Eğer şapkam olsaydı
‘90’lı yılların başlarında, henüz Türkiye’de Ermeni olmanın ne ifade ettiğini anlama çabası içindeyken, etrafımdakilerin bir sırdan söz eder gibi alçak sesle sözünü ettiği bir kitap vardı. Fransız Yazar Yves Ternon’un Ermeni Tabusu kitabı, 1915’te Anadolu topraklarında yaşanan dehşeti ayrıntılar
Oysa o gün bilmediğim şey, yayıncı Ragıp Zarakolu’nun, rahmetli Ayşenur Zarakolu ile birlikte, toplumun ortak çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü konularda adım atarken, kimseden, hele hele resmi ideolojinin bekçilerinden asla “izin” istemeyen bir aydın portresi çizdiğiydi. Ne yazık ki, bu ülkenin aydınlarında pek nadir bulunan bir haslettir bu.
Belge Uluslararası Yayıncılığın başka onlarca kitabına olduğu gibi, Yves Ternon’un kitabına da dava açılmış, mahkemenin verdiği cezanın Yargıtay tarafından beraat istemiyle bozulduğu kararın gerekçesinde zikredilen, “Memlekette kışkırtılacak sayıda Ermeni kalmadığından…” cümlesi, hukukun nasıl çarpık bir zemin üzerinde yürüdüğünü göstermişti. Gerçi, Zarakolu’ların hayatı, tam da bu hukuk-guguk realitesini göstermeye adanmıştı adeta. Komünizm propagandası, bölücülük, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, Türklüğü aşağılama gibi suçlamalarla açılmış onlarca dava ve yıllarca mahkûmiyet vardı yaşam öykülerinde...
Ternon’un kitabından birkaç yıl sonra, Akdeniz havzasının ve Anadolu coğrafyasının Arap, Mağribi, Yunan, Kürt, Ermeni, Yahudi gibi farklı halklarına mensup yazarların, farklı dillerden çevrilen eserleriyle, Babil Kulesi efsanesini tersine çevirmeye aday Marenostrum (Bizim Deniz) dizisinin sıkı bir takipçisi olmuştum. Ufku genişleten, halkların slogan düzeyinde çok sevip gerçek hayatta genelde reddettiğimiz “kardeşliğini” bir yayınevine en yakışır şekilde billurlaştıran bu dizi, Türkiyeli okura, dünyanın sadece bizim memleketin kısır çekişmelerinden ibaret olmadığını gösteriyor, bizleri gerçekten dünyalı olmaya ve buna uygun düşünmeye davet ediyordu.
Her neyse, bu kısacık yazıda, yüzlerce kitap yayınlamış, Türkiye’nin insan hakları, adalet ve demokrasi mücadelesinin son 40-45 yılında aktif rol almış ve bu sürede hep mayınlı arazilerde gezinmiş bir fikir adamı olarak Ragıp Zarakolu’nu tanıtmak değil niyetim. Asıl dikkat çekmek istediğim nokta, onun bu zorlu mücadeleyi daima çelebi ruhuyla, güler yüzle, şiddet diline hiç tevessül etmeden, sabır ve metanetle yürütmekte gösterdiği istikrar.
Mussolini, 1926’dan 1937’ye dek hapiste tuttuğu Gramsci için, “Bu beynin çalışmasını yirmi yıl durdurmalıyız” demişti. Ama on bir yıllık cezaevi yaşamında Gramsci’nin beyni durmadı. 32 parçadan oluşan Quaderni dal Carcere/Hapishane Defterleri böyle oluştu. Ne tesadüf, Hapishane Defterleri’nin Türkiye’deki yayıncısı da Belge yayınevidir… Kitabın arka kapağında, İtalyan Komünist Partisi liderlerinden Palmiro Togliatti’nin şu sözü yer alıyor: “Öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinde, son nefesine dek kendi yetileri ile amansız yazgı arasında, çalışmak, öğrenmek ve savaşmak isteyen insan ile, onu yavaş yavaş yitirip tüketen kaba güç arasında böylesine acıklı bir savaş örneği yoktur.”
Bu savaş hiç durmadı, hayatın her alanında devam ediyor. Ragıp Zarakolu’na, Büşra Ersanlı’ya, diğer fikir ve siyasi mücadele tutsaklarına reva görülen muamele, bu mücadelenin günümüzdeki tezahürlerinden biri. AK Parti’nin, Kürt sorununu çözeceğim diye girdiği, ama eninde sonunda geri dönmek zorunda kalacağı yolun çıkmaz bir yol olduğunu, belki başka her şeyden çok, yukarıdaki iki isim simgeliyor.
Ragıp Hoca’nın, bugün parmaklıkların ardında, her zamanki bilgece tavrıyla, mağduriyetin insanı rahatça saran kolaycılığına kapılmak yerine, bu memleketin bin bir meselesi hakkında üzerine düşen sorumluluğu nasıl yerine getirebileceğini düşündüğüne eminim. Eğer bir şapkam olsaydı, onu, ömür boyu durmaksızın gösterilen bu çabanın şerefine çıkarırdım.
*Tutuklu yazarımız Ragıp Zarakolu ile dayanışma amacıyla bu hafta Rober Koptaş yazdı...