14 Nisan 2007 05:00

‘Kendimi azınlık gibi hissediyorum’


Seçkin Yasar’ın ikinci uzun metraj filmi “Sevgilim İstanbul”, 13 Nisan’da sinemaseverlerle buluşuyor. Senaryosunu yazar Nedim Gürsel ve şair İzzet Yasar ile birlikte kaleme aldığı filmin gösteriminden önce görüştüğümüz yönetmen Yasar’a film üzerine görüşlerini sorduk.

Filmin konusundan bahseder misiniz?
İstanbul kökenli Rum bir babanın Yunanistan’da doğan, çift dil ile büyüyen kızı İrini, küçük bir çocukken, babasının Albaylar Cuntası döneminde polislerce evden alınıp götürülmesine tanık olmuştur. Daha sonra da babanın öldüğü haberi gelmiş, ama ölüsü bulunamamıştır. Gazeteci olan İrini ve Ali günümüzde Paris’te bir uluslararası gazeteciler toplantısında tanışmış, birbirlerine âşık olmuşlardır. Ali tehlikeli konuları işleyen, tehditler alan bir gazetecidir aynı zamanda. İrini hem babasının kentini hem de sevgilisini görmek için İstanbul’a geliyor. Sevgilisi Ali karşılıyor rıhtımda İrini’yi. Kızın İstanbul’daki yaşamı mutlu başlıyor. Ama tehdit mektupları alan Ali bir gün ortalıktan kayboluyor. Ali’nin evinde kaldığı için yurtdışına çıkma yasağı konan İrini, iyi tanımadığı bir kentte birini hem de bir yabancı olarak aramanın son derece mantıksız olduğunu bildiği halde, istemeden İstanbul’un kaotik ortamında gazeteci Ali’yi aramaya başlıyor. Sürrealist ve Kafkayen bir arayış içine giriyor kahramanımız.

Babası 6-7 Eylül olayları ile mi Yunanistan’a gidiyor?
1964 yılında sürülenlerden baba. Doğrudan sürülen ya da dolaylı olarak gitmek zorunda bırakılan Rumlardan.

Aynı zamanda filmde bir tarih sorgulamasına da gidiyorsunuz...
Evet, birkaç sahnede tarihe ilişkin diyaloglar var. Bildiğiniz gibi Yunanistan’dan bir arkadaşınız geldiği zaman ortak tarih hep konuşulur. Çünkü uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun şemsiyesi altında yaşamış bu toplumlar. Aynı ortak tarih imparatorluktan sonra da devam etmiş.

İstanbul’un tarihine ve içinde barındırdığı kültürlere göndermeler var filmde. İki toplumu bir aşk hikâyesinde bir araya getirdiniz. Film bir aşk hikâyesi mi sayılmalı, yoksa tarihsel ve politik argümanları daha mı ağırlıklı?
Filmin kahramanları iki arkadaş olsalardı, iki âşık olmasaydılar, Türkiye’de arkadaşını arama serüveni içine sanırım girmezdi İrini. Babasının ölümü ile yaşadığına benzer bir travmayı arkadaşının ölümü ile yaşamazdı. Babasının evini ve okulunu Kurtuluş’ta ararken, baba imgesinin zaman zaman kıza göründüğünü görürüz. Kızın ruhsal durumu bu travma tarafından daha baştan belirlenmiştir.
Ali’yi arama sürecinde Kafka’nın roman kahramanlarının içine düştükleri gibi bir durum var. Bizim gerçeklikte yaşadığımız durum da böyle. Çoğunluğun değil, entelektüellerin, demokratların durumundan söz ediyorum. Bildiğiniz gibi dünyanın her yerinde çoğunluk resmi ideolojinin kuşatması altındadır, resmi ideoloji nasıl düşünmesini istiyorsa öyle düşünür. Ama her ülkede yine entelektüeller ve demokratlar, resmi ideolojinin dışında düşünebilme kabiliyetine sahiptir. Niçin? Çünkü bunlar daha üst sınıflardan gelirler, daha çok okuma imkanına sahip olabilmişlerdir, dünyaya daha farklı bakma şansları vardır. Çoğunluk da bu imkana sahip olsaydı, çoğunluk da resmi ideolojinin sultasından kurtulurdu.
Ben 27 Mayıs’ı da gördüm. Ondan sonra gelen bütün darbeleri yaşadım. Ondan sonra gelen öldürmeleri yaşadım. Biz faili meçhul cinayetler, faili meçhul kayıplar içinde büyüdük. Bu ölümlerin hiçbir zaman failleri bulunamadı. Bir cinayet oldu ve o cinayetin arkasından bilgi kirlenmesine maruz kaldık. Bilgi kirlenmesi içinde her şey örtbas edildi ve paketlendi, bir kenara konuldu. Bir kişi öldürdü denildi. O kişinin ölümlerin kararını alan kişi olmadığını biliyoruz, o sadece tetikçi. Bilgi kirlenmesi içinde, örtbas harekâtı içinde biz adeta sürrealist bir ülkede yaşıyoruz.
Benim baş kahramanım yabancı bir kadın. Neden yabancı seçtiğime gelince, ben de kendimi ülkemde yabancı gibi hissediyorum. Biz ülkenin demokratları ülkemizde kendimizi yabancı gibi hissediyoruz. Çoğunluk resmi ideolojinin görüşünden kurtulamıyor. Yoksulluk, para kazanma derdi, yorgunluk nedeniyle bunları düşünmeye vakti yok. Biz bunlar düşünülsün, ortaya çıksın diye heyecan duyan, acı çeken, bu atmosferde yaşamak istemediğimizi bağırmak isteyen kişiler azınlıkta kalıyoruz, azınlığız. Bu bizim ülkede nefes almamızı zorlaştırıyor. Film o yüzden Kafkayen, sürrealist.

