Karadenizli otoriteden uzaklaştıkça kendisi olabiliyor
Kimse kızmasın ama bir Karadeniz albümünü seveceğim hiç aklıma gelmezdi. Biliyorum, “Peki Kazım Koyuncu” diyeceksiniz… O zaman şöyle anlatmayı deneyeyim; tulum ya da kemençeyle çocukluğunda düğünde dernekte tanışmamış bir insanın kulağının bu sazları kabul etmesi zor, takdir edersiniz ki. Karadenizli olmak l
Uzun zamandır hayranlarınızın albüm yapmanızı beklediklerini biliyorum. Bu albüm de ‘alın işte’ der gibi olmuş. İki CD, çok ciddi bir kitapçık. Geriye bir şey bıraktınız mı, merak ediyorum.
Güzel bir grupta (Kardeş Türküler) solist olarak müziğe başladım, başka müzisyen arkadaşlarla da çok güzel projeler yaptım, bu nedenle uzun süre solo albüm düşünmedim. Daha sonra; kadın şarkılarından oluşan güzel bir repertuvarımız var, albüm yapalım dedik, çeşitli nedenlerle olmadı. Şimdi bakıyorum da iyi ki olmamış. Çünkü albüm yapmak repertuvardan ibaret değilmiş. Belli bir birikim gerekiyor. Bu birikim de sizi başka arayışlara, başka dertlere yönlendiriyor doğal olarak.
Helesa ile albüm yapmanız da beklentiler arasındaydı sanırım…
Helesa bir eğitim, araştırma projesi. Albüm projesi gündeme geldiğinde Helesa, bir müzik grubu olarak müzik piyasası içerisinde yer almak istemediğine karar verdi. Benim bu konudaki çabalarımı ise sonuna dek desteklediler. Masa başında bir şarkı için günlerce tartıştığımız, okuduğumuz, araştırdığımız oldu... Sonrasında şoförlük yapmaktan, stüdyoda çay servisine kadar bütün aşamalarda vardılar, beni hiç yalnız bırakmadılar. Sadece emeğiyle değil entelektüel birikimiyle de Helesa hep yanımdaydı.
Zaten sizin de oluşumuna katkıda bulunduğunuz bir ekip değil mi?
Evet. 2001 yılında bir araya geldik ve kent kültürü içerisinde kaybolup sadece ayda bir bara gidip iki horon edip “Ben de Karadenizliyim biliyor musun?” muhabbeti yapan kentli Karadenizlilerden olmak istemedik. O coğrafya ve kültürle kurduğumuz ilişkiyi -ki hayatımızın bir parçası gerçekten- hakiki bir şey olarak var etmek ve sunabilmek istedik. Kültüre belli bir mesafeden yaklaşmak gerekiyor; “Ben de Karadenizliyim, ne güzel kültür” demek yetmiyor. Kültürümüzün içerisinde yer alan, onaylamadığımız özelliklere dair -birtakım iktidar ilişkileri gibi- eleştirel bir bakış açısı geliştirmeye de çalıştık.
KARADENİZLİ OLMANIN BİN BİR HALİ VAR
Albüm kapağında Helesa’nın ‘Gölge ile hakikati karıştırmamak lazım’ dediği şey mi bu?
Herkes kendince bir Karadeniz kültürü yaşıyor. Doğu Karadeniz dediğimizde çok kültürlü bir coğrafyadan bahsediyoruz. Çok basit bir şarkının bir sürü çeşitlemesi var, bize “Doğrusunu söylemişsiniz, yanlışını söylemişsiniz” gibi şeyler deniyor. Bunun doğrusu, yanlışı yok… Karadenizli olmanın bir hali yok, bin bir türlü hali var.
Benim bir derdim var dediniz; neydi bu dert?
Doğu Karadeniz’deki çok kültürlülüğü kadınların dünyasından anlatmaktı o dert. Kadın kültürü ve çok kültürlülük kendi müzik hayatımda yaptığım çalışmaların temelini oluşturuyor zaten. O yüzden ilk defa gündeme gelmiş bir şey değil. Müziğe Boğaziçi Üniversitesinde başladım. Üniversiteye geldiğimde Kardeş Türküler’in içerisinde buldum kendimi bir anda. Bir sürü dilde şarkı söylüyorduk. Ben hayatımda ilk defa bu dilleri duyuyordum, müziklerini ilk defa dinliyordum. O kadar cahilim ki; İzmit’te lise okumuşum, dar bir çevrede yetişmişim ve çok muhafazakar bir aileye sahibim. Lisede Çerkesleri, Gürcüleri duymuştum… Onlar da Kafkas Türkleri tabii! (Gülüyor) Kürtler; bölücü! Kör cahil bir insan olarak gelip, ne kadar zengin bir coğrafyada yaşadığımı ve üstelik yan yana olduğumuzu fark edince çok şaşırdım. Ondan sonra bu çok kültürlü perspektifle Karadeniz coğrafyasına bakmaya çalıştım. Lazlarla ilgili sadece bir kitap vardı piyasada, o da Lazların Gürcü olduğunu iddia eden bir kitaptı. Milliyetçilik işte, her yerde aynı. Biz burada herkesi Türk göstermeye çalışıyorsak orada da herkesi Gürcü göstermeye çalışanlar var (Gülüyor).
