19 Mart 2007 00:00

Nehir üzgün, dağ kızgındı


Guatemala’da bir köşe yazısına sığmayacak kadar derin acılara tanıklık ettim. Bu tanıklık paylaşılmayınca, kolay hafiflemiyor. Acılar, yalnız insan eliyle olmuyor bu topraklarda da. Doğa, en az insanlar kadar acımasız davranıyor. Dumanları tüten yanardağların yanından geçip, bir krater gölünün yanı başına yol alırken, Avrupa’nın değişik ülkelerinden meslektaşların o dumanlara bakıp dehşetle birbirlerine göstermelerine biraz mesafeli bakışım onları şaşırttı. Mesafeli değildim ama benim için şaşırtıcı değildi görüntü. Zeminin her alanda başka türlü kaygan olduğu benzer bir ülkeden geliyordum, belki de ondan.
Askerin giremediği barış parkı
Otobüsün içinde dünyanın dört bir yanından adli bilimler alanında çalışan insanlar vardı. Kolombiya’dan iki genç kadın yanıma geliyor. Birileri işkencenin etkin soruşturması için el kitabı- İstanbul Protokolü’nün yazarlarından biri olduğumu söylemiş. Hemen bir eğitim de Kolombiya’da düzenleyelim deyiveriyorlar. Karşılaştıkları zor olguları paylaşıp görüşümü soruyorlar. Birlikte tartışıyoruz. İstanbul Protokolü’nün kendileri için bir başucu kitabı olduğunu öğreniyorum. İçimden birlikte çalıştığımız tüm dostlara teşekkür ediyorum. Birlikte hayal kurmak güzeldi, hayallerin gerçek olması daha da güzel.
Atitlan Gölü’nün kıyısına gelmek için uzunca bir tırmanıştan sonra, tepeden gördüğümüz göl kıyısında, kadınlar bir yarış içindeymişçesine çamaşır yıkıyordu. Duvar resmindeki o muhteşem renklerin nasıl bir araya geldiğini anlamak kolaydı. Ellerinde, üzerlerindeki renklerden bir demet, gölün gölgeli mavisindeki yansımaları ile Maya kadınları tenekelerden evlerinde akmayan sulara inat, koca bir gölü çamaşır teknesine dönüştürmüşlerdi.
Gölün kıyısında, geçen yıl meydana gelen bir toprak kayması sonucu tümüyle haritalardan silinen bir köyün kazı alanına doğru gidiyorduk. Yürürken bir parkın içinden geçtik. Barış ismi verilmiş olan bu park içinde bir yazıt vardı. Yazıtta bu parkın içine hiçbir askerin giremeyeceği yazıyor, park içindeki bir başka anıtta o köyde askerler tarafından öldürülmüş insanların isimleri yer alıyordu. Anlatılanlara göre o parkın tam karşısında bir askeri üs varmış. O parkın olduğu yerde isimleri yazılı insanlar kurşuna dizilmiş ama köy toplu mücadelesi sonucunda askeri üssü de o topraklardan söküp atmış. O alanı bir park olarak düzenleyip, önüne de “askerler giremez” yazmışlar.
Parkın biraz ilerisinde kazı alanından çıkartılan ölülerin incelendiği, kimliklendirme çalışmalarının yapıldığı laboratuvar ile hâlâ kimliklendirilememiş 9 kişinin içinde beklediği soğutucu var. Köyden 5 kişi ise hiç bulunamamış. Yapılan çalışmaların slaytlarını hep birlikte izliyoruz. Onca acının ardından, slaytlarda kendilerini gören kadınlar, çocuklar gülümsemeyi hâlâ başarıyor. Ölülerini bulan, kimliklendirip onlara veren, özlemlerini giderip yas sürecini tamamlamalarına olanak sağlayan ekibe minnetle bakıyorlar.
Dağın verdiği ceza!
Kazı alanına gidiyoruz. Uzaktan bir başka yanardağın etekleri görünüyor. Köyü yutan toprakların kopup aktığı alan yemyeşil sırtların arasında açık bir yara gibi görünüyor. Anlatıyorlar. Üç gün yağmur dinmemiş. Köyü bırakıp gitmeyi düşünmüşler toprak kayması olur düşüncesiyle ama gene de kalmışlar. İhtimal vermemişler. Olmaz bir şey diye düşünmüşlerdir. Bizler de bu topraklarda hep öyle düşünmez miyiz? Olmaz bir şey! Tüm o olmazlar olur oysa. Deprem olur, heyelan olur, her zaman olur… Neredeyse 3 metre yüksekliğinde toprak yığılmış köyün üstüne. Köy yerindeki derme çatma barakaları sürüklemiş götürmüş akıp gelen toprak, sürükleyemediğini altına almış insanlarla beraber.
