23 Şubat 2008 00:00
Akıp giden zamana tanıklık hikayeleri
GÜNÜN YAZILARI
Mizah yanı ağır basan ve aynı zamanda insan hayatını bilgece gözlemleyebilen usta bir kalemdi Çehov. Hayatın değişmeyen gerçeklerini gözlemleyip yakalayabilmiş ve bunları ifade ederek, kendisini ölümsüz kılmayı başarabilmiş bir kalemle herhangi bir yazarı kıyaslamak oldukça zor. Ama Yazar Muhammet Çakıralın hikayelerinde Çehov tadını yakalamak olası. Onun hikayelerinde kimi zaman ağız dolusu kahkahalar atıp, kimi zaman gözleriniz yaşaracak kadar hüzünlenmeniz, hayatın içinden Çehov sezgisiyle süzdüğü gerçeğin ta kendisindedir.
Karadeniz kültürüyle büyüyen Çakıralın, çok iyi tanıdığı ve gözlemlediği bölge insanının aşkını, göçünü, sevincini, kültürünü yansıttığı hikayelerinde nasırlı eller, emek ve insan var. Son kitabının adı bu yüzden Toprak Kokan İnsanlar. Bu hikayelerde aynı zamanda Orhan Kemalin izlerini bulmak da mümkün.
Akıp giden zamana tanıklık ediyorum diyen Muhammet Çakıralla hikayeleri üzerine sohbet ettik; iki Karadenizli olarak. O hikayeler ki birimiz Rum, birimiz Laz kökenli olarak aitliğimizi bulduğumuz ama sizlerin de kahramanlarıyla tanıştığınızda, onlarla özdeşleşerek kendinizi bulacağınız hikayeler...
Karadeniz kültürünün, dizilerde, türkülerde tüketildiği çokça popülerleştirildiği bir dönemde ilk kitabınız çıktı. Siz, şimdi tam sırası diye mi düşündünüz, yoksa çalışmalarınız çok önce mi başladı?
Öncelikle şunu ifade edeyim; Karadeniz kültürü adı altında yapılan diziler ve kimi şarkılar, türküler, buna benzer etkinlikler, kesinlikle bildiğimiz Karadeniz kültürünün içeriğini, ruhunu ve o denli derinliğini yansıtmamaktadır. Zaten adı üstünde popüler ve ben bu tanımlamayı içime sindiren biri de değilim. Popüler olan her şey yapaydır çünkü... Uzak durmak gerek... Karadenizlilerin tarihin derinliklerinden süzülüp gelen melodileri, türküleri, şarkıları, şiirleri, enstrümanları vardır. Bunların tümü özgündür ve o yörenin insanının duygusunu, düşüncesini, beklentilerini, özlemlerini dile getirmektedirler. Söz ve müzik birbiri ile uyumludur, ilk dinleyişte o duruluğu ve doğallığı zaten duyumsayabiliyorsunuz. Melodileri yöreye özgüdür. Oysa son yıllarda yapılan müzikler arabesk tarzındadır. Bunu daha açık bir şekilde tanımlarsak; bir yozlaşma ile karşı karşıyayız. Şarkı sözleri ise daha da kötüdür... Tabii ki bildiğimiz, tanıdığımız Karadenizli sanat emekçilerini bunların dışında tutuyoruz, onları destekliyoruz ve onların yanındayız daima...
Bana gelince: Benim öykücülük alanında çıkış tarihim dillendirdiğimiz popüler kültürün çok çok öncesine uzanıyor, ta ilkokul çağına...çocuk öyküleri ve romanlarıyla tanışmamla başlıyor. Onların etkisiyle düşünmeye ve dünyayı yorumlamaya çalıştım. Büyüdüğüm dönemin de 12 Eylül öncesi olması bu bağlamda bir şanstı benim için. Çünkü çevrede gördüğüm herkesin kitap okuyor olması, bana ve benim gibilere de bu yolda bir şeyler yapmamız gerektiğinin sorumluluğunu duyumsattı. Böyle bir kuşağın içinden gelen biri olarak daha sonraki yıllarda bizlere farklı amaçlar yükleyecekti. Bu politik kimliğimizin de belirgin bir şekilde inşa olunacağı, duyarlılığımız ve ödevlerimizin olduğunu anımsatacaktı.
Çok geçmeden kendi çapımda yazılar yamaya başlayacaktım: Öyküler, denemeler, şiirler... Daha nitelikli yazılarım ise lise ve yüksekokul döneminde ivme kazanacaktı. İşte o yıllarla başlar bu serüven; ürettiklerimi bir kenara bırakıp ileride işe yarar umuduyla arşivledim.
Siz hikayelerinizin büyük bir kısmını bizzat yaşadıklarınızdan oluşturuyorsunuz. Öğrencilik yıllarınızda soğuktan donmamak için yaptığınız masum küçük hırsızlıklardan annenizden dayak yemenize, birçok kişisel hikayenizi de büyük bir cesaret ve keyifle yazıyorsunuz. Bu cesaretiniz Karadenizlinin kendisiyle dalga geçebilme özelliği mi, yoksa başka mesaj kaygıları da güdüyor musunuz?
