20 Ocak 2008 00:00

‘lafın tamamı deliye söylenir’


Eskiden adetti şimdi kurallara bağlandı. Yayınevleri bastıkları kitaptan belli bir miktarını, yazara, çevirmene öylece verir, o da eşine dostuna, tanıdığı eleştirmene, köşe yazarlarına bunları imzalayarak armağan ederdi.
Ne zaman kitap göndersem ya da elden versem, beni yüreklendiren ve yücelten yankılar aldığım Vedat Günyol Öğretmen ile Halit (Çelenk) Ağabeyin adlarını anmak isterim. Ayrıca, değerli dostlarım Ali Nejat Ölçen, Profesör Mustafa Altıntaş, Vecihi Timuroğlu, Burhan Günel benim hep yanımda olmuşlardır.
Yukarıda başlık diye aldığım dört sözcüklü özdeyiş aslında, şu sıralar adı pek anılmayan Abbas Sayar’a ait. Ya bir kitabında okudum ya da kendi ağzından işittim. O eşsiz “Yılkı Atı” öyküsünün yazarı Abbas Sayar, Yozgatlı idi ve Orta Anadolu’nun folklorunu çok iyi bilen, özümseyen bir yazarımızdı. Örneğin şu özlü sözü de ondan duyup belleğime yerleştirmiştim: “Sözü israf etmenin de bir vebali vardır, sözü dinleyene, anlayana anlat.” Bu önsözü bir örnekle açmak istiyorum.
2004 yılı 17 Şubat günü ressam dostum Ayten Timuroğlu’nun atölyesinde, eski Ankara ile ilgili bir konuşma ve söyleşi düzenlemiştik. O sıralar seksenine merdiven dayamış olan ben söyleşiye katılan dostlara zamanın Taşan Meydanı’nı, Asri Helaları ve o noktadan başlayan Çıkrıkçılar Yokuşunun iki yanına dizilmiş atölyelerinde, hırka, kazak, atkı gibi pamuklu ve yünlü gereksinmeleri üreten dokumacı esnafını anlatmıştım. Yokuşun niyahetinden başlayan Kavaflar Çarşısı ise adı üstünde, terlik, pantuf, ayakkabı, çizme, saya üretimi ile uğraşan atölyemsi işyerleri ile doluydu. Biraz ötedeki Demirciler Çarşısı, boy boy sac sobaları, mangalların ve bunların ayrılmaz parçası olan maşaları, gelberilerin, soba borularının, akordeon gibi kıvrım kıvrım dirseklerin, kaldırım üzerinde ya da saçaklara takılarak teşhir edildikleri sobacı dikkanları ile doluydu. Daha sonraları bu üç çarşının, çıkrıkçıların, kavafların demircilerin, Karl Marx’ın Kapital’de ıcığını cıcığını incelediği manifaktür döneminin birer numunesi olduğunun farkına varacaktım.
Altmış yetmiş yıl öncesi eski Ankara’nın bu kesimini anlattıktan sonra, kırsal kesimden de ufak bir bölgeyi özetle anlatmış olmak için, zamanın bağlık bahçelik Keçiören semtinden söz açmıştım. Şimdiki Atatürk Sanatoryumu’nun bulunduğu yerdeki üç katlı, geniş kapılı girişindeki iç avlusunda taş bir havuz bulunan Kırkkızlır Kilisesi ile benzeri eski yapıları dilimin döndüğünce anlatmaya çalışmıştım.
Bu konulara ben değinmiştim ama, konuşmanın sonunda Ali Nejat Bey olsun, Yekta Bey olsun, Burhan Günel arkadaşım olsun konuyla ilgili bilgi ve tanıklıklarını, yorumlarını dile getirmişler ve buluşmamızın çok canlı ve verimli geçmesini sağlamışlardı.
Ben bu canlılıktan ilham almış olmalıyım ki, bir hafta sonra, 24 Nisan günü Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sayın Sinan Aygün’e bir mektup yazıp bu buluşmadan söz etmiş ve Ankara Ticaret Odası’nda da böyle bir söyleşi düzenleyip düzenleyemeyeceğimizi sormuştum. Hakkımda bir fikir edinmeleri için de o sıralar güncel olan “Kapital’in Aydınlığında Alaattin Bilgi” kitabını imzalayarak kargo ile adresine postalamıştım.
Böyle yapmamın bir nedeni ATO Başkanı olarak Sayın Aygün’ün en azından Ankara ticaret erbabını temsil etmesi; bir diğer nedeni, 2004 yılında çok tartışılan Avrupa Birliği konusunda bence doğru olan fikirleri ile bu düşünceleri gerek TV’lerde, gerekse yayımladığı broşürlerde dile getirmiş olmasıydı.
Bir buçuk iki ay kadar bekledim ama konuşma yapma önerime bir yanıt gelmediği gibi kargoladığım kitaba dair de bir işaret almadım. Konuşma yapma önerime yanıt vrememek elbette Sayın Aygün’ün hakkıydı ama temsil ettiği geniş kitleyi de düşünürsek, kendisine imzalı olarak gönderilen bir kitap için ufacık bir teşekkür beklemek bizim de hakkımız değil midir diye düşünmekten kendimi alamadım.
Bu düşüncelerimi yine kargo ile gönderdiğim bir mektupla Sayın Aygün’e ilettimse de geniş sekreteryası olduğunu bildiğim başkandan hiç ses seda çıkmadı.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün ile ilgili bu satırları kişisel bir “yakınma” olarak algılayan da olabilir, ama bence sorun bu değil. Karl Marx’ın Kapital’ini değil, liberal ekonomi yanlısı bir düşünürün kitabını çevirmiş, bu tür bir doktirini savunmuş bir kişi olsaydım herhalde ATO’nun salonları bana açık olurdu. Yoksa siz sosyalist kimliğinizle, doğup büyüdüğünüz, seksen yıl içinde yaşadığınız bir kent üzerine bile olsa, kapitalizmin burçlarından birinde konuşma olanağını bulamıyorsunuz. Burada önemli olan “konuşmanın konusu” değil, “konuşanın kimliği”dir.
Lafı fazla uzatmanın ne gereği var: Ya emekten yanasınız ya da sermayeden. Burada asıl suçlu benim: Eğer ben rahmetli dostum Abbas Sayar’ın sözünü dinleyip, “Sözü dinleyene, anlayana anlatsaydım” bu gibi ıvır zıvır şeyler ile uğraşmak zorunda kalmazdım.
Boşuna dememişler: “Beşer şaşar” diye. Ben de şaştım işte.
Alaattin Bilgi - ankara mektubu

Evrensel'i Takip Et