25 Şubat 2007 01:00

oyunculuk politik bir tavırdır


10. yılını dolduran Tiyatro Oyunevi’nin kurucusu Mahir Günşıray ile söyleştik. Günşıray, Tiyatro Oyunevi’nin sanata bakışından ülkenin tiyatro gündemine kadar pek çok konudaki fikirlerini bize aktardı.

Tiyatro Oyunevi, bu yıl 10. yılını doldurdu. Tiyatronuzun kuruluş tarihçesini anlatır mısınız?

1996 yılında TiyatroTi için sahnelediğimiz Brecht’in Adam Adamdır oyunu için bir araya gelen dramaturg, oyuncu, besteci ve plastik sanatlardan kişiler, Tiyatro Oyunevi’ni kurdular. Esas yaratıcının oyuncu olduğu, ancak dramaturgi ile öze, özdeki temel düşünceye sağlıklı yaklaşabilen, sahne tasarımının keyfi, estetik zevklere değil gereksinimlere göre oluşturulduğu, seyirci oyuncu arasındaki paylaşıma daha çok önem veren, mesaj vermekten uzak bir politik yaklaşım kurmaya çalışan, gerekli ise sahne ve seyirci oturumu arasında değişik formlarda sahnelemeler yapmayı arzulayan bir tiyatro yapmak istiyorduk. Önceden tasarımda bulunmayan, birlikte adım adım ilerleyen, sahnede yaşayan bir tiyatro yaratmaya çalışırken aynı zamanda çalışma sürecini de yaşayan, dinamik bir hale getirmek üzere yola çıktık. Tiyatro canlıydı, mutlaka seyirciyi şaşırtacak düzeyde bir noktaya gelmeliydi. Sahnede yazar-oyuncu yaratma arzusu içinde teknik çalışmalarımızı da oyunlarla birlikte yürütmeye çalıştık.

İlk oyunun Brecht’in olması bilinçli bir tercih mi, yoksa tesadüf mü oldu?

Adam Adamdır’ı seçmemiz bilinçli bir tercihti. Brecht’in ilk dönem oyunudur ve Türkiye gerçeği ile paralellik oluşturan yanları güçlüdür. Faşizmin yükselmekte olduğunun öngörüsüdür aslında. Bugün de geçerli bir temadır bu. Tek tek birbirlerinden farklı düşünebilecek insanların yaşadığı bir toplumu kabullenmeyen; topluma, her bir parçasının rahatlıkla değişebileceği ama yine de hayatın değişmeyeceği yaklaşımı ile bakan bir sürecin anlatımıdır. Yani “adam adamdır”; fark etmez, o adamı alırsın onun yerine başka bir adam koyarsın. Türkiye’de ve dünyada bugün de bu tabloyu bazen tıpatıp aynı, bazen de çok daha modern anlamlarda yaşıyoruz. Aslında bizim ilk çalışmamız; herkesten çok daha önce Avrupa’nın konsantrasyon kamplarına döneceğini hisseden Franz Kafka’dan yola çıkarak yapacağımız bir oyundu. Önce dramaturg, sonra da oyuncularla 6 ay kadar süren çalışmalar yaptık. Kafka’nın metinlerinden yeni bir oyun yaratmak istedik. Fakat Kafka’nın makinesi gibi dağıldık; toparlayamadık ve bitiremedik o projeyi. Ardından kadın-erkek, ölüm-yaşam, efendi-köle karşıtlıklarını işleyebileceğimiz Genet’in Hizmetçiler oyununa sıkı sıkıya tutunduk, bir Kafka yapmak istememize rağmen ilk oyunumuz o oldu.

Türkiye’de özel tiyatro yapmak Don Kişot’luk yapmak gibi bir hal aldı artık, bütün zorluklara rağmen siz ısrarla 10 yıldır, tiyatro üretmenin çabası içinde oldunuz. Nasıl geçti bu süre, sıkıntılar sorunlar nelerdi?

