30 Mart 2008 00:00

yarışa yarışa uyuşan bir toplum


-Ben demiştim, 5 numarayı açacaktı.
-Yok, ama Evren demişti “Ben küçük hissediyorum” diye.
-Ömer Hoca da fikrini söylemeliydi. Onun dedikleri çıkıyor.
-Acele etti. Çok üzüldüm, çok az kazandı...
Sabah 8.15. Beşiktaş vapurunda bir gün öncenin önemli gündeminin yorumunu yapan iki yolcunun konuşmaları bunlar. Hemen yanlarındaki yolcunun gazetesinin ilk sayfasında sözü geçen yarışmacının kazandığı paranın miktarı var. Ülkede yine kan dökülüyor ama baş sayfada saldırganların fotoğrafları değil de yarışma programı var. Akşam haberlerinde ise yine aynı yarışmacının kutusunu açma anını tekrar izlemek ve haberlerin ardından aynı yarışmanın yeni bir yarışmacı ile evlere konuk olması mümkün.
Bu sohbetin bir benzeri belki de birçok toplu taşım aracında, sokakta, evde yapılıyor; belki telefonlarda, belki balkondan balkona sohbetlere konu oluyor. Hem de Türkiye’nin birçok yerinde. Hatta hiç zorlanmadan ve abartmadan, benzer yarışma programlarının olduğu ülkelerde böyle sohbetler yapıldığını da söyleyebiliriz.

Yarışma programlarının geçmişi
Yarışma programları elbette yeni değil. Televizyonlarda çok uzun süredir yarışma programları var. Daha önce radyolarda da vardı. Radyolardan yayımlanan bilgi yarışmalarının tarihçesi 1930’lara dek gidiyor.
Görece yeni olan, salt şansa dayanan yarışma programları. Bu programların bir zamanlar, örneğin İtalya’da çok tutulduğu ve büyük ölçüde “loto” ve benzeri şans oyunları furyasını takip ettiği biliniyor. İtalya’da bu programlara yeni bir çehre kazandırılmış, ünlü sanatçılar ve az giyinik kadınlarla albeni katılmıştı. Yıllar sonra bu programların kopyaları Türkiye’de yapıldı.
Yarışma programları televizyonun anayurdu olan ABD’de bir zamanlar epey tutulmuştu. Ama giderek sayıları azaldı ve üç büyük kanalda bu programlardan bir avuç kaldı. En iyi bilinenlerinden ‘Jeopardy!’ (Riziko) ve ‘Şans Tekerleği’ (Çarkıfelek) Türkiyeli televizyon izleyicilerine yabancı gelmeyecektir, çünkü kopyaları Türkiye’de yapıldı.
Daha da yeni olan yarışma programları ise Biri Bizi Gözetliyor (BBG) ve benzerleri. Bu programlar birkaç insanın bir yere kapatılması ve sözde ‘gerçek yaşamların’ ekrana yansıtılmasından oluşuyor. Bu bitmek bilmez uzunluktaki programlar dünyada tanınıyor ve kimi örnekleri gerçekten mide bulandırıcı.

Dönen çarklar
Sohbetlerde yarışma programlarının çarkları üzerinde hemen hiç durulmamakta. Çok izlenen herhangi bir yarışma programının ne kadar reklam geliri getirdiğini, kimleri nasıl zengin ettiğini bilen çok az; dönen çarkları anlatan ise hiç yok.
Üzerinde durulan, kimin kazandığı ve özellikle de ne kadar para kazandığı. ABD’den örnek verirsek, ‘Jeopardy!’ adlı programda yaklaşık 75 kez üst üste şanslı çıkan ve 2.5 milyon dolar kazanan kişi hakkında yazılmış epey yazı var. Bu program, yayımlayan kuruluşa ne kazandırdı; bunu yazan ise yok.
Türkiye’deki duruma dönersek, bu programlar aslında medyanın bir çıkar aracı haline geldiğini çok iyi yansıtıyor. Bir gazetenin ilk sayfasında yarışmanın yer alması, bu oyunun önemli bir parçası; gazetenin sahibi ile yarışmanın gösterildiği televizyon kanalının sahibi aynı kişi. Yarışmanın ‘haber’ niteliği kazanması, yani ‘haber’ programında yer alması da oyunun parçası. Eğer gazetenin bir cep telefonu şirketi ile doğrudan bağı varsa, o zaman yarışma hakkında ‘cep telefonu hizmetleri’ sunulması ve bu yolla para kazanılması da söz konusu. Programa cep telefonuyla katılmak da aynı şekilde altın yumurtlayan bir tavuk ama yumurtaları sayan yok.
Büyük şirketlerin büyük ceplerine büyük paralar akarken, yarışmacılara çarkların dönmesi için gereken neyse ancak o düşüyor. Biraz para kazanmak ve bu parayla milyonların gözünde yarışma programını haklı çıkarmaktan oluşan bir figüranlık. Bu programların büyük medya kuruluşları tarafından başarılı bulunması boşuna değil. Reytingler harika, reklam gelirleri müthiş. Yarışma programları altın yumurtlayan tavuklar.

