11 Mart 2012 14:54
Yard. Doç. Dr. Ahmet Yaraş

Telefondaki ses : -Dün gece yarısı bir tır içinde bir kelle ile heykel bulduk ! Savcılık da sizi bilirkişi olarak atamış. Tırı bekletiyoruz. Gelip hemen bakmanız lazım diyor.   
- Kafatası benim konum değil. Bölümde antropolog arkadaşlar ilgileniyor diyorum. Neden ben hem de bu saate.  … Söyleniyorum. Sizi bekliyoruz diyorlar. Bugün arabamı eşim alacak, arabam yok diyorum. Ama nafile... Biz sizi alırız diyorlar. Peki, kahvaltıdan önce hemen alın diyorum. Balkonda güzel keyifli bir kahvaltı vs. her şey yalan olacağını düşünüyorum.  Beklemeye başlıyorum. Saat 9.30’da genç bir delikanlının kullandığı gri bir kamyonet yaşadığım sokağın köşesinde beni almaya geliyor. Doğru Kapıkuleye gidiyorum. İlk kez pasaportsuz sınırdaki ara bölgeye giriyorum.  İyi döşenmiş koridor ve odaları geçince, kısa boylu şişman bir şoförün oturduğu odadan içeri alıyorlar. İçerde masa başında genç iki memur oturuyor. Buyur ediyorlar. Ben onları göz ucuyla selamlarken duvarın yanındaki masada duran eserlere gözüm takılıyor. Elim hoş bulduk diyen memurlarda, gözüm masada.
İnanılmaz!, Harika!, Muhteşem! Sözcüklerinin ağzımdan döküldüğünün farkında bile olmuyorum. Bu insanlara kabalık ettiğimin farkında değilim. En azından nezaketen bir ön selamlaşmayı es geçtiğimi belki bir saat daha sonra fark ediyorum.
Hocam! -Bu eşyaları bulduk diyorlar. Bir kelle ile  bir heykel.
Masanın üstünde altında süngerimsi bir dokunun üzerine duran bronz bir kadın başı ile bronz heykelcik duruyor.
Biz arkeologların hayallerini süsleyen bronz kadın başı günümüzden 2300 yıl öncesine ait gerçekten muhteşem bir eser. Diğeri günümüzden belki 5000 yıl öncesine ait bir adak eseri. Biri olasılıkla Güneydoğu Anadolu’dan diğeri Batı Anadolu’dan iki muhteşem eser. Müzelerde bile çok nadir insan boyunda bir kadın heykelinin sadece baş kısmı. Tüm detayları ile işlenmiş üzerinde daha toprağı duruyor.
Aksaray’lı tır şoförüne göre yakın bir arkadaşı, Trabzon tereyağını İstanbul’da, Almanya’daki bir arkadaşına göndermek için buna vermiş. ‘Tereyağı gibi eseri’ gerçekten koruyacak şekilde sarıp sarmalamış, paket yapmış, aracın portatif buzdolabına koydurmuş. Kapıkule’ye daha önce gelen uyarı üzerine, tır X-RAY cihazından geçerken ekranda bu kelle algılanmış. Arama yapılırken bulunmuş.  
Gümrük muhafaza memuru arkadaşların deyimiyle konum olduğu için ‘kelleyi’ yaklaşık yarım saat heyecanla her bir yanını inceledim. Aynı arkadaşlar, -Hocam gözleriniz yaşardı! dediklerinde sakinleşmem gerektiğini hissettim. Memurlardan biri masasındaki bilgisayarı rapor yazmam için verdi. Raporumu yazarken, memur arkadaşlar ısrarla bu eserlerin kaç para edeceğini soruyorlardı. Ben bunu söylemeyeceğimi çünkü gerçekten bu piyasayı bilmediğimi anlatmaya çalışıyordum. Biz arkeologlar hayatımızı böyle bir eseri, kazı alanında konteks içinde bulmakla harcıyoruz diyorum. Onların benim anlattığımı anlamakta zorluk yaşadıklarını gözlemliyorum.  Ama nafile! Yarın gazetelerde işte şu kadar değerli bir heykel Kapıkule’de ele geçti diyecekler. O eserin tarihteki yerinden çok kendilerine göre maddi değeri önemli olacak.  Belki sayfada yer bulabilmesi için bu, yazı işlerinde şart koşulacak.