Bizim açımızdan tiyatronun temel ihtiyacı, boş bir mekan ve sürekliliği olan bir oyuncular topluluğu. Süreklilik sağlanmadığında ne yazık ki proje bazında oyuncularla çalışmak zorunda kalıyorsunuz. İdeal olan bir “grup” olmaktır. Ki düşündüğümüz şeyleri grupla birlikte deneyebilelim; böylece gelişimimiz süreklilik kazanabilsin. Maddi olanaksızlıklardan daha çok insan malzemesi ve mekan yetersizliğinden şikayet etmeyi daha doğru buluyorum. Tabii ki nasıl bir mekan ve nasıl bir oyuncu?.. Oyuncu, düşünen bir yaratık olmalı. Hayatla çok sıkı bağları olmalı ama isterse düş kurabilmek için gündelik hayattan da kopabilmeli ve kendisini oyunculukla ifade etmekten başka bir yol bulamayacak kadar çaresiz olmalı; hatta acı çekmeli. Böyle oyuncu bulmak kolay değil. İyi eğitimli, deneyimli oyuncular buluyorsunuz ama bir düşünceyi paylaşma güçlüğü çekebiliyorsunuz. Mesela bizim tiyatromuzun ilgilendiği konulardan en önemlileri iktidardır, faşizmdir, kadın-erkek meselesidir. Bu kavramların oyuncuya bir şey ifade etmesi gerekliliği, basit ama temel bir konu. Grupta algı benzerlikleri olmazsa sorun başlar. Türkiye’de yetişen oyuncu, teknik olarak temel eksiklikleri ve nasıl oynayacağı konusunda kafası hayli karışık olduğu gibi felsefi, politik ve sanatsal konularda da yetersiz. Oyuncu yetiştiren eğitim kurumlarında, bilgi ve deneyim eksikliğinden kaynaklanan sorunların yanı sıra çağdaş ve yaratıcı yaklaşımlara kapalılık var. Genelde ülkemizin insanının şöyle bir sorunu olduğunu gözlemliyorum: Erkekler -oyuncu olsun ya da olmasın- hiç büyümüyorlar, çocuk kalıyorlar. Dolayısıyla hep çocuksuluk, naiflik var. Bu hafiflik ve naiflik, gördüğü şeyden acı çekmeyen insanlar yaratmakta. Hakiki sevgiyi bilmeyen bir birey ne verebilir ne alabilir? Oysa tiyatro, bir tür paylaşma mekanıdır. Dolayısıyla oyuncunun sevgiyi, acıyı bilmemesi, bunu gerçekten hissetmiyor olması, biliyormuş gibi yapması sahnede de -mış gibi yapması sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla oyuncuyla hakiki olanı çıkartmak imkansız oluyor. Yine de bu 10 yıllık süreçte harikulade insanlarla çalışma zevkini yaşadık. Çok istekli, çalışkan, özverili ve yetenekli oyuncularımız oldu. Çok acı, sert ve kötü günlerimiz olduğu gibi çok mutlu, sevecen, eğlenceli olmayı da başarabildiğimiz bir hayat sürdük.

Şimdiye kadar sahnelediğiniz oyunlara bakıldığında hayata, topluma ve insana dair varoluş sorunsalı üzerine bir başka açıdan bakma eğiliminde olduğunuz fark ediliyor. Repertuvara aldığınız oyunları seçerken kriterleriniz neler?

Oyun seçiminde en önemsediğim şeylerin başında gelen, bir temayla ilgilendiğimde ya da bir metni okuduğumda -öykü, roman ya da tiyatro metni- kalp atışlarımın hızlanıp hızlanmamasıdır. Yönetmen olarak oyuncularla 2-3 ay birlikte yaşayacağımız sürecin heyecan verici bir dönem olup olmaması çok önemli. Ve tabii ki en temel konu da bu metni oyuncularla nereye taşıyabileceğimiz; bizim için ve seyirci için ne ifade edebileceğidir.

Seyirci bu tercihlerinizin neresinde?

10 yıl içerisinde bizim bütün oyunlarımızı görüp oyunlarımız arasında bağlar kurarak eleştiren; farklılıkları, aynılıkları ve hataları bize yazan, söyleyen genç bir seyirci grubumuz oluştu. Her defasında bu oyunu nasıl bir sahne düzeninde ve ne farklılıklarla yapmışlar diye merak ediyorlar. Bu, seyirci için de bizim için de heyecan verici. Biliyorlar ki düşündükleri ya da hayal ettikleri bir şeyi değil bir grubun, bir süre çalışıp hayal ettiği bambaşka bir şeyi görecekler ve kendi hayal ettikleriyle belki kıyaslama şansları olacak. Bu noktada şaşırtıcılık ve özgünlük, yani bize ait olan önem kazanıyor. Politik olmak temel yaklaşımlarımızdan biri olmasına karşın; oyunlarımızdan politik mesajlar bekleyen seyirci, düş kırıklığına uğrayabiliyor.

Esasında hem kişi olarak hem de grup olarak çok politiksiniz...