Nasıl sahneleniyor?
Bu mali başarının diğer tarafında programları izleyen insanların olması yatıyor. Yarışma programlarında yaşananlar garipleştikçe ve vahimleştikçe, insanların bu programlara neden ilgi duyduğunu, kendilerini bu programlarda yer almaya nasıl ikna ettiklerini merak etmemek elde değil.
Biraz geriye giderek, özel televizyonların yayına başlamasının ardından “efsane”leşen yarışma programlarının garipliklerini incelemek yararlı olabilir. Bu programlarla yalvarma sahneleri ortaya çıkmıştı. “N’olur yardım edin Mehmet Ali Bey!” veya “Güner Bey biraz daha yardım edin, lütfen” yakarışları duyulur olmuştu. Yarışmacının yalvarması programı daha da ‘canlı’ kılıyordu. Yarışmacı yalvardığı zaman ödül artırılıyor ve böylece yarışmacının daha da çok yalvarması sağlanmış oluyordu.
Yarışmacıların hepsini acıklı hayat hikayeleri ile donatmak ve yarışmanın belirli yerlerinde bunların açığa çıkmasını sağlamak gibi duygu sömürüsü taktikleri de kullanılıyordu. En sona konulan acıklı müzikler ile bezenmiş ağlama sahneleri de etkili bir taktikti.
Bu oyunun sahnelenmesi için yarışmacıların dertlerini, tüm sorunlarını anlatacakları, adalet ve hukuk dağıtır görünen otoriter bir sunucu gerekliydi. Sunucuyu biraz yetki ile donatmak gerekiyordu ki, programda garip, yani izleyiciyi çekecek şeyler olsun. Sunucunun yapması gereken, yarışmacının acısını ikiye çıkartmak, en ufak detaya dek sorular sormak, yarışmacı ağladığında babacan bir tavır takınmak, ağlamayan yarışmacıları zaman zaman aşağılamak ve garip sorular yöneltmekti.
Bu göreve küstah ünlüler çok uygundu. Yarışmacının soyadıyla dalga geçmek, bir diğer yarışmacıya “Sen boşa okumuşsun” demek, en çok ağlayan yarışmacının tüm sorunlarına çare bulacağını söyleyerek onu teselli etmek, öyle herkesin yapabileceği şeyler değil. Bu arada, sunucunun edepsiz ve uçarı olması, magazin basınının programın reklamını sürekli yapması açısından da önem taşımaktaydı.
Yarışma programlarının en önemli ögesi para ama paranın miktarı tek başına çok önemli değil. Önemli olan yarışmacıyı en yüksek miktara ulaşması için yarıştırmak; hiç bir arada görmediği miktarları ufakmış gibi gösterip daha büyüğü için yarıştırmak. Perde arkasını düşünürsek, bir ekip oturup düşünüyor ve yarışmacılar ile parayı kullanarak nasıl oynanacağını belirliyor. Yarışmacı bu oyuna safiyane bir şekilde giriyor ve önüne öyle rakamlar konuluyor ki, ne parayı hemen kabul edip yarışmadan çekiliyor, ne de hemen en büyük miktarı almak için yarışıyor. Kafa karıştırmak gerekiyor ve bu karışıklık anında da araya reklamlar alınıyor. Hatta yeni üretilen programlarda reklam kuşağı almadan reklam yapılmakta. Reklamın aktörleri sunucu ve yarışmacılar. Program sürerken bir anda sunucu, “Biz hep bu marka telefonu kullanıyoruz, ya siz?” diyor ve yarışmacı da onu onaylıyor.