Sanata ve edebiyata toplumcu gerçekçilik penceresinden bakıyorum. Doğaldır ki yazdıklarımız bir ileti niteliğindedir ve bir politik rengi vardır elbette... İnsanımızın yaşadığı acılar, haksızlıklar, doğa ile olan ilişkileri, evlilikleri, aşkları, gurbet vs... Bunların tümü insana ait değerlerdirler. Orada bir öğrenci ısınmak için çalıyorsa, o öğrencinin hırsızlığının değil, yaşadığı ağır koşulların ve var olma mücadelesinin hangi evrelerden geçtiğinin acı öyküsüdür.
Annemden dayak yememi anlatarak bu toplumun veya bireyin nasıl eğitilmek istendiğinin bir yansımasını gözler önüne getirmeye çalıştım. Düşünün bir kere. Bir çocuk daha ilk sözcük veya mırıltı ağzından çıkmaya başladığı gün dayak yemeğe başlar, okula gider dayak yer, askere gider dayak yer. Böyle bir anlayışla büyüyen bir çocuğun ruhsal yapısı nasıl olur? Olaylara karşı tavrı, anlayışı ne olur? Bu gibi örneklerin çokluğu toplumu nasıl şekillendirir?
Her yazar veya sanatçı yaşadığı çevreden etkilenerek veya beslenerek bir şeyler üretmeye çalışır. Onun için benim çocukluk yıllarımda yaşadıklarım ve gördüklerim benim bu alanda yaratıcı olmama olanak sağlıyor. Kendimizle dalga geçmek; bu bizim doğamazda, ruhumuzda vardır. Alınganlıklarımız filan yoktur. Yaşananların tamamı insana özgü değerlerdirler. Hatalar ve yanlışlar, doğruyu bulmamıza yardımcı olacaktır. Toplumlar böyle gelişir ve büyür.
Anneniz sizin önemli bir hikaye kahramanınız. Çok sert anlatıyorsunuz, gerçekten öyle mi ve bundan sonra da hikayelerinizde yer almayı sürdürecek mi?
Evet annem öyle biriydi. Aslında onunla yaşadığım her günüm bir olay ve bir öyküydü. Karadenizli kadının otoriter yapısı evde yeteri kadar belirleyici ve etkindir. Kimi zaman işine karıştığında babama sert tepkiler verip babamın direncini kırabiliyordu. Ancak annem bu sert tavırlarına karşın bizlerden istediği şeyleri de çoğu zaman alamıyordu. Babamın olgun ve yumuşak yaklaşımı bizim ona daha yakın olmamızı sağlıyordu. O bunu gördüğünde veya hissettiğinde evde gürültü patlardı. Sonra kendi aralarında tartışmalar ve boğuşmalara kadar varan sert tepkiler meydana gelirdi.
1980 öncesi köye kütüphane kurma girişiminiz o dönemin atmosferinden etkilenmenin bir sonucu muydu?
Kesinlikle. Çünkü bizim köyün orta yaşlıları ve gençleri sol eğilimliydiler. Hemen hemen her solcu mutlaka kitap okurdu. 1979da köyde kütüphane kurmamızın ana kaynağı ve nedeni buydu. Okuyucunun çok olması.
Almanyaya işçi olarak giden ve parçalanan aileler bölgenin önemli bir sosyal gerçeği değil mi?
Evet. Gurbet bizim Karadenizde yüzyıllar boyunca vardı ve hâlâ da vardır. Osmanlı döneminde bile Rusyaya ve kimi diğer komşu ve uzak illere gurbete giderlermiş. Çünkü toprak yetersizdi. Ürün alınabilecek alanlar yoktu. Ancak günümüzde bu gurbete gidip gelmeler kalktı. Artık gidenler bir daha geri gelmiyor. Çoluk çocuğunu yanına alıp oralara yerleşiyorlar...
Kitaplarınızın sayısı arttıkça şehirlere göçen saf Anadolu insanının yaşadığı dramları ve aynı zamanda bozulmayı anlatan hikayelerinizin sayısı artıyor. Şehirlerleşme ve göç hakkında neler söylemek istersiniz?
Evet, ilk gurbete gidenler, kolaylıkla ezilip sömürülenlerdi. Ancak çevreyi ve toplumu tanımaya başlayınca o saf halin yerini uyanıklık almaya başlıyor... Kimi hikayelerimde bu tür örnekler vardır. Karadenizden göç etmeyi isteyen başta kadınlardır. Çünkü o bölgenin tüm yükünü çeken onlardı. Sabahtan akşama kadar ormanda, bahçede, ahırda, mutfakta soluk olamaksızın durmadan yılımız on iki ay çalışırlardı. Bunun yanında bir de kayınvalide ve kayınbabaya da saygıda kusursuz hizmet etme zorunluluğu vardır. Üstelik el kapılarında kocası iki yılda bir gelirdi. Kim bilir oralarda sevgilisi var mı yok mu? Kuşku dolu zamanlar... Tüm bunlar bir kadın için fazlaca ağır cezalardı. Onlar da uyandılar ve bilmedikleri diyarların ve memleketlerin yolunu tuttular. Şimdi Karadenizde köyler yalnızca yaşlı insanlarla dolu, hüzünlü mevsimlerden geçiyorlar.