Evet politiğiz. Nasıl politik olunmayabilir ki? Ama soru “Nasıl politiksiniz?” dir. Hayata bir bakış var ve bu doğrultuda bir tavır alış söz konusu zaten. Bir metni ele alırken onun düşüncesini kavramadan ve onu ne için yaptığınızı, ne ifade ettiğini bilmeden yapmanız mümkün değil. Tabii ki politiğiz; çünkü bizim dünyayla çok ciddi problemlerimiz var. İnsanlığın geldiği yere oldukça umutsuz bir noktadan bakıyorum. Dünya ve insanlar kötüye gidiyor, sistemler insanları çökertmiş durumda. Bütün kalelerimiz kuşatıldı. Çoktan yenildik. Buna karşı yapılabilecek tek şey, tiyatroda kendimizi temsil edebilmek. Bu yüzden oyunculuk politik bir tavırdır.

Sanat pratiğinizde neyi inşa etmeye çalışıyorsunuz?

Oyuncu insanı. Yani bu problemi taşıyan insan, bu problemle karşı karşıya gelmeli, yüzleşmeli ve bunu ifade etmeli. Bu, onun itici gücüdür. Dünyayı değiştirmek, önce kendini değiştirmekten başlıyorsa eğer; tiyatro ve tiyatro oyunculuğu bunun tek yeri. Dolayısıyla biz, önce kendimizi değiştirmeyi ve kendimizi değiştirirken kendimizi temsil etmeyi öğrenmeliyiz, bilmeliyiz; sonra bizi izleyen alıcı, bakmalı bize ve “bize yardım etmeli”. Biz onlara yol göstermemeliyiz, onlar bize yardım etmeli.

Türkiye’deki tiyatro pratiğini bugün açısından değerlendirirseniz neler söylersiniz? Tiyatro sanatının, gösterim dünyasında savaşı yitirdiğini ve öldüğünü söyleyenler oldu yakın zamanda.

Ölen tiyatro değil, ölen onu düşünen insanlar. İnsanların değiştiği kesin, insanların artık daha ölü olduğu kesin. İnsanların artık daha bireyselleştiği, daha içe kapandığı, başkalarıyla birlikte bir şeyler yapmasının zorlaştığı bir dünyaya gittiğimiz çok doğru. Tiyatro, gerek seyirci ile oyuncunun, gerekse seyircilerin seyircilerle bir akşam yemeğini paylaşması gibi bir şeydir. Böyle bir fikir, böyle bir istek zaten genel olarak toplumumuzda önemsiz hale geldi. Artık en basitinden; belli mekanlarda toplaşıp tartışan, birbirinin kafasına iskemle vuran aydınlar ya da akşamları yemeklerden sonra çay için birbirlerini ziyaret eden arkadaşlar yok. Belki birbirimize daha fazla “mail” atmaya başladık. Hatta o kadar fazla ki artık insanın sabrı taşıyor. Bu anlamda sanki çok iletişim varmış gibi gözüküyor ama çok “yalnız bir iletişim” bu. Dolayısıyla tiyatro, bu anlamda zorlayıcı bir şey. Toplum olarak para tarafından ele geçirildik. Para arayan, para yiyen ve para sıçan bir insan güruhuna dönüştük. Tuhaf bir hayvan olduk. Bu insanlar tiyatrodan nasıl beslensin? Yani ölen bir şey varsa, o da sistem ve insanlar; tiyatro değil. Aksine, yaşayan tek şey tiyatro!
Tabii şöyle de bakmak lazım: Tiyatro bu noktada ne yaptı? İşlevlerini doğru dürüst yerine getiremedi. Şaşırtıcı, yaşayan, dinamik, değişken ve genç olmaktan uzağa düştü; insanın yeni bir şeyler görebileceği, hissedebileceği, hatta kafasının karışabileceği bir ortamdan daha çok yavan, alışıldık, basmakalıp, bildik bir kılığa büründü kaldı. Ölü tiyatroya dönüştü. Belli klasik anlayışlarda kısırlaştı. İster çağdaş bir metin, ister klasik bir metin olsun; yazarın düşüncesinden bile geri noktalara düşecek kadar gerileşti, hep kendini tekrar etti. Oysa tiyatro metni bir malzemedir. Yazarı iyi anlayarak yazara ihanet etmeden, yazarın metnini başka bir noktaya sıçratmak gereklidir. Sırf oyunculuk yapmış olmak için orada çıkıp da aldatmayı göstermek; nefreti, aşkı, umutsuzluğu göstermek için tiyatro yapmak çok saçma bir şey. Ne için tiyatro yapıyorum? Toplumumla ya da kendimle bir problemim mi var? Niye bu metin? Nerede, nasıl yapıyorum? Seyirci ne ifade ediyor? Bütün bu sorular, yüzeysel biçimde sorulup cevaplandırıldı. Politik tiyatro döneminde bir canlılık vardı. Çünkü ne söyleyeceğini biliyordun. Dolayısıyla metinler, senin için politik tiyatro yapmak için bir araç. ’80 sonrası politik tiyatro diye bir şey kalamazdı; çünkü zaten politik yaşam gibi bir şey kalmadı. O zaman ne söyleyeceksin? Sanatın her dalında olduğu gibi tiyatroda da en büyük problemlerden bir tanesi; yapılan işlerin özünün önemi, tutarlılığı ve gerçekleştirebilme sürekliliği.