Bu arada şoför, İstanbul’daki avukatı ile telefonda konuşuyor. Arada sırada sahteden, kelleyi veren çok yakın arkadaşına galvaniz küfürler sarf ediyor.  Telefondaki ses önemli olmadığını, herhalde öğleden sonra serbest bırakılabileceğini söylüyor. Şoför lakayıtsız sandalyede otururken belki sadece alacağı yolu düşünüyor. Sadece zaman kaybettiği için üzülüyor gibi.
Sonradan öğrendim ki Gümrük Muhafaza Memurları herhangi bir uyuşturucu veya kaçak mal bulduklarında maddi değerinin üzerinden ödüllendiriliyormuş. Eski eser bulduklarında ise değerini biz bilirkişiler ifade edemedikleri için ödül alamıyorlarmış. Anladım ki eski eser bu nedenle onları hiç heyecanlandırmıyor. Benim gözüm yaşarıyor. Heyecandan yüreğim duracak gibi oluyor.  Onlar için ise bir yığın tutanak, rapor vs. vs.
Yarım saatten fazla en büyük milliyetçiliğin bu eserlerin bulunduğu kontekstten çıkmasını önlemek, dolayısı ile kaçak kazı yapmamak ve eski eser kaçakçılığının uyuşturucu kaçakçılığından daha kötü olduğunu bu topraklardan eski eser çıkışını engellemenin gerçek anlamda milliyetçilik olduğundan dem vuruyorum. Avrupa’nın uyuşturucuya ve insan ticaretini engellemek için her türlü önlemi ve teşviki aldığını ancak Türkiye’nin bunlara ek olarak esas probleminin eski eser kaçakçılığı olduğunu söylüyorum. Ama anlıyorum ki nafile. Bizim, daha ilkokulda çocuklarımıza daha iyi bir vatandaşlık bilgisi, gerçek anlamda doğru bir milliyetçilik bilincinin verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sadece Gümrük Muhafaza memurunun değil, kentin valisinden öğretmenine, avukatından hâkimine kadar herkesin yasaları daha iyi yorumlamak, uygulamak işin bir başka tarafı tabi.  
Öğreniyorum ki her gün sınırdan kaçırılmaya çalışılan eserler sınır kentlerindeki müzelere geliyor. Oysa biz bu eserleri Türkiye’ye geri getirmek için her yıl binlerce dolar sadece yabancı avukatlara vermek zorunda kalıyoruz. Bir yandan da halen binlerce eser, tırlarla, teknelerle, gemilerle yurtdışına kaçırılıyor. Bakanlarımız övünüyor! Bu yıl şu kadar eseri Türkiye’ye geri getirdik! Ya gidenler…
Ne yapmalıyız? Niçin bu eserler gidiyor? Neden her yıl geri getirilmesi için milyon dolarlar harcıyoruz? Görevli bu insanlar bu konudan neden ödüllendirilmiyor? O tır şoförü yurtdışına aslında memleketi sattığının farkında mı? Neden bu kadar kayıtsız? Alacağı cezayı mı bilmiyor? Yoksa cezanın yetersiz olduğunu bildiğinden mi bu kadar lakayt? …  Öğleden sonra eve dönerken,  kendimi bu soruları kendime sorarken buluyorum. Yanıtını ise kahvaltıdan sonra sabah beni telefonda arayan memurun sesinde saklı olduğunu anlıyorum: Bir kelle ve bir heykel eşya bulduk!

*Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi

Evrensel'i Takip Et