02 Mart 2007 00:00
28 Şubat bitti mi sürüyor mu?
Sincana komşu Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına bağlı 20 tank, 15 kariyer, askeri cip ve reolardan oluşan araçlar; karargahlarından çıkmış boy gösteriyorlardı,
Sincana komşu Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığına bağlı 20 tank, 15 kariyer, askeri cip ve reolardan oluşan araçlar; karargahlarından çıkmış boy gösteriyorlardı, şeriatçılığıyla ünlü bu ilçenin varoşları arasında. Sincan olaylarının, iç siyasetine olduğu kadar Türkiyenin dış ilişkilerine de stratejik bir balans ayarı olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Haluk Gerger bu noktada, Türkiye-İsrail ittifakının revize edilmesi hatırlatmasında bulunuyor. Sözü Doç. Dr. Gergere bırakıyoruz.
Üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen üzerinde farklı değerlendirmeler yapılan 28 Şubat müdahalesini nasıl anlamak gerekir?
28 Şubatı, asıl anlamını kavrayabilmek için Türkiyenin kronik iktidar-toplum-ordu ilişkileri bağlamında ele almak gerekir. Bu açıdan bakınca da görülecektir ki 28 Şubat devamlılığı simgelemekte; bir yandan aynı yapısal çizginin devamıdır, öte yandan da sapmayı önlemeye, yani sürekliliği sağlamaya yöneliktir. Kökleri çok daha eskiye dayanmakla birlikte,Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla başlayan süreçte, kutsal devletin yoğunlaşmış halini ifade eden kutsal ocak silahlı bürokrasi, en hafif ifadeyle hep özel bir konumlanışta olmuştur topluma ve hükümetlere karşı.
Arada, sivil hükümetler/politikacılar hadlerini bilememişlerdir ve militarizmin sillesini yemişlerdir. Sık sık da burjuvazi, işleri berbat etmiştir ve silahlı bürokrasi devreye girmek zorunda hissetmiştir kendisini, işleri zorlaştırdığına inandığı toplumsal odaklara (işçiler, öğrenciler, aydınlar) yönelmiştir. Yapı nihayet, 12 Eylülle kurumsallaşmış, gerçekten organik nitelik kazanmış; yani kalıcı, doğal olmuştur. İktidar-toplum-ordu ilişkisi, Nizam-ı Cedidden beri nihayet rayına oturtulmuş, M. Kemal ya da İnönü gibi asker kurucular ya da Kenan Evren gibi fiili darbe liderlerine bağlı olmaksızın kurumsallaşmış, kendini yeniden üretebilir hale gelmiş; toplumun, siyasetçinin, giderek yapının genlerine kazınmış, daha doğrusu, çakılmıştır.
Bu bağlamda 28 Şubat gerçekten de sadece bir balans ayarıdır; hep var olanın doğal uzantısıydı, dolayısıyla da bugün elbette etkilerini sürdürmektedir ama sadece bu genel panoramanın bir parçası olarak...
Peki 28 Şubat bitti mi, sürüyor mu sizce?
Hayır, yapısal özellikler, genetik yasalar hükümlerini icra ediyorlar. Bugün Türkiyede, Süleyman Demirelin 6 Ağustos 2006 tarihinde Haber Türk televizyonunun Basın Kulübü programında dediği gibi Başbakanlar asılmaktan korkuyorlar. Söz konusu programdaki altyazı ise şöyle geçti: Başbakanlar asılma korkusu yaşıyor. Bu korkuyu kimin, neyin saldığı ortada. En azından bugün Türkiyede, Genelkurmayın ve komuta heyetinin giderek silahlı bürokrasinin ve hatta emekli subayların, örneğin hükümet tarafından görevlendirilen Edip Başerin, hükümet otoritesine tabi olmanın, ast-üst ilişkisinin özsel sonuçlarını, çoğu zaman biçimsel gereklerini dahi bütünüyle yerine getirdiklerini iddia etmek kolay değildir.
Elbette bu, askere özgü değil sisteme içkin bir durumdur. Bizi kurtar diyen okumuşlar, Ordu göreve diyen yığınlar, Kenan Evrenin anlattığı kışkırtıcı siyasetçiler doğal ayıklamayla hakim konumdadırlar. Nihayet, en önemli baklayı çıkartan ağzı da 30 Aralık 2004 günkü Hürriyet gazetesi yazdı. Bakın Koç Holding Şeref Başkanı Rahmi Koç ne demiş: En iyisi akıllı bir diktatör. Ama bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bize en iyisi yakışmaz mı?