Araştırmalarınızda kitaplardan faydalanamadığınıza göre neler yaptınız?
Kardeş Türküler’in ilk albümünde Lazca bir eser seslendirecektik onun için bir çalışmaya girmiştik. Okudukça sıkıldım, kafam daha çok karıştı; Lazlar’ın tarihi, yok Bizanslılarla savaşıyor, yok Perslerle… Kitapları kapatıp, kalktım gittim Laz teyzelerle oturup sohbet ettim. O coğrafyadaki insanların hayatlarını bilmek bana çok şey kattı. Birdenbire müzisyen olarak çok başka sesler duymaya başladım ya da sahnede söylerken artık bambaşka bir hal oluşuyordu. Coğrafyamı tanıdıkça kendimi de tanıma, anlama şansım oldu.
YEDİ AYLIK HAMİLE NEDEN TULUM DUYUNCA HORONA ATLAR!
İnsan kendini illa ata topraklarındaki kültürün bir sonucu olarak algılamayabilir!
Tam öyle değil tabii ki. Çocukluğumun yarısından fazlası İzmit’te geçti. mayıs ayı gibi Karadeniz’e geçer, eylül gibi dönerdik ama geri kalan bütün aylar “Ne zaman Karadeniz’e gideceğiz?” diye düşünmekle geçerdi. Özellikle benim gibi doğayı çok seven bir çocuk için Karadeniz mükemmel bir yer. Dizlerimde ağrılar oluyordu, sokağı sevmezdim o yüzden. Oturup hayal kuran, Karadeniz’e gidince de ağaçlarla konuşan, yaprakları dinleyen bir çocuktum. Oldum olası kendimden büyük insanları sevmiş, yanlarında oturup muhabbetlerini dinlemişimdir. Yani yarı kentli de olsam Karadenizlilik hali baskındı. Üniversitede yurt odasında yedi kişi kalıyorduk, herkes başka yerden. Tatil dönüşü masanın üstünde bin bir çeşit yemek oluyor, herkes farklı bir Türkçe konuşuyor. Başka insanlarla, kültürlerle karşılaştıkça sizi siz yapan özellikler hakkında düşünmeye başlıyorsunuz. Neden 7 aylık hamile olmama rağmen tulum duyunca horona atlıyorum diye düşünüyorsun. (Gülüyor)
Bir anda müzik, antropoloji, sosyoloji…
Evet, hepsi iç içe giriyor ve fark ediyorsunuz, halk müziğiyle uğraşıyorsanız çok şey bilmek gerekiyor oradaki hayata dair. Tabii neyi seviyorsanız… Mesela benim balıkçılık, av ve erkek kültürü üzerine bir çalışmam yok. Biraz merak, biraz da feminizmle ilgilenmiş olmak farklı bir bilinçle kadın kültürü üzerine yoğunlaşmamı sağladı.
‘BÖLÜCÜ DİLLERDE ŞARKI SÖYLÜYORSUNUZ’
Ortalama bir algının göç kelimesini yakıştıracağı en son yer Karadeniz olur herhalde. Herkesin Laz olduğu, ‘celeyrum, cideyrum’ diye konuşan, uzun burunlu, tulum gördü mü zıplayan insanların yaşadığı bir garip yerdir Karadeniz! Neden bu kadar zenginken bu kadar fakir görünüyor Karadeniz?
Karadeniz coğrafyasının ne tür gerçeklikleri olduğunu orada yaşamış insanlar iyi kötü bir şekilde bilir. Ama Anadolu’nun diğer bölümlerinde kalan insanların kafalarında tam da söylediğiniz gibi bir Karadenizli profili var. Bu nasıl oluşuyor? Popüler kültür üzerinden elbette. Türk sinemasında, dizilerde, birtakım yazılı eserlerde çizilen Karadenizli profiline bakın! Karadenizliler 24 saat horon oynayıp, sürekli fıkralar anlatan insanlarmış gibi düşünülebiliyor. Karadenizliler bile daha yeni yeni “Nasıl bir coğrafyadayız?” diye sorgulamaya başladı. Tek tipleştirmenin yıllardır getirdiği bir şeyi kırmak o kadar da kolay değil.