Daha güncel bir meseleye gelelim. Mekan probleminiz devam ediyor. Hükümet özel tiyatrolara yardımı yürürlükten kaldırdı; bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yani çok vahim bir durum. Bu devlet yardımıysa, devlet nedir? Devlet eğer -ki böyle olması gerekir ama maalesef değil- biz isek, bizim oluşturduğumuz bir yapıysa; zaten kendi kendimizi ödüllendirdiğimiz, kendimizden artan şeyleri kültürel olarak harcayan, o kültürel olarak harcadığımız şeylerden de başka kârlar elde edip onu başka yerlere aktardığımız bir tür döner sermaye olması lazım. Ama böyle bakılmadığı zaman devlet zaten bir tanrı, biz de bir kul oluyoruz ve o zaman devlet bize lütufta bulunuyor. Kültür ve sanat aslında bir toplumu ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olarak geliştiren; onu besleyen ve oradan hem ülkenin hem de dünyanın her yerine açılan bir enerji ve beslenme kaynağı. Eğer su vermezsen, o zaman senin yetiştireceğin ağaç da hep bodur kalır. Tiyatrolara destek meselesine dönersek; Kültür Bakanlığı’nın yürürlükten kaldırılan özel tiyatrolara destek yönetmeliğine baktığımızda, değerlendirme kıstaslarındaki 10 maddenin 9’una imza atarsın. Çünkü orada tiyatro sanatını geliştirmek, bu konuda araştırmalar yapmak vs. gibi şeyler var. Ama bu kıstaslara uyup uyulmadığına bakılmıyor ki! Büyük çocuklar biraz fazla almalı, küçüklere de ayıp olmasın kalanı dağıtalım... Kendi tiyatrosuna en üst kategoride para alan komisyon üyelerinin olduğu bir komisyon dünyada eşsiz. Derhal yeni bir yapılanmaya gidilmeli. Ticari tiyatrolara değil metin, sahneleme, oyunculuk açısından tiyatro sanatına yenilik, tazelik getirecek çalışmalara destek olunmalı.

Tiyatro Oyunevi’nin bundan sonra yeni projeleri var mı, bizimle paylaşır mısınız?

Eğer bütçesini temin edebilirsek 2008 yılında Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı Kürtçe olarak sahneleyeceğiz. İngilizceden çevirisini Kawa Nemir yaptı ve sanatsal olarak hazırlıklarımıza başladık. Bunun dışında iki farklı uluslararası tiyatrolar ağındayız. Bunlardan biri 13 ülkeden 14 tiyatronun, 3 yıl boyunca ortak prodüksiyonlar yapmak için bir araya geldikleri Magic-Net. Tiyatro Oyunevi, Portekiz’den ve İspanya’dan tiyatrolarla çalışacak. Her tiyatro, bir yazar ve oyuncu veriyor. Oyuncu olarak Ayça Damgacı, yazar olarak da Yavuz Pekman gidiyor. Bunun çalışmaları başladı. Provalar ve ilk oyunlar mayıs ayında İspanya’da olacak; sonra Portekiz’de, ardından Almanya’da iki kentte gösterilecek ve Türkiye’ye gelecek. Bir diğer ortak yapımımız da 2006-2009 yılları arasında gerçekleşecek olan “Seas” (Denizler). Karadeniz ülkelerinin ve Kuzey Denizi ülkelerinin liman kentlerinden çok farklı disiplinlerden sanatçıların olduğu, büyük bir organizasyon. Biz Fransa’dan “Theatre Centaure” ile çalışacağız. Atlarla çalışan bu grupta oyuncular, atların uzantısı gibi sanki. Bizi de çok heyecanlandıran bu proje hakkında daha fazla bir şey söylemeyerek sizi de meraklandırayım biraz.
Metin Boran - Nazlı Akçığ

Evrensel'i Takip Et