Genelkurmay Başkanı ise zaten kararını vermiş: Toplumsal muhalefeti demokrasiye, çağdaş değerlere ve insan haklarına dayanmak da kurtarmıyor; çünkü Genelkurmay Başkanı bunların arkasına saklanarak konumlananların rejimi hedef aldıklarına inandığını beyan etti bile.
28 Şubatı gerçekleştiren Genelkurmay ile günümüz Genelkurmayının, uluslararası alandaki tercihlerinde bir fark var mı? Ya da daha açık bir ifadeyle, ABD ile girilen ilişkiler bakımından nasıl değerlendirilmeli?
Bakın bir Amerikalı yazar, Daniel Pipes, bir yazısında 28 Şubat sonrasını nasıl değerlendirmekteydi: Kudüs gününü kutladığı için fiilen işgal edilen bir kasaba... İsrail aleyhine konuştuğu için tutuklanıp görevden alınan bir belediye başkanı... Bir elçinin anti-siyonist beyanları yüzünden patlak veren diplomatik kriz... 1997 yılında bütün bunlar ancak Türkiyede, çok güçlü bir kurumun İsrailin kötülenmesine tamamen karşı çıktığı ve kuvvetle İsrailden yana tavır aldığı tek İslam ülkesinde yer alabilirdi. Sincan olayları, çok önemli bir stratejik gelişmenin işaretini de veriyordu; Ortadoğunun stratejik haritasını değiştirmeye, ABDnin ittifaklarını yeniden biçimlendirmeye ve İsrailin bölgedeki yalnızlığını azaltmaya aday, Türkiye-İsrail ittifakı...
Bugün, Kürt sorunundan kaynaklanan nedenlerden dolayı iki güç arasında ciddi çelişkiler, yer yer çuval hadisesinde olduğu gibi çatışmalar yaşanıyor. Amerikan icazeti hâlâ aslanın ağzında. Tabii bunlar, Pipesın sözünü ettiği stratejik ittifaklar çerçevesi içinde yer alıyor, unutmamak gerek.
Demokrasiye ihtiyacı olan kesimler, 28 Şubatla gerektiği gibi hesaplaşabildi mi?
28 Şubat bir sonuç, bir semptom. Bu nedenle hastalıkla hesaplaşmak gerek. Türk iktidar bloğunun demokratik ufku buraya kadardır. Bu, demokratikleşme talebinde bulunan kesimlerin önemli bölümünün düşünemeyeceği bir başlangıç. İş bu noktaya geldiğinde, oradan militarizm saflarına uygun adım intikal beklemek daha gerçekçidir. Yani, iş başa düşmüştür; işçi sınıfı ve emekçi yığınlarla onların politik temsilcileridir demokratikleşme umudunun taşıyıcıları. Yalnız unutmayın; kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlar arasından bile 28 Şubat için Buna darbe diyenler darbe görmemişler diyenler, Sincana yürümeye gidenler de vardı. Yani o hesaplaşma gerçekten yaman bir iştir.
Yeni bir fiili darbenin içindeyiz
Ragıp Zarakolu
28 Şubatın 10. yıldönümünde, etkilerinin hâlâ devam edip etmediği tartışmasını bir yana bırakıp, aslında yeni bir fiili darbenin içinde olduğumuzu, onun sonuçlarını yaşamakta olduğumuzu görmemiz gerekiyor.
Artık bir darbeyi gerçekleştirmek için, tankların köşe başlarını tutması, radyoevlerinin işgal edilmesi, sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi, askeri mahkemeler kurulması gerekmiyor. Militarizmin sivil ayakları, görevlerini sivil kıyafetler altında titizlikle yerine getiriyor.
Bugün militarizm tarafından teslim alınmış bir hükümet ile yüz yüzeyiz. Bu hükümet, henüz sırası gelmediği için ve militarizm lütfettiği sürece, yönetimde kalacak. Zaten bizzat hükümetin içinde militarizmin Truva atları misyonlarını başarıyla yerine getiriyorlar.