Hala Hemşince, Çerkesce, Rumca Karadeniz’in bir parçası sayılmıyor, öyle değil mi?
‘90’lardan beri Fuat Saka, Kazım Koyuncu, Birol Topaloğlu önemli çalışmalar yaptılar tek tipleştirmeyi kırmak için... Son dönem genç arkadaşların da pek çok çalışmaları çıktı; Karmete, Marsis… Onlar da albümlerde ağırlıklı Lazca olmak üzere, Gürcüce, Hemşince şarkılar söylediler, söylüyorlar. Ama hâlâ bu dillerde şarkı söyleme sorunları devam ediyor. Helesa olarak Karadeniz’de bazı konserlerimiz iptal edildi mesela.
Neden?
Politikmişiz.
Niye siz, diğer sanatçılar daha az politik değiller!
Karadeniz’deki çok kültürlülüğe vurgu yapan ve politik olarak yöredeki sorunlara duyarlı müzisyen arkadaşlarım var. Onlar da farklı sorunlarla karşılaşıyordur elbette. Bizim yaşadıklarımız daha çok yaptığımız işle kurduğumuz ilişkinin rahatsız edici olması. Karadeniz müziği yapıyorum ama hiçbir zaman sadece Karadenizliler için yapmıyorum, Karadenizli olduğum için de yapmıyorum, buradaki kültürlere insanlığın ürettiği bir değer olarak bakıyorum. Şimdi Hemşince bir şarkı dediğinizde, nasıl derlediğinizi ve o çok kültürlülüğü vurguladığınızda, bunun sadece eğlencelik, nostaljik bir şey olmadığının altını çizdiğinizde birileri rahatsız oluyor… Çayeli’nde bir konserimiz iptal edilmişti. Konseri iptal eden kişi: “Siz bölücü dillerde şarkılar söylüyorsunuz!” demişti. Neymiş o diller diye sorduğumda “Lazca söylüyormuşsunuz” cevabını aldım. Lazca yüzyıllardır burada köylerde konuşuluyor, kimsenin bir yeri böldüğü ettiği yok oysa.
Karadeniz milliyetçi olmak zorunda olduğu için mi kendi konuştuğu dili bile kendine yasaklıyor…
Haklısın, Karadeniz’de dikkat çekici bir oto sansür var. Öyle bir korku aşılanmış ki insanlara çocuklarına kendi ana dillerini öğretmiyorlar. Bu dilleri öğrenmenin Türkçe öğrenimini zorlaştırdığı, zaten bu dillerin de işe yaramaz diller olduğu söylenmiş yıllarca. İnsanlar kendi dillerinin kökenini bilmiyor. Sarp sınır kapısı açıldıktan sonra komik şeyler yaşanıyor. Bir adam Rus pazarlarında getirdiği malları satmaya çalışan pazarcıların konuşmalarını anlayınca “Nece konuşuyorsun?” diye soruyor pazarcıya, “Ermenice” yanıtını alıyor ve kendi konuştuğu dilin Ermenice olduğunu öyle fark ediyor.
YAYLAYA ÇIKTIKÇA AZALAN MİLLİYETÇİLİK
Nezih Ünen’le röportaj yapmıştım Anadolu’nun Kayıp Şarkıları için… Bir tek Karadeniz’de Rumca söyletememiş, ‘Biz bilmeyiz’ demişler.