Karadeniz sıcaklığı, esprili yanı, göç ve şehirli yaşamının artmasıyla sizce nasıl bir dönüşüm geçiriyor?
Karadenizli dışarıda yapaylaştı. Daha önce söz ettiğim yozlaşma bu gücün dayattığı sancılı sosyal ve kültürel değişimlerin sonucudur. Çünkü gidilen şehirler, başka bölgelerden gelen insanlarla dolu, farklı kültürleri de oraya taşımışlardır. Nedense bizim ülkede kentli olmak gibi bir dert yoktur. Herkes kendi gelenekleri ve görenekleriyle birlikte metropol kentlere gidiyor. Orada ne kentlidirler ne de köylü. Bir garip yapay kültür yaratılıyor. Sonra bu sanata ve müziğe de yansımaya başlıyor, giyim ve kuşama da yansıyor. Bir kültür erozyonu ile karşı karşıyayız.
Bundan sonraki çalışmalarınız hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Bildiğiniz gibi uzun yıllar doğama denk düşmeyen bir meslekle uğraştım. 2003 yılı itibariyle sinemaya bulaştım. Sevdiğim bir meslek. Bu alanda yeni bir projeyi bitirdik. Bitirdik derken; çekimler tamamlanmış, kurgu ve montaj işlemleri ile uğraşıyoruz. Amacım yine yazmak, ama yalnız öykü ve roman değil, bu aralar senaryo çalışmalarım da var. Şu an tamamıyla sanat ve edebiyatla uğraşıyorum. (İstanbul/EVRENSEL)
Horon, kalandar ve diğer gelenekler
Her zaman griydi Karadeniz kitabınızda genç kız ve erkeklerin horon halkasında birbirine mesaj vermesi geleneğini de anlatan, dramatik bir hikaye var. Biraz bu gelenekten bahseder misiniz?
Karadenizin dağları denize dik iner ve derin uzun vadilerden oluşurlar. Yeşil rengin her bir ayrı tonunu bu vadilerde görmek mümkündür. Sosyal yaşamda da aynı canlılık görülebilir. Yüzyıllar süren göçler sonucu farklı kimliklerin ürettiği ortak ve benzer kültürleri, gelenekleri vardır. Bu renkler içinde en önemlisi halk danslarımızdır. Halk danslarımız eğlendirdiği kadar ruhsal dinginlik de sağlar. Ayrıca bunun yanında gençlerin birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarına ve gelecekte ortak yuva kurmalarına da olanak sağlar. Oradaki figürler, eylemler, bakışlar ve dökülen sözlerin bir anlamı vardır. Bu gibi ortamlarda şansını zorlayan veya risk alan gönlünce eğlenir ve sevdiğine kavuşmasına yardımcı olur. Ancak kimileri aynı cesareti göstermedikleri için yazgı dayatmasının sonucu istemediği kimselerle yaşamak zorunda bırakılır. O öyküdeki Aslı kahramanımız bu anlatmak istediklerimin bir özeti ve bir kahramanıdır.
Yaylada, genç kızların bulunduğu evin civarına erkeklerin gelip gece buluşmalarına göz yumulur ama asla bir dedikoduya mahal verecek bir olay yaşanmaz. Bunun dışında, Rum geleneği olan kalandar ve benzeri geleneklerden biraz bahseder misiniz?
Geleneksel bir süreç. Anneler, babalar da aynı yoldan geçmişlerdir. Onlar da o ıssız yayla evlerinde sabahlara kadar horon tepmişlerdir. Belki de ilk aşk sözcüğü orada dillenmişti. Ya da orada tanışıp evlenmişlerdir. Olup biteni iyi bilirler onlar. Onların, yalnızca bir koruyucu rol üstlenmek isteği dışında bir yasakları yoktur. Genç bir kızın evden gece yarısı çıkıp arkadaşlarıyla buluştuğunu çok iyi bilirler. Fakat bilmezlikten gelirler. Ancak olağan zamanlarda asla öyle bir şey yapmamaları konusunda da uyarırlar.
Göç sonucu ve televizyonların da evlere girmesiyle o geleneksel oyunlar, söyleşiler yitip gitmiş durumdadır. Bildiğim kadarıyla kalandar geceleri yalnızca Maçkanın Livara köyünde aynı coşku ve titizlikle sürdürülmektedir. Bu bölge için önemli kültürel bir varlıktı. Düşünün bir kere, bizim oralarda çocuklar daha kendilerini ilk tanımaya başladığı günden başlayarak ömürlerinin sonuna kadar tiyatroyu evlerinde izlerlerdi. Hem de doğaçlama... Artık bu geleneksel oyunlardan ve etkinliklerden eser kalmadı. Bu beni çok yaralıyor.
Bülent Falakaoğlu
Evrensel'i Takip Et