Türkiyede iki hükümet var. Bir görünen, uluslararası aleme zevahiri kurtarmak için gerekli görülen hükümet, bir de görünmeyen gerçek hükümet
Aynı bir zamanların İstanbul ve Ankara hükümetleri gibi, Türkiyenin görünürdeki erk sahipleri ve görünmeyen erk sahipleri, günümüz dünyasının erk merkezlerinde ayrı ayrı kabul görüyorlar artık.
Dışişleri bakanının Washington ziyaretini, Genelkurmay Başkanınki izliyor.
Birbirine taban tabana zıt demeçler veriyorlar.
Gerçek bir hükümet ya istifayla, ya da azil ile bu çelişik duruma son verir.
Erbakan Hükümeti, Susurluk soruşturmasını askıya alarak, görünmeyen erk merkezine şirin görünmeye çalıştığı anda, artık gerçek hükümet olmaktan çıkmıştı.
Erdoğan Hükümeti ise, Şemdinli dosyasını askıya aldığı anda gerçek hükümet olmaktan çıkmıştır.
Erdoğan Hükümeti, askerler istiyor gerekçesi ile yeni TMYyi çıkardığı anda gerçek hükümet olmaktan çıkmıştır.
Erdoğan Hükümeti, Van savcısını görevden alıp, militarizmin doruğuna erken bir atama yaptığı andan itibaren gerçek hükümet olmaktan çıkmıştır.
Post post modern darbe işte o anda olmuştur.
Erdoğan Hükümeti Kürt sorununa barışçıl, en minimal bir çözüm bile bulmaktan kaçmaya başladığı andan itibaren gerçek hükümet olmaktan çıkmıştır.
Bırakın ülke içinde Kürt sorununda minik bir adım atmayı, artık dış politikada da gerçek karar mercii hükümet değildir.
Militarizm, hükümetin dış politikasını veto edebilmekte, komşu ülkelerle yürüteceği politikaya karışabilmektedir.
28 Şubat post modern darbesinde olduğu gibi, Çankaya, kendi atadığı hükümete karşı militarizm ile ittifak kurabilmektedir. Latin Amerikada 90lı yıllarda görüldüğü gibi.
Buna ancak post post modern darbe denebilir ve bunun tarihi de ağustos ayıdır.
Yükselen saldırgan milliyetçiliğin, utanmazca kendini sergileyen ırkçılığın arkasında militarizmin açık desteği vardır.
Militarizm açısından, demokratik hayatı ve birlikte yaşama olanaklarını imha eden aşırı milliyetçilik, ırkçılık bir tehdit teşkil etmiyor. Bu akımlar TCnin Milli Güvenlik Kitabında yer almıyor. Bu güçler, 1975-80 iç savaş döneminde olduğu gibi, dost güçler olarak kabul ediliyor. Aydınlara, gazetecilere, yazarlara karşı saldırı ve suikastlar yeniden başlatılıyor.
Osmanlının, başıbozukları bir çeşit milis gücü olarak kullanması geleneği yeniden canlandırılıyor. Gazetelerin okur köşelerinde, komutanım emrinizdeyiz diyen sivil mesajlar yayınlanıyor, bir kampanyanın parçası olarak.
Washingtonlardan Generalissimolarımız tehditkar mesajlar iletip, zinde güçlerden bahsedebiliyor, diyasporada yaşayan yurttaşları, görevlerini yapmamakla suçlayabiliyor.
Emperyalizmin halkları birbirine düşürmeyi amaçlayan saatinin tik takları işlemeye devam ediyor.
Türkiyenin başını zincirleme felaketlere sürükleyen olaylar, 200 İttihatçı komitacı zabitin 1913 yılında yaptığı Babıali Darbesi ile başladı. Eğer Türkiyenin varlığını borçlu olduğu 1917 Devrimi ve onun sonucu olan yeni dünya dengesi olmasa idi, belki var olmamız bile söz konusu olmayacaktı.
1960 ile başlayan ve her 10 yılda bir tekrarlanan darbeler ve iç savaşlar zinciri, kendini farklı biçimlerde dışa vuruyor. Ve bugün Neo-İttihatçı ruhuna bürünen militarizm, Türkiyenin barış içinde var olmasının koşullarını imha ediyor. 28 Şubat post modern darbesinin, bırakın etkileri nasıl sürüyor sorusunu, aktörleri yeniden işbaşında.
Hazırlayan: Fatih Polat-Can Soylu