Arkalarından çalıp söylemişlerdir ama (Gülüyor). Rumca konuşulan bir bölgeye gitmemiş de olabilir elbette. Yalnız insanların Rumca şarkı söylemek konusundaki çekincelerini de gayet iyi anlıyorum. Orada çalışırken gidip “Bana Rumca şarkı söyler misiniz? Eskiden Ermeniler mi vardı burada?” gibi soruları asla sormadım. Eğer aranızda bir dostluk varsa sohbet sırasında bunlar zaten açılan konular oluyor. Benim aile çevremde de, arkadaş çevremde de milliyetçi birçok insan vardır. Bu insanların yaşantılarının söylemleriyle uymadıklarını görüyorum. Mesela söyleminde “Pis Ermeniler” der ama ben Ermeni bir arkadaşımla Karadeniz’e gittiğimde onu çok iyi karşılar, oturur sohbet eder, benzer kelimeleri karşılaştırırlar falan… Bir süre sonra muhabbet genişleyince “Aslında eskiden bizim burada da Ermeniler varmış” diye başlar. İnsanların üzerinde öyle büyük bir korku ve baskı var ki… Oradaki milliyetçilerin merkezde başka, köyde başka, yaylada başka bir söylemi vardır. (Gülüyor) Yaylaya gitsen oturmuş rakı içerken Rumca türkü söyleyen çok insan görürsün. Çünkü otoriteden uzaklaştıkça daha kendileri olabiliyorlar. Milliyetçilik meselesine gelince bence Karadenizliler en az diğer bölgedekiler kadar milliyetçi ama son dönemde bölgedeki milliyetçiliğin körüklendiğini görmezden gelemeyiz.
O DİL ÖLECEKSE YAPACAK BİR ŞEY YOK
Hemşince söylüyorsun. Yok olacağı söylenen bir dilde şarkı söylemek çok acıklı bir şey değil mi?
Bir dilin yok olacağını düşünmek üzüyor elbette beni. Karınca kararınca o dillerde şarkılar söyleyerek bu seslerin başka insanlara ulaşmasına, biraz daha yaşamasına ya da başka şekillerde hayat bulmasına bir katkım olduğunu bilmek bana mutluluk veriyor. Ancak bir dilin yaşamasına, yaşayacaksa hangi koşullarda yaşacağına karar verecek insanlar yine o dili konuşan insanlar. Bu dillerin hiçbiri benim ana dilim değil o yüzden bir insan, bir müzisyen olarak benim yapabileceğim şey insan soyunun ürettiği bu zenginlik, güzellik için o dillerde şarkılar söylemek.
Farklı dillerde söylemek çok büyük bir sorumluluk değil mi?
Kesinlikle. Şarkı söylerken dil kullanımına dikkat etmek gerekiyor. Bilmediğimiz bir dilde ekstra zorluklar var ama benim etrafımda hep o dilleri çok iyi bilen dostlarım oldu. Bir de üniversitede aldığım dil eğitimi de bilmediğim bir dilde çalışırken kolaylık sağlıyor. Bu konuda pek yetenekli değilimdir, ancak çok çalışıyorum en iyisini yapmak için.
İKİ İSMAİL TÜRÜT VAR
Ne yazık ki Karadeniz müziği deyince İsmail Türüt geliyor akıllara. Nasıl değerlendiriyorsun bunu? O dinlediğimiz şey Karadeniz müziği mi?
Ben İsmail Türüt dinliyorum. İsmail Türüt ya da Davut Güloğlu gibi popüler insanların yaptığı müzik Karadeniz kültürü içerisinde bir yeri temsil ediyor, bir gerçekliği var. Bu müzikleri dinleyen, bunlarla eğlenen insanlar var. İsmail Türüt üzerinden tarif edilmeye çalışılan piyasa içerisinde müzik yapan müzisyen arkadaşlara baktığımızda, bir kısmının yöre müziğini, yöre insanı ve onların psikolojilerini çok iyi bildiğini görüyorum. İsmail Türüt’ün hemen hemen her albümünde oradaki yörenin müzikal özelliklerini taşıyan çok enteresan parçalar vardır. Ayrıca vokal kullanma tarzı da bazı şarkılarda çok iyidir. Fuat Saka ile iki albümü vardır İsmail Türüt’ün; özellikle ilki benim başucu arşivimdir. Müzikal üretimleri ile kişisel özelliklerini, siyasi görüşlerini aynı yerden değerlendirmemek gerekir.
‘İSTANBUL İNSANI YİYEN BİR YERDUR’
Kitapçıkta şarkı sözlerinin başında birtakım anlatımlar var, kimin onlar? ‘İstanbul insanı yiyen bir yerdur’ gibi… Çok beğendim de...
(Gülüyor) Anneannem söylemişti onu telefonda. Her bir şarkı için bir dramaturgi çalışması yaptık. Albümde yazılı hikayeciklerin bir kısmı bire bir görüşmelerde dinlediklerimden bende kalanlar, bir kısmı benim oluşturduğum hayal ürünü hikayeye dair şeyler. Sanki oturmuşum yaşlı bir kadınla sohbet ediyorum diye düşündük. Hikayelerin her biri şarkıların aranjesinin esin kaynağı ve kadınlarla yaptığım sohbetlerden bir bölüm olarak kurgulandı.