Ateistler giremez!
“Böyle giremezsiniz” diyerek durdurdular kampüs girişinde güvenlik görevlileri, kafalarına siyah bant takılı olan kadınlı erkekli öğrenci grubunu. Öğrencilerin hepsinin kafasında siyah bant takılı olması dikkatini çekmişti güvenlik görevlilerinin. “Ateistler bunlar” diyerek sivil giyimli biri fısıldadı güvenlik görevlilerine.
“Ateist gençlik mi yetiştireceğiz?” açıklamasıyla çeşitli tartışmalara konu olan Başbakan Erdoğan, aynı konuşma içinde ifade özgürlüğüne yönelik baskılar nedeniyle Türkiye’ye gelmeyeceğini söyleyen Yazar Paul Auster’e de “Gelsen ne olur gelmesen ne olur?” diye seslendi, “Gel, kim olursan ol, gel” mesajına çağlar boyunca vurgu yapılan Mevlana’nın doğduğu topraklardan. Bu iki ifade, farklı konulara ilişkin gibi gözükse de, inanç ve ifade özgürlüğüne ilişkin belirli bir yaklaşımın yansıması gibi kabul edilebilir.
Ateist gençler, yaşam felsefelerini ifade etmek için yukarıdakine benzer bir aksesuarı ya da giysiyi “velev ki“ simge olarak kullandıklarında, tıpkı türbanlı öğrencilere bir zamanlar yapıldığı gibi, ayrımcılığa uğrarlarsa, Sayın Başbakan bu konuda ne düşünecek? “Üniversiteye girseniz ne olur, girmeseniz” mi denecek ateist gençlere; ne de olsa, eğitim sisteminin istediği tipte bir gençlik olarak yetişmemiş olacaklar.
İnanç ve ifade özgürlüğüne saygı duyulmayan bir toplumda ancak, tek tip insan yetiştirmek bir eğitim sisteminin amacı olabilir. Biçim değiştirmiş olsa da, ulus devletleşme sürecinde, bu topraklarda doğup büyüyen çocuklar, gençler bu tarz bir eğitim sisteminin hedefi oldular.
“Eğitim sistemi” eleştirisi yaparken düştüğümüz yanlışlardan bir tanesi, eğitim ve sistem kavramlarını kullanıp sistemin şimdi sahip olduğundan başka özelliklere sahip olması gerektiğine yönelik düşüncelerimizi ifade etmek. Hem bu kavramları kullanıp hem de sistemin, bir merkezi otoritenin arzuları ve hedefleri doğrultusunda insan yetiştirme yatkınlığını eleştirmek yerinde değilmiş gibi görünüyor. Çünkü eğitim, etimolojik olarak, “iğdiş etme, hayvan veya köle besleme, terbiye etme, yetiştirme” gibi anlamları olan bir eyleme denk geliyor. ”Kimi ya da neyi eğitmek?” sorusunu sorduktan sonra bir nesne de bulabiliyorsak o nesne edilgenlik kazanıyor. Bu eylem bir sistem içinde gerçekleştiğinde ise, adeta, bireyleri iğdiş etmek amacıyla geliştirilmiş örgütlü, önceden planlanmış aşamaları olan bir dizgeden söz etmiş oluyoruz. Tabii bu durumda, bireyden söz etmek de pek olası görünmüyor. Çocuklarımızı ve gençlerimizi eğitilecek nesneler olarak gördüğümüzde ise, onların öznelik hakkını ellerinden almış oluyoruz.
Çocuklarımızı, gençlerimizi, yaptığımızdan hiç kuşku duymadan, kurduğumuz sistemi hiç sorgulamadan, dindar, Atatürkçü vs. yetiştirmeye çalıştığımızda onları iğdiş etmeye, etkisizleştirmeye doğru gidiyoruz. Kendimizi kurtarmak için de, milli eğitim temel kanununa, hür ve bilimsel düşünme gücüne sahip kişiler yetiştirmeyi amaç olarak yazıyoruz. Peki, böyle bir güce sahip olmasını beklediğimiz kişilerin bir öğrenme ortamında yetişmesi için ne gereklidir? Bunu bilimsel temelde tartışmak yerine, iktidara kim sahipse, onun istediği tarzda kişilerin ortaya çıkması için her türlü baskıyı, engeli çocuklarımızın, gençlerimizin önüne koyuyoruz. Genç nesillerin bu baskıyı içselleştirmelerini de istiyoruz ki, onlar da, hür ve bilimsel düşünme gücüne sahip olmayan, özgüveni düşük, kuşku duymayı ve sorgulamayı bilmeyen insanlar yetiştirsinler ve kendilerini güvende hissetmedikleri zaman baskı kurmaktan başka bir şeye başvurmasınlar… Bu da zaten, baskıcı kültürün yeniden üretimi anlamına gelir.
*Yrd. Doç. Dr., Maltepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
Evrensel'i Takip Et