamlı buluyorum. Çünkü kadınlar insani konulara daha duyarlı. Ayrıca davranış modelleri hepsinin birbirinden farklı.

“Sen Ne Dilersen”in öyküsünü yazarken özellikle göz önünde bulundurduğunuz fevkalade bir durum var mıydı?
Rumların bu topraklardan neden gittiğine dair bir sürü film yapıldı. Ama bu ülkeden neden gittiklerini anlamamak için gerizekalı olmak gerekiyor. Bu ülkeden neden gittikleri o kadar ortada ki… Gitmeleri için her şey yapıldı. Oysa beni ilgilendiren, İstanbul da veya Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yaşayan üç bin cesur Rum neden bu ülkede kalmayı tercih etti. Aynı engellere onlar da maruz kalmıştı. Onları buraya bağlayan neydi, neden gidemediler, neden burada kalmayı, her şeye rağmen yalnızlığı, bütün bu baskılara göğüs germeyi, azınlık olmayı neden istediler. Bence anlatılması gereken hikaye onların hikayesi. Onlar bir şekilde bu toprakların bir parçası kalmayı tercih ettiler. Bende bu ikilemi “Sen Ne Dilersen”de insani açıdan değerlendiriyorum, politik açıdan değerlendirmiyorum. Bunun sebeplerinin son derece insani olduğunu düşünüyorum. Bunun sebebi geride kalmış aile acıları, terkedilmiş ya da terk edilemeyen günahlar, geride bırakılmış mezarlar, geride bırakılmış kavgalar. Bir de neden bunu bir Rum ailesinin parçalanışı olarak görüyorlar da bir ülkenin parçalanışı olarak görmüyorlar. Yani Rumlar buradan gittiğinde sadece Rum aileleri mi parçalandı? O Rum ailelerinin bu ülkenin, bu toprakların kültürüne hiçbir faydası yok muydu, giderken yanlarında götürdükleri. Eğer Türkiye büyük bir aileyse, onların gidişiyle bu büyük ailede parçalanmadı mı? Ben parçalandığına inanıyorum…

Cumhuriyet tarihinin bir çeşit ‘kara lekesi’ olarak adlandırabileceğimiz 6-7 Eylül faciasını geçtiğimiz günlerde ilk günkü tazeliğiyle yaşadık. Bu kültür katliamı hakkında ne söylemek istesiniz.
İnsanların unutmak istedikleri bir dönem ya da unutturulmak istenen bir dönem. Ama ben Türkiye’nin genel probleminin bu ülkenin tarihini oluşturmuş köşe noktalarının bir şekilde konuşulmamasından kaynaklandığına inanıyorum. Toplumsal yapı olarak geçmişte yaptığımız hataların üzerini örtmek bir yerde unutturmak gibi bir yol seçiyor bunları konuşmamak üzerine bir yol izliyoruz. Bunun acıları yada bıraktığı artçı şoklarda bir şekilde dönüp dönüp önümüze geliyor. Mesela TC 6–7 Eylül’ü, onun nedenlerini ve sonuçlarını açık konuşmuş olsaydı, ben bugün ne parçalanmış bir Kıbrıs olacağına inanıyorum ne de Türkiye ile Yunanistan arasında bu politikaya yönelik bir soğukluğun olacağına inanıyorum. Bu işleri çoktan bitirmiş olacaktık. Hep o geçmişin rövanşları yeni savaşlar olarak önümüze geliyor. Nedir 6-7 Eylül: Bir rant kavgası, arazi paylaşımıydı, mali bir paylaşımdı. Nitekim başarılı da oldu. Azınlıkların kovulduğu yerlere doğudan insanlar göç ettirildi. Sıkıştırılmaya ihtiyaçları vardı çünkü. Totaliter antidemokratik rejimler ancak burjuvaların üzerinde yükselir. Nedir küçük burjuva, ‘gidecek yeri olmayan ve dönecek yeri olmayan kimsedir.’ Bu kimseler gidecekleri ve geri dönecekleri bir yerleri olmadığı zaman statükonun olduğu gibi kalmasını isterler. Çünkü onların donanımları gelecekten yana bir hayat olmadığını gösterir. Bu çok içgüdüsel bir şeydir. İnsanın evreni ile bir şeydir. İnsan eğer gelecekte kendine bir yer bulamıyorsa ve yaklaşan geleceğe, hazırlıklı ve donanımlı hissetmiyorsa dünyanın ileri gitmesini istemezler olduğu gibi kalmasını isterler. Bu da totaliter antidemokratik rejimleri en çok besleyen damardır.
6–7 Eylül faciası süreç içerisinde kendi başına gelişen bir olay mıydı yoksa bağlantılı olduğu olaylar da mevcut muydu?
Olayı 6-7 Eylül diye ayırmak mümkün değil. Deveye boynun neden eğri demişler nerem doğru ki demiş. Yani Şükrü Saraçoğlu 2.Dünya Savaşında Alman yanlısı bir politika izlemek yerine, demokratik ve barışçı bir politika izlemiş olsaydı, ‘Varlık Vergisi’ koymamış olsaydı, 6–7 Eylül olur muydu? Menderes Nato’ya girmek için Kore’ye asker gönderme cesaretini gösterebilir miydi. 27 Mayıs 1960 olur muydu, 12 Eylül 1980 olur muydu. Aslında bunların hepsi birbirine bağlı. Yani insanlar Türkiye’de çözüm bulmak, durumları ıslah etmek yerine kökten üzerini örtmeyi tercih ediyorlar ve bunun adına demokrasi diyorlar. Demokrasilerde kesip atmak diye bir şey yoktur. Var olanı korumak ve onu ıslah etmek, düzeltmek, topluma kazandırmak vardır. Aslında hep aynı yere başlangıca dönüyoruz.