Peki kahramanın kadın olması bilinçli bir tercih mi? Siz sinema hayatınızda kadın olarak sorunla karşılaştınız mı?
Kahramanlarım hep kadın oldu. Başka türlü düşünmedim. Niye kadın derseniz, ben de bir kadınım ve bu toplumda kadın olarak mevcudum. Türkiye’de kadın ve erkeğin aynı şeyleri yaşadığını düşünmüyorum.
Ben kadın birey olarak, bireysel hayatımda hiçbir ayrıma maruz kalmamış az sayıdaki kadından biriyim. Bu kadınlar ayrımcılığa maruz kalmıyor anlamını taşımıyor. Gerek Türkiye’de gerek dünyada ayrımcılığa maruz kalıyor, şiddete maruz kalıyor ve bir kadının kendi mesleki alanında var olabilmesi erkeklere göre çok daha fazla efor sarf etmesini gerektiriyor. Sinema alanına gelince daha seçkin bir alan. Ben asistanlık yaptım, dolayısıyla asistanlık yaptığım dönemde, film yaptığım dönemde somut bir ayrımcılıkla karşılaşmadım.
Sinema alanı çok vahşi bir alan, yalnız Türkiye’de değil, dünyada da böyle. Çünkü sinema yapmak çok çok zor bir şey, çok fazla sayıda parametreleri olan bir şey. Pasta küçük, paylaşmak isteyen çok, sonra sanat ürünü olarak filmi tek başınıza üretmiyorsunuz, bir ekiple bitirmek zorundasınız.
Bir de en önemlisi para bulma aşaması. Türkiye Batıya göre daha fakir bir ülke olduğu için yönetmenin yaratıcılığa ayıracağı zamanın büyük bir bölümünü alıyor. Parayı kendisi bulmak zorunda. Amerika’da filme para koyan kapitalist var, Avrupa’da var, ama Türkiye’de sinema alanına para yatıran finansör, prodüktör yok. Filmin parasını sponsorlardan, fonlardan bulmaya çalışıyorsunuz. Para bulmak deveye hendek atlatmak kadar zor oluyor. Yönetmen mecburen kendi şirketini kuruyor, parayı kendisi buluyor, filmi öyle çekiyor. Bu gerçekten de zor. Kadın yönetmen de erkek yönetmen de zorluklarla eşit derecede karşılaşıyor. Ama kadınlar bu cenk alanından daha çabuk çekilebiliyor yapıları gereği. Kadınlar savaşçı değil, daha barışçıl, bu yüzden de Türkiye’de de dünyada da kadın yönetmen sayısı daha az. (İstanbul/EVRENSEL)
Anita Kazeroğlu

Evrensel'i Takip Et