Yarışma programlarının albenisi
Yarışma programlarının televizyonun toplumun afyonu olmasıyla, yani toplumu uyuşturan işleviyle çok iyi örtüştüğü ortada. Kitlelerin paraya odaklanması, bu parayı elde etmek için hiçbir emek, beceri ve aslında çaba gerekmemesi ama bunun haksız kazanç sayılmaması, gelecek olan para ile ne gibi düşlerin gerçekleştirileceği üzerinden topluma uygulanan türlü çeşit baskının unutturulması... Sokakta birisi kendisine hiçbir karşılık olmadan çok para teklif etse oradan kaçacak nice insan, televizyonda aynı durum yaşandığında bunu garipsemiyor. Hatta, o durumu yaşamak istiyor. Televizyonun getirdiği yalan dünya, işte böyle bir dünya. Biraz daha açmak gerekirse, büyük medya kendi gerçekliğini yaratıyor, allıyor pulluyor ve çok iyi pazarlıyor. Bu gerçeklik televizyon programlarında kullanılan dekorlar kadar kof. Aslında en ufak sorgulamada veya dokunuşta anlaşılacak denli kof.
Öte yandan, yarışma programları her izleyiciye hitap etmiyor ve aynı etkiyi yapmıyor. Yarışma programlarının insanların en çok baskıya uğradığı ve bu baskıya alıştırıldığı zamanlarda ortaya çıkması şans eseri değil. Yarışma programları umutsuzluğun ve çaresizliğin dalgasında yükseliyorlar.
İster bilgi ve beceriye, ister şansa, isterse BBG tarzı bir kurguya dayansın, bütün yarışma programları umuda dayalı. Baskının, adaletsizliğin ve ‘kör talihci’ kaderciliğin baskın olduğu ortamlarda, insanlar umudu kendilerinde değil de bu gibi yarışma programlarında ve şans oyunlarında arayabiliyorlar. Türkiye’de at yarışından futbol iddialarına bahis oyunlarının yayılması da bundan. Eğer yarışma programı veya para yatırılan oyun tümüyle şansa dayalı olursa, kitlesel çekimi daha da artıyor, çünkü kazanmak için gereken tek şey katılmak. Yarışma programına çıkmak veya bir piyango bileti, kazı kazan, vb. almak. Kazanmak için ne bilgi ve beceri, ne de çaba gerek. Toplumda olmayan eşitlik sanki bir tek bu yarışmalarda, çekilişlerde yakalanıyor.
Ama yarışma ve oyun tümüyle şansa dayanırsa, bu kez gerilim, heyecan ve kontrol kalmıyor. Gerilim ve heyecan televizyona izleyici çekmek için gerekli. Tam da bu nedenle çok izlenen yarışma programlarına aşamalı, adım adım geçilen bir kurgu konulmaya başlandı. Programı sunan kişinin, ara ara tıpkı medya patronları gibi hiç görülmeyen banker amcayı araması bundan. Araya konulan laflar, mimikler, birilerine akıl sorulması, programa jokerler, hatta akıl hocaları eklenmesi hep heyecan ve gerilim için.
İşin içinde bir de kontrol boyutu var. İnsanlar bulundukları her ortamda, bu ortam baskı dolu olsa bile, olan biteni kontrol edebilme duygusuna sahip olmak istiyor. Toplumun elinden umudun ve kontrolün alındığı, ezilenlerin çoğaldığı dönemlerde kontrol duygusu topluma yanıltıcı şekillerde tattırılıyor. Örneğin, kişinin cep telefonu satın alabilmesi, aldığı cep telefonunun rengini seçebilmesi -yani tüketim ve tercih- bu şekilde sunuluyor.
Yarışma programlarında yarışmacının “hangi kutuyu açsam?”, “tamam mı devam mı?” gibi kararlar veriyor olması -araya konulan onca mizansen- yarışmacıların bir şeyleri kontrol ediyor olduğu yanılsamasını tatmasını sağlıyor. Yarışmayı izleyen kitlelerin, bu kararlar hakkında akıl yürütmesi tam da bu kontrol duygusu ve yanılsama ile ilgili. Yarışma programları topluma umut ve kontrol yanılsaması yayarak başarılı oluyorlar. Yarışma programları patronlar için altın yumurtlarken, toplumu uyuşturuyor ve uyutuyorlar.

Yine 8.15 vapuru
Bu yarışma programları, şans oyunları, aldatmacalı kontrol duygusu yerine, mücadele ile elde edilen kontrol ve umudu koyacak olsaydık, belki 8.15 vapurunda şöyle bir sohbet duyardık.
-Ben demiştim, 5 valiyi birden görevden alacaktı.
-Yok, ama Evren demişti “Ben o valinin alınacağını sanmıyorum” diye.
-Sendikalar ve meslek odaları da fikirlerini söylemeliydi. Onlar bastırdı mı oluyor.
-Acele etti bakan, ama olsun. Çok iyi oldu, valileri görevden alarak halka saldıranlara açık mesaj verdi ve toplum kazandı...
Neden olmasın?
Can Gezgör - Serdar M. Değirmencioğlu

Evrensel'i Takip Et