Tiyatro çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Aslında şu anki oyunumda rol alan Eren Sezer’in ısrarı ve baskısıyla ben yirmi yıl sonra tiyatroya döndüm. Farklı bir deneyim, yine politik bir oyun yapıyoruz. Anadolu’nun göbeğinde cinsel muğlaklık üzerine bir oyun yazdım onu sahneliyoruz. Yine aileye saldırıyorum, yine Türk aile yapısına saldırıyorum. ‘Bir ağanın oğlu gay olduğunu açıklarsa sizce nasıl bir durum yaşanır ve bu skandalı örtmek için aile nasıl bir yol izler’. Biliyorsunuz kırsalda çözümler tükenmez. Bunun üzerine son derece eğlenceli ama politik yanı da çok güçlü bir oyun. Seyirciden de hak ettiği ilgiyi bulmaya başladı. Bu yüzden çok mutluyum. Dolu dolu oynuyor oyunumuz…

Türkiye’de son dönemde sinemada meydana gelen kalkınma hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben birçokları gibi ‘Recep İvedik’ ve o tür popüler filmlere karşı değilim. Bütün dünyada olduğu gibi bu ülkede de ‘Recep İvedikler’ çekilecek. Gişe filmleri olmalı çünkü sektörel anlamda iş imkanı sunuyor. Bunların kesinlikle olması gerektiğine inanıyorum. Sorgulanması gereken şu: Recep İvedik’in yapımcısı bir sanat filmi de çekiyor mu? Çünkü mali açıdan en güçlü adamlar onlar. Arthouse sinemaya onların da destek olması gerektiğine inanıyorum. Yani devletin bu anlamda sinemayı destekleme konusunda, farklı bir yöntem izlemesi gerektiğini düşünüyorum. 20. 30. filmlerini çeken yönetmenlere kültür bakanlığının destek vermesini son derece anlamsız buluyorum. Bütün bu desteklemeler yeniden gözden geçirilmeli. Genç yönetmenlerin ilk üç filmine desteğe dönüştürülmeli. İlk üç filmden sonra kesinlikle destek olunmamalı. Ama maalesef böyle değil. Bir de artık iyi film çekmenin de bir anlamı yok. Çünkü o filmi nasıl dağıttığın daha önemli. İstersen dünyanın en iyi filmini çek, dağıtımcılar o’nu seyirciyle buluşturmuyorsa bunun bir anlamı yok.

Yeni projenizden bahseder misiniz?
Yeni projem ‘Merhamet’. 1922 yılında başlayan bir hikaye. Kurtuluş savaşının son günleri. Savaş hala bitmemişken, Anadolu’nun uzak bir köşesinde karlar altında ‘ölü yıkayan bir kadınla’ ilgili. Hayatın ve ölümün kıyısında, günahın ve günahsızlığın kıyısında, hayatta kalmaya çalışan, kendi günahlarından ve günahsızlıklarından konuşan bir hikaye. Ana sözü de şu aslında: ‘Gastaleler, (gastale, ölü yıkayanlara denir) insanların günahlarını yıkıyor, peki ülkelerin günahlarını kim yıkayacak.’ Bu anlamda son derece sert, politik ama insani yönünden de taviz vermeyen bir hikaye. Filme İslami çevrelerden de Kemalist çevrelerden de eşit oranda saldırı olacağını biliyorum. Çünkü döneme objektif bakıyor. Ne bir tarafı yeriyor ne de öbür tarafı yüceltiyor. Senaryom Selanik Film Festivali’nde senaryo destekleme kurulu tarafından yapılan yarışma da son on ikiye kaldı.

Son olarak Cem Başeskioğlu sinemasal olarak kendini nerede görüyor?
Ben filmlerimin benden bağımsız olarak değerlendirilmesi taraftarıyım. Yani ‘Cem Başeskioğlu’ filmlerine kendini dayatmıyor. Cem Başeskioğlu sadece filmlerine hizmet ediyor yazar ve yönetmen olarak. Bu yüzden belli bir tarzım olması gerektiğine asla inanmıyorum. Bir tarzı olduğu söylenen yönetmenleri hiç sevmiyorum. Çünkü biçimin içeriğe dayatılır bir şey olduğuna asla inanmıyorum. İçeriğin biçimi belirleyebileceğine inanıyorum. Ama şöyle bir durum da söz konusu: Biçim ve içerik arasındaki uçurumları her zaman görürüz filmlerde. Bir bakarsın başka filmdir ama yönetmen öyle bir şey dayatmıştır ki o’na, o içerik onu bir süre kabul etmez kusar. Ben farklı bir yol izliyorum. Yazmaya da bu yüzden başladım zaten. Kendi gibi filmler yapmak istiyorum. Kendi gibi yazan senaryolar görmüyorum etrafımda. Bu yüzden yazmak istediğim filmlerin senaryolarını yazmaya başladım. Yani içeriğim biçimi şekillendirmeye başladı…
Ahmet Ablak

Evrensel'i Takip Et