Bunu o köye verilmiş bir ceza saymış kimileri. Bu köy devlete karşı durmuş. Askeri oradan sürmüş. Bunun cezası da, dağ tarafından verilmiş işte. Nehirlerin üzgün olduğu bir coğrafyada, dağların da kızgın olma gücü olmasına neden şaşıralım ki!
Devlet uluslararası baskılar karşısında duramayıp, köyden hayatta kalanları yerleştirmek üzere bir yerleşim alanı inşa etmiş. Öyle dediğime bakmayın. Tenekelerden barakalar bunlar da… Kışın soğuk, yazın fırın gibi. Avrupa Birliği’nin simgesi mavi üzerine yıldızlar gözümüze ilişiyor su tanklarının üzerinde. Kadınlar ocakların üzerinde kete pişiriyor. Ama bunlar mısır unundan, öyle olunca da isimleri değişip tako oluyor. Değişmeyen ise yanına katık edecek başka bir şey olmaması. Toz içinde kalıyoruz. Çocuklar toza bulanmış, gözlerinden akan yaşlarla, akan sümükleri o kızıl derilerini ancak gösteriyor. “Ola” diye sesleniyorlar, boyunlarını büküp küçücük ellerini uzatarak. Fotoğraflarını çekmek isteyen bir arkadaşımızdan 30 ketsales (Guatemala parası) istiyor kadınlardan biri. Dönüp gidiyoruz. Dönüp gidilebilir mi gerçekten, gidilse unutulur mu? Bu gördüklerimizi anımsamak için fotoğraf olması gerekmiyor. Hiç gerekmedi…
Antigua’ya dönüş
Kaldığımız şehre dönüyoruz. Antigua’ya. Antigua bir müze şehir. UNICEF’in dünya mirası listesinde. Bir müzede yaşıyoruz toplantı boyunca. Şehrin sokakları arasından görünen yanardağ tütüyor. İspanyol mimarisinin bütün özelliklerini yansıtan, doğanın renklerine boyanmış evler arasında parke taşından daracık sokaklar uzanıyor. Kocaman bir el sanatları çarşısında Maya kadınlarının dokumaları, dokumalarında hayatları var. Duvar resmindeki renklere, bir resimde anlatılanlara şaşmamayı öğreniyorum o dokumalardan. Dokumalar tanıdık, yaşananlar kadar…
Dumanı tüten yanardağlara şaşırmamayı öğreneli çok oldu benim yaşadığım topraklarda. Uçaktan baktığımda dikkatimi çeken ilk görüntü bir dağın tepesine kurulmuş, başka dağların arasında kalıvermiş şehirdi. İnerken uçak dağların arasında sıkışıp kalacakmış gibi, indiğimiz tepe uçak duramadan bitiverecekmiş gibi. Sıkışmadık, tepe bitmedi. Ne inerken, ne de giderken. Ama yüreğimin bir bölümü o dağların arasında sıkışıp kaldı. Geri çağırmadım.
Filipinlerin muz yapraklarından evleriyle, Mayaların tenekeden evleri arasında bir koca dünya var. Onları birleştiren ise geride bıraktığım yüreğim. Yüreğimiz. O yürekte bu dünyada onlar için, tüm ezilen, sindirilen, öldürülen, işkencelerden geçen insanlar için çarpan yüreklerden bir parça var. Onun için kolay bitmez biliyorum. Dünyanın her köşesine ulaşacak, yetecek kadar büyüktür o yürek, yüreğimiz. Her gittiğim yerde bıraktığım bir parçanın yerine, onlarca parça katıyorum yanına. Maya kadınlarının renkleri, Irak’ta, Afganistan’da, Sudan’da, Türkiye’de yaşayan kadınların renklerine karışıyor. Barış parkını kuranlara selam ediyorum. Onca yaşananın ardından, yaşadıklarını bize resimlerle, türkülerle anlatan insanlara. Acılarını paylaşıyorum, paylaştırıyorum insanlara. Nehirler üzülmesin, kızgınlıktan köpürsün dağlar.
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı

Evrensel'i Takip Et