24 Şubat 2008 00:00

ankara mektubu


1948 ya da ‘49 yılı olmalı. Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak amacıyla kurulan Toprak İşleri Genel Müdürlüğü’nde iş bulabilmiş ve Ankara Gazi Orman Çiftliği’nde bulunan toprak kursuna “katip” olarak atanmıştım. Bu kursa liseyi bitirmiş, askerliğini yapmış gençler alınıyor ve Anadolu’nun çeşitli illerinde, ilçelerinde bulunan toprak komisyonlarında arazi ölçümlerinde çalıştırılmak için işin uzmanı öğretmenlerce yetiştiriliyordu; ben de bu kursun katipliğini yapıyordum. Kurs süresi dokuz aydı.
O sıra genel müdürümüz Ahmet Salih Korur idi. 1950 seçimlerini Demokrat Parti’nin kazanması üzerine A.S. Korur’u, Başbakan Adnan Menderes kendine müsteşar olarak aldı.
Ben burada, doğal bir süreç içerisinde Anadolu’da toprak ağalığını zayıflatmak ve sonuçta büsbütün ortadan kaldırmak amacını taşıması gereken bu girişimin, iktidarı ele geçiren büyük toprak ağalarınca nasıl yozlaştırıldığının öyküsünü anlatacak değilim. Bu iş zaten sonuçlarıyla apaçık ortada. Ben sadece bu kursa katılanlara kısaca değinerek asıl konumuza, sevgili kardeşim Mehmet Ali Ermiş konusuna geçmek istiyorum.
Kurs yatılı idi ve otuz öğrenci vardı. Anadolu’nun çeşitli kesimlerinden gelen delikanlılar içinde, o yıllarda yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerinin çoğunu okuyan Tokatlı Bayram ile keman çalmayı epey ilerletmiş Egeli Ahmet’i bugün bile anımsıyorum.
Kurs açılalı bir haftayı geçmişti. Karlı tipili bir akşam vakti, elinde genişçe tahta bir bavulla yirmi beş yaşlarında birisi çıktı geldi. Fötr şapkasında ve ince pardesüsündeki karları temizledi, karşıma geçip oturdu. Adını deftere yazdım: Mehmet Ali Ermiş; doğum yeri Muş, doğum tarihi 1925. Demek aynı yaştaydık. Konuşmamız sohbete dönüştü.
Ankara Radyosu Temsil Kolu’nda görevliydi. Devlet Tiyatrosu sanatçılarından Nuri Altınok ve diğer bekar arkadaşları ile tuttukları bir dairede kalırken grup dağılmış, Mehmet Ali de sığınmak için bir yer ararken bizim kursu bulmuştu. Yani niyeti haritacı falan olmak değil, yatacak bir yere kavuşmaktı. Zamanla arkadaşlığımız dostluğa dönüştü; aynı düşünceleri paylaşıyorduk. Bu kadarı yetiyordu.
Geceleri radyoevinden çıkınca, Yenişehir İstasyonu’ndan 11 trenine biniyor, kış kıyamette sırtındaki ince pardesü ile kurs binasına kara bata çıka ulaşıyordu.
Hemen her gece iç cebinden çıkardığı bir tomar kağıdı masama, armağan getirmişçesine bırakmasına alışmıştım. Bunlar Nâzım Hikmet’in hapishanede yazdığı ve bir yolu bulunarak dışarı çıkartılmış son şiirleriydi.
Ne de olsa serde tiyatroculuk vardı; Ermiş çok güzel şiir okuyordu:
Onlar ki toprakta karınca
Suda balık
Havada kuş kadar
Çokturlar,
Korkak
Cesur
Cahil
Hakim
Ve çocuktular
Ve kahreden
Yaratan ki onlardır,
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Böylece karlı ve soğuk kış gecesinde, odun sobasıyla ısıtılmış odaya Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın dizeleri kıvılcımlar misali dolar ve genç yüreklerimizi sarıp sarmalardı. Gecenin geç vaktinde kursa katılan delikanlılar koğuşlarında uykuya dalınca, masada duran Remington marka daktiloya, aralarına kopya kağıdı koyarak dört adet pelür kağıdı takar, Nâzım’ın dizelerini Ankara’daki genç arkadaşlarıma sıcağı sıcağına ulaştırmak için daktiloyu tıkırdatmaya başlardım.
Mehmet Ali Ermiş’le karlı bir kış böyle geçti. İlerleyen aylarda Ermiş ile ara sıra buluşup görüşüyorduk. Ankara’da tedirgindi, İstanbul’a tahta bavulunu alıp göç etti. 1952-54 arasında Küçük Sahne’de çalıştı; tiyatronun kapanması üzerine gazeteciliğe başladı, ‘50-60 arasında İstanbul Ekspres gazetesinde yazılar yazdı. Demokrat Parti’nin azıttığı son yıllarda polis hep peşindeydi; devamlı izleniyor ve işsiz kalıyordu. En sonunda canını dişine takıp 1960’da Gün Yayınevi’ni kurdu. Sosyalist Savunmalar ve Çimento gibi pek çok kitabı yayınlandı; hepsi de emek ve emekçi yanlısı yapıtlardı. Gelin görün ki, polislere bu kez de basın savcıları katıldı. Fındık büyüklüğündeki beyinlerinin düşünme, algılama, yargılama kapasitesi ancak kitap toplamak için yeterliydi. Art arda kitapları toplanıyor, o da yenilerini basıyordu. Soruşturmalar, savunmalar sürüp gidiyor, mahkeme koridorları mekanı oluyordu. Bu kadar yüke dayanamayan kalbi teklemeye başlamıştı ama o hâlâ dayanıyordu. En sonunda, Nâzım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanını yayınladığı için hakkında ünlü 142. maddeye dayanılarak dava açıldı. Yargılama başladı.
Yargıç eğildi, yaldızlı ve dik yakalı cüppesinden başını biraz daha çıkardı ve sordu: “Yaşamak güzel şey be kardeşim” ne demek?
Mehmet Ali Ermiş, böyle bir soruyla duruşmanın başlayacağını biliyormuş gibi hafif gülümsedi; pencerenin dış pervazına konmuş cıvıldaşan serçelere baktı: “İşte bu demek hakim bey!” diye yanıtlamak istedi, ama olmadı.
Sandalyesine yığıldı. Kalbinin tik takları artık duyulmuyordu.
Takvimler 1968 diyordu; mevsim kışa dönmek üzereydi. “Karda yürüyen adam” 49 yaşında geride onlarca kitabı, Gün Yayınevi’ni, iki kızını, eşini bırakarak çekip gitmişti. Yayınevi hoyrat ellerde yok olup gitti. Aradan tam kırk yıl geçti. İstanbul’un edebiyat esnafı onu hep yok saydı, tek sözcükle adını anan olmadı hiç. ‘Vefa İstanbul’da bir semttir’ diyenler yine haklı çıktılar. Benim belleğime ışıltılı harflerle yazılan Mehmet Ali Ermiş adını minnet, sevgi ve şükranla anıyorum.
Alaattin Bilgi

Evrensel'